Gerçek Hürriyet Nedir?

İnsanın en temel haklarından birisi yaşama hakkı, diğeri ise hürriyettir. Hürriyet serbest düşünebilme, serbest söyleyebilme ve serbest hareket edebilme hakkına sahip olmak demektir.

Diğer bir ifadeyle hürriyet, insanın kendisine ve başkasına zarar vermemesidir. İnsanın şahsi hürriyeti, her türlü haksız taarruz ve tecavüzden korunmuştur.

Hürriyet, Allah’tan başka hiçbir mahlûkun kulu ve kölesi olmamaktır.

Hürriyet, mukaddes bir hakikat, ilahi bir rahmet ve nimet olduğundan medeniyet-i hakikiyenin ruhu, kaynağı adaletin de temelidir. Zira hürriyetin olmadığı yerde adalet tecelli etmez, onun yerini istibdat ve zulüm alır.

İnsanlığın esası ve şanı olan hürriyet, başkalarına tahakküm ve zulüm olarak kullanılırsa bu bir cebir ve istibdat olur. Bu ise insanların sefalet içinde meşakkatli bir hayat sürmelerine yol açar. Zira insan, hakkı olmayan şeylerde tasarruf etmekte hür olmadığı gibi, akıl ve edebe aykırı hareketlerde bulunması da hürriyet değil, ancak sefihliktir. İnsan zanneder mi ki, başıboş yaratılmıştır. ayet-i kerimesi kainatın hulasası olan insanın mutlak hürriyete sahip olmadığını ifade etmektedir.

İnsanlar, ancak başkalarının hukukuna taarruz etmemek şartıyla kendi fiillerinde serbesttir. Nitekim bu hakikati ifade sadedinde Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye, o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz.

Belki insana karşı hürriyet, Allah’a karşı ubudiyeti intaç eder.” Evet, “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar.”  İnsanlar Allah’a karşı kul, insanlara karşı hürdürler. Yani diğer insanların onlar üzerinde baskı kurmaya ve onları tahakküm altına almaya hakları yoktur. Demek ki, hürriyet mutlak değildir. Yani, fert ve cemiyetin şartsız ve sınırsız bir hürriyeti yoktur.

İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.

İslâmiyet’te hakiki hâkim ve mutlak güç sahibi ancak Allah’tır. Zaten bizler Allah’tan başkasına kul olmamaya ezelde ahit vermişiz. Halik ile mahlûk arasında yapılan bu ahit, ebede kadar devam edecektir. Hangi insan vicdanının sesini dinlese ondan kula kul olmayınız emrini işitecektir. Peygamber Efendimiz (asm.) hadislerinde de; kula kul olmaya karşı çıkmış ve kendisinin dahi ancak Allah’a kul olmakla şereflendiğini ifade etmiştir.

Cenab-ı Haktan başkasına kalbini bağlayıp, onu mabud ittihaz edenler ebedi azaba müstehak olurlar.

Evet, hakiki hürriyet insanların birbirlerine karşı şefkat ve mürüvvetle; iyilik ve insanlıkla muamele etmesini gerektirir.

Bütün insanlar meslek ve meşrepleri, ırkları, dilleri, güç ve kudretleri ne olursa olsun Allah’ın kuludur. Kulluk ve insanlık hürriyetinde hepsi ortaktır. Hepsi aynı emir ve yasaklara tabi ve hepsi Allah’a ibadet yapmakla vazifelidir.

Mahlûkat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.

Tarih boyunca istibdat çok çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır. Zalim krallar, tanrılaştırılan diktatörler, papazlar ve bazı hükümet adamları otoriteyi ellerine alarak fert ve cemiyetin hürriyetine müdahale etmişlerdir.

Bu anlayış çeşitli zulüm ve istibdat idarelerinin ortaya çıkmasına ve insanların köleleştirilmesine, inançlarının engellenmesine ve birçok fikir ve ilim adamının idam edilmesine sebep olmuştur. Bu durum insanların tedennisine neden olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri de bu mevzuda şöyle buyurur:

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum.

Bundan anlaşılıyor ki, hürriyeti tecavüze maruz kalan bir insanın hakk-ı hayatı ve istiklali, şeref ve namusu da tehdit ediliyor demektir. Nitekim hür olmayan insanlar şeref ve izzetini muhafaza edemez. Başkasının hükmü altında zelil ve sefil bir hayat geçirmeye mecbur kalırlar.

