Göndereni düşündün mü, dertler hediye oluyor insana…

Sabır, uçurumun kenarındaki insanla ilgilidir…

Uçurumdan uzaklaşamıyor, uçurumdan düşme ihtimali de var. Sabırla orada bekleyecek; tâ ki bir el ona uzansın. Bu durumda sabretmemek felakettir. Sabır, Hızır (as) gibi yetişir, elimizden tutar. Pek çok musibetlerden bizi kurtarır. İnsan pek çok felaketlere, musibetlere uğrayacak bir yaratıktır. Öyleyse sabır ile musibetleri tesirsiz hale getireceğiz. Vücudumuz bir gemiye benzer. Hayat denilen denizde, saadet-i ebediyeye gidiyoruz. Bid’at ve inkâr dalgaları gemiyi sallıyor. Menfaat ve zevkler tayfanın iş yapmasına mani oluyor…

Ben hayatımda bela görmedim diyebilirim. Çünkü bakış açım, o hadiseyi bana bela olarak göstermiyor. “Bunu bana gönderen, Allah’tır… Bu da geçer ya Hû…” deyip rahat ediyorum. Allah çok çeşitli nimetler yaratmış ki, O’nun yarattıklarından faydalandıkça şükredelim diye. Dertleri değil, şükredecek bunca nimeti görmek lazım. Mesela şu anda belediye başkanı bana bir kilo