Gençliğimizi nerede tüketiyoruz?

Bağımsızlık ve topluma karışma çağı olarak adlandırılır gençlik. Nefsanî istekler doğrultusunda yaşanma isteğinin had safhada olduğu bu dönemin nerelerde tüketildiği büyük önem kazanıyor.

Bir gün Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Eyyüb el-Ensarî’nin evinde ashabı ile sohbet ederlerken dışarıdan, “Ya Resûlullah! Görülecek, halledilecek bir işim var. Halli için içeriye girmeme müsaade buyurur musunuz?” diye bir ses geldi. Bunu işiten Efendimiz ashabına dönerek, “Bu sesin sahibinin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı Kiram ise, “Allah ve Resûlü en iyi bilendir.” dediler. Resûl-i Ekrem de, “O, melûn İblîs’tir. Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” buyurdu. Ardından İki Cihan Serveri, “Ya mel’un! Söyle bakalım. İnsanlar arasında en çok sevmediğin kimdir?” diye sordu. İblîs, “Sensin ya Muhammed.” diye cevap verdi. Resûlullah hemen sonra, “Benden sonra en çok kimleri sevmezsin?” diye sorunca bu sefer İblîs, “Adil devlet reislerini, ilmiyle amel eden âlimi, varlığını Allah yoluna adayan müttakî genci.” diye cevap verdi. İblîs’in sevmedikleri arasında, Resûl-i Zişan Efendimiz’den sonra müttakî bir gencin gelmesi, hepimize bir şeyler işaret ediyor aslında.

Bağımsızlık ve topluma karışma çağı olarak adlandırılır çoğu zaman gençlik. Birey bu dönemde, çocukluk zamanlarına kıyasla evden kopar ve yaşıtlarıyla kaynaşma imkânı bulacağı faaliyetlere yönelir. Fakat dışarıda onu bekleyen uyuşturucu, alkol ve kumar gibi onlarca tehlike söz konusu. Ebeveynlerin esas sıkıntısı da işte burada başlıyor. “Acaba çocuğum doğru kişilerle arkadaşlık kuruyor mu?” sorusu akıllarda yankılanıyor. Bu tedirginlik hali, çoğu zaman anne-babayı ve genci karşı karşıya getiriyor.

Yaşadığı evre itibarıyla gençler, günaha daha müsait bir yapıda bulunuyor. İblîs’in Peygamber Efendimiz’le konuşurken söylemiş olduğu şu sözler, bunu gözler önüne seriyor: “Benim yetmiş bin tane çocuğum vardır. Onların her birini bir yere tayin etmişimdir. Her çocuğumun da yetmiş bin tane şeytanı vardır. Onların bir kısmını ulemaya, bir kısmını meşayiha, bir kısmını ihtiyar kadınlara musallat ettim. Bir kısmını da gençlere ve çocuklara gönderdim. Gençlerle aramız gayet iyidir.”

İslâm fıkhının maksatlarından biri de nesli korumak ve sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmak. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir taraftan güzel ahlâkı ile insanlara örnek olurken, diğer taraftan ortaya çıkan ve çıkabilecek problemleri önlemek için büyük gayret sarf etmiş. Bunun için gençlere sahip çıkmış, onlara nefislerini korumak için ya evlenmelerini yahut oruç tutmalarını tavsiye etmiş. Nebi bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Ölümden önce hayatın, yaşlılıktan önce gençliğin, çok işten önce boş zamanın değerini biliniz.” (Fethulbarî, 14/9)

Gençliğin en temel problemi: Ahlâkî erozyon

Günümüzde genç olmak oldukça zor. Kapıdan dışarı adımınızı attığınız andan itibaren zihinleri ele geçirmek için çabalayan o kadar fazla etken var ki. “Genciz, asiyiz, dik başlıyız, delikanlıyız, kanımız hızlı akıyor…” nevinden bahaneler de mevcut. Çevre ve fiziksel faktörler bir araya geldiğinde, bugünün gençliğinin en büyük problemi çıkıyor ortaya: Ahlâkî erozyon. Her ne kadar gençlerin buna maruz kalmamaları için ebeveynlere büyük bir iş düşse de, günümüzde teknolojinin gelişmesi ve hayatın her alanına nüfuz etmesi nedeniyle aileler çoğu zaman çaresiz kalabiliyor. Durum böyle diye gençler, başıboş ve serbest bir şekilde mi yetiştirilmeli? Sorumuzu yönelttiğimiz pedagog Adem Güneş, bugün gençlerin en büyük sorunlarından birinin ‘aidiyet yoksunluğu’ olduğunu düşünüyor. Güneş, gençlerin kendilerini ebeveynleri ile bir bütün halinde hissetmekte zorluk çektikleri için, kendilerine yeni ilgi alanları oluşturduğunu söylüyor: “Oluşan her yeni ilgi alanı aileden farklı değerleri yaşatır gence. Birçok anne-baba, ‘Oğlum durduk yere kulağına küpe takmak istiyor.’ diye sık sık kapımızı çalıyor. Aslında burada ailesi ile bağ oluşturamamış bir çocuğun dışarıda bağlandığı arkadaşlarının bir özelliğini kendisi de taşımak istediğinin haberini veriyor. Zira kim kendini nereye ait hissederse, kendisini ait hissettiği yerin tavır ve davranışlarını, ahlâkî değerlerini de benimser.”

Ailelerin gençlere karşı takındıkları tavır da burada çok önemli. Uzmanlara göre ne baskı ne başıboş bırakma ne sürekli eleştirme ne de sürekli övme olmalı. Aileden beklenen, daima dengeyi gözeten bir yaklaşım.

Yapılan araştırmalar, ferdin ahlâkî, sevgi, şefkat gibi değerlerle mutlu ve başkaları ile ilişki kurabilme kabiliyetine sahip bir benlik inşa etmesinin, öncelikle din ve dinî değerlerle mümkün olabildiğini gösteriyor. Araştırmalarda her türlü dinî ibadet ve yaşantının, insanın ferdî ve içtimaî hayatı üzerinde anlamlı etkisinin olduğu görülüyor. Adem Güneş de “İman, insanı insan eder. Sağlam bir iman, kuvvetli bir inanç ve ihlaslı ibadetlerle kişinin kendisini iyi, stresten uzak ve sağlıklı hissetmesi arasında pozitif ilişkiler tespit edilmiştir.” vurgusunda bulunuyor.

Gençlik damarı, akıldan çok hisleri dinler. His ve istekler ise kördür; geleceği görmez. Hazır birazcık lezzeti, ilerideki birçok lezzete tercih ederler. Gençliğin büyük bir kısmının bugün belli ölçülerde bir kimlik bunalımı yaşadığı aşikâr. Günümüz dünyası da, gençliği nefsanî istekler doğrultusunda yaşayan bir kitle olarak görüp gösterme gayretinde. Nitekim bu istekleri her ne şekilde olursa olsun tatmin etmek ise özgürlük olarak takdim ediliyor. Hal böyle olunca yeni nesil, yüksek ideallerden uzaklaştırılırken, hayatını anlamlandıracak bir şey bulamıyor. Bu idealleri gençlere çocukluk çağından itibaren nakış nakış işleyecek olan ise hiç kuşkusuz aile. Hz. İbrahim’in (as) yapmış olduğu şu dua, aslında her ebeveyne örnek olacak cinsten: “Ey Rabb’imiz! Bizi Sana ibadet edenlerden kıl! Çocuklarımızdan Sana itaat eden bir ümmet çıkar.” (Bakara, 128)

Harun İlhan / Yenibahadergisi

h.ilhan@zaman.com.tr