Peygamber Efendimiz (asm.) hürriyeti en güzel bir şekilde yaşayıp ve yaşatmıştır.

İslâm dini, inanç-vicdan hürriyetini, akıl ve fikir hürriyetini, konuşma hürriyetini insanlara bahşetmiştir. İnsanların inandığı gibi yaşamaları ve kılık ve kıyafetlerinde serbest olmaları vicdan hürriyetinin gereğidir.

İnsan hayatını huzur ile yaşayabilmesi için serbest hareket etmesi, hür olarak düşünmesi ve düşündüğünü söyleyebilmesi şarttır. Zira herkes dilediği gibi düşünür ve itikat eder; kendi din ve mezhebini diğerlerine tercih edebilir. İnsanın bu hakkını kısıtlamak onun hürriyetine tecavüzdür.

Malumdur ki, her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete dokunmamak şartıyla, hiç kimse vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir fikirden, bir metotdan doyayı mes’ul olamaz.

Hangi millette vicdan, düşünce ve konuşma hürriyeti varsa er-geç, o millet, tekâmül eder ve huzura kavuşur.

Peygamber Efendimiz (asm.) insanları mukni delillerle dine davet etmiş ve hiç kimseyi zorlamamıştır. Çünkü insanlara dinlettirip, kabul ettirmek Allah’ın iradesindedir. O’nun (asm) vazifesi yalnız tebliğdir. Hidayet ancak Allah’tandır.

Cenab-ı Hak Peygamber Efendimiz (asm.) vasıtasıyla bütün müminlere Habibim söyle onlara hak, Allah’tan gelendir. Ona iman edip etmemek her ferdin kendi ihtiyarındadır.” , “Dinde zorlama yoktur.  gibi ayet-i kerimelerde emr-i ilahinin tebliğinin icbar ile değil; ancak teklif ve ikna yolu ile yapılmasını buyurarak insana geniş hürriyet tanımıştır. Çünkü Cenab-ı Hak, imtihanın gereği olarak her insana cüz-i irade verdiğinden onları fiillerinde serbest bırakmıştır. İster inanır ister inanmaz. Herkes dininde serbest ve muhtardır. Ahkam-ı İslamiye altında müşrik, ehl-i kitap,Yahudi ve Hristiyan hepsi hürriyet-i diniyeleri ile yaşayabilirler. Cenab-ı Hak, bu dünyayı ahiretin bir tarlası olarak yaratmıştır. İnsan kendi iradesiyle oraya ne ekerse onu biçecektir.

Cenab-ı Hak insanları inanıp inanmama noktasında kendi iradelerine bıraktığı halde, insanların inancına müdahale etmek, kılık kıyafetine karışmak hangi insaniyetle bağdaşır?

Peygamber Efendimiz (asm.) Müslümanların gayr-i Müslimlere bile rıfk ve mürüvvetle muamele etmelerini ve onların hak ve hukuklarına tecavüz etmemelerini emir buyurmuştur. Savaşta dahi onların kadınlarına, çocuklarına, din adamlarına, yaşlılarına, hayvanlarına, mahsullerine ve bahçelerine dokunmamalarını emretmiştir. İslâm dini karıncaya bilerek ayak basmayı men ettiği halde, nasıl olur da bir Hıristiyan’ın hukukunu ihmal eder?

Müslüman bir devlet içinde yaşayan diğer dinlere mensup insanların, vergi vermek şartıyla, can, mal ve namusları güvence altına alınıp, hür olmaları sağlanmıştır.

Peygamber Efendimiz (asm.) bir hadis-i şeriflerinde “ Kim gayr-i Müslim birine eziyet ederse onun hasmı benim. Ben de bir kimseye hasım olursam ahirette de onun hasmıyımdır.” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, (asm) diğer dinlere mensup olanlara hakaret etmeyi ve onları incitmeyi yasaklamış; adalet ve hürriyet nimetinden en iyi şekilde faydalanmalarını sağlamıştır.

Hürriyet bütün dinlerde yer almakla beraber İslâmiyet, hürriyete diğer dinlerden daha fazla önem vermiştir. Bundan dolayıdır ki, başka dinlere mensup olan birçok fikir ve ilim erbabı İslâmiyet’i “hürriyet dini” olarak tanımlamışlardır.

Hazret-i Ömer (ra) halifeliği zamanında Kudüs’ü fethettiği zaman, Hristiyanların serbestçe ibadetleri yapacaklarını, mabetlerine dokunulmayacağını, namus, mal ve canlarının muhafaza altında olduğunu bildirip, herkesin emniyet içinde yaşayacaklarını bildirmiş ve onlara geniş hürriyetler sağlamıştır.

Halbuki Hristiyanlar Kudüs’ü teslim aldıkların zaman, hayret engiz bir dehşet sergilemişlerdir. Bazı insanların başlarını kesmişler, bazılarını süngüleyip yüksekten taşlara atmışlar ve bir kısmını da diri diri yakmışlardır. Kadın ve çocukları sokaklarda öldürmüşler; öyle ki, her taraf cesetlerle dolmuştur. Hatta Kudüs’te bulunan Hz Ömer camisine binlerce insanı doldurup katletmişlerdir. Cesetler kan gölüne dönen camide içinde yüzmüşlerdir.

İşte bu hal iki din arasındaki farlılığı bütün vücuhuyla ortaya koymaktatır. Bu vahşet tarihin kara lekelerinden biridir.

Tarihe hak ve adaletiyle damga vuran Osmanlılar, yetmiş iki milleti hâkimiyetleri altında bulundurdukları halde, dinden aldıkları iman ve feyiz ile onların mabetlerine, inançlarına, giyimlerine, lisanlarına kısaca yaşantılarına karışmadıkları gibi, onlara geniş hak ve hürriyetler tanımışlardır. Mesela; Araplara asırlar boyunca hâkim oldukları halde onları sömürmek bir yana bilakis her sene bütçeden pay ayırarak Sürre Alayları ile özellikle Mekke ve Medine’ye yardımda bulunmuş ve onlara hizmet etmişlerdir.

Yine Osmanlılar balkanlara da asırlarca hükmettikleri halde onların mabetlerine, örflerine ve yaşantılarına karışmamışlardır. Dört yüzyıl hâkimiyetlerinde bulunan balkanlarda ciddi manada hiçbir terör ve anarşi hadisesine meydan vermeyerek onların huzur ve asayişlerini sağlamışlardır.

Müslümanların şarkta ve garpta fethettikleri bütün memleketlerde fetihten evvel zulüm ve haksızlığın hüküm sürdüğü tarihle sabittir. Oralardaki insanlar bu zulümlerden inim inim inlerken, buralara ilim, ahlâk ve şefkat gibi güzel meziyetler getiren Müslümanlar, o insanların hem kalp hem de vicdanlarına hâkim olmuşlardır. Bu sayede birçok insanın Müslüman olmasına vesile olmuşlardır.

Mesela Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde gayr-i müslimlerin din, namus, can ve mallarını muhafaza altına alarak, onların korku ve endişelerini izale edip, inançlarını istedikleri gibi yaşayabileceklerini ve ibadet yerlerine dokunulmayacağını ve hür olduklarını ilan etmiştir. Bu sayede o insanlar, vicdan, düşünce ve fikir hürriyetinin tadını almışlardır.

Yine başta Tarık bin Ziyad olmak üzere Endülüs fatihleri, orada yaşayan insanlara adalet ve merhametle muamele etmişler ve onların hak ve hürriyetlerini teminat altına almışlardır. Oradaki insanların ne örf ve adetlerine, ne giyim kuşamlarına, ne inançlarına ne de mabetlerine dokunmamışlardır. Müslümanların bu şefkat ve adaletleri karşısında bazı Hıristiyan din adamları ile birçok ilim ve fikir adamının Müslüman olduğu tarihçe sabittir.

Endülüs, fatihlerin yetiştirdiği ilim ve fen adamları sayesinde kısa bir zamanda manen ve maddeten terakki ederek huzur ve feraha kavuşmuştur. Kısa bir zamanda çeşitli meyve ağaçlarını havi bağ ve bahçeler, El- Hamra gibi gözleri kamaştıran saraylar ve muhteşem mabetler inşa edilmiş ve böylece Endülüs, medeniyetin merkezi olmuş ve Avrupa’ya üstatlık yapmıştır.

Müslüman fatihler Endülüs’te birçok medrese açmakla beraber ilim ve fen adamlarını da daima gözetip himaye etmişlerdir. İlim adamlarının himaye edilmesi sayesinde, İbn-i Rüşt gibi büyük mütefekkir ve feylesoflar; içtihat sahasında Şâtibi ve İbn-i Hazm gibi müçtehitler ve İbn-i Arabî gibi maneviyat sultanları yetişmiştir.

Nitekim bu gibi âlim ve mütefekkir zatların himmet ve gayretleriyle te’lif edilen ve dünyanın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Melik’in sarayındaki katalog 45 cilt olup, 600 bin’den fazla eser mevcut idi.

Endülüs’teki bu terakki, Avrupalıların gözlerini kamaştırmıştır. Dolayısıyla Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Endülüs’e ilim tahsili için birçok insan gelmiş ve buradan aldıkları ilim ve irfanı kendi memleketlerine götürmüşlerdir. Nitekim Endülüs, Avrupa’nın üstadı olmuş ve Müslümanlar Avrupa’nın ilim ve fikir terakkisinde derin izler bırakmışlardır.

Maalesef asırlar sonra güzel ahlâkın gereği olan ilim, adalet, ubudiyet ve çalışmayı bırakan Müslümanlar; bir taraftan sefahat ve eğlenceye diğer yandan da makam ve mevki kavgalarına düşerek, kadere aleyhlerinde fetva verdirmişler ve Yüce Allah onlara ihsan ettiği hâkimiyet nimetini geri almış ve Endülüs Hıristiyanlar tarafından tekrar işgal edilmiştir.

Endülüs’te iktidarı ele geçiren Katolikler, (Miladi 1226, Hicri 634) İspanyol Katoliklerinden Ferdinant’ın da destek ve kışkırtması ile Müslümanların kendilerine tanıdıkları hürriyete mukabil, Müslümanları ve Musevileri zorla Katolik yapmaya çalışmışlardır. Bununla da kalmayıp kabul etmeyenleri diri diri ateşe atarak yakmışlar, bir kısmının üzerlerine kızgın katranlar dökmüşler; bazılarının ise ayaklarını ayrı ayrı atlara bağlayıp, zıt yöne doğru koşturarak onları parçalatmışlardır. Hatta insanları ayaklarından bağlayıp baş aşağı kızgın ateşin üzerine asıp etleri dökülünceye kadar yakmışlardır. Bu işkenceleri seyredenlerin şefkat edecek kalpleri ve müteessir olacak vicdanları olmadığından acımak bir tarafa bu vahşetlerden zevk almışlardır. Bu zulüm ve işkenceleri tarih kitaplarında okuyan her kalp ve vicdan sahibinin müteessir olmaması ve gözyaşı dökmemesi mümkün değildir.

Yine Katolikler Endülüs’teki kütüphanelerde bulunan bütün eserleri suya döküp imha etmişlerdir. Eğer bu eserler imha edilmeseydi bugünkü beşerin terakkisi asırlar önce yakalanmış olabilirdi. Hıristiyan âleminde bu hakikatlerin doğruluğunu ifade eden birçok insaflı fikir adamı olduğu gibi, maalesef bunu bildiği halde saklayan mutaassıpların sayısı da az değildir.

O zaman Endülüs ile ilim ve irfanda rekabet halinde olan Bağdat’ı işgal eden Moğollar da (Miladi 1258, Hicri 656) Bağdat’taki sayısız eserleri Dicle nehrine döküp imha etmişlerdir. Bundan dolayı Dicle Nehrinden bir hafta boyunca mürekkep aktığı rivayet edilmektedir.

Dünyanın bir köy haline geldiği asrımızda da hürriyet ve insan haklarından dem vuranların Irak’ta, Afganistan’da ve diğer İslam diyarlarında Müslümanlara yapılan zulüm ve işkenceler karşısında büsbütün sessiz kalmaları çok düşündürücüdür.

Hâlbuki ilim, irfan ve medeniyet asrında yapılan bu zulümler hangi insan hakları ve hangi hürriyetle bağdaşır? Bu yapılanlar ortaçağ karanlığında yapılanlardan farksızdır.

Hâlbuki, bir zamanlar Hazret-i İsa’nın (as.) “Bir yanağına tokat vurulduğunda diğer yanağını çevir”, “Cübbeni isteyene yanında kaftanını da ver” sözünü iftiharla söyleyen Hıristiyan alemi şimdi nerede?

Mehmet KIRKINCI

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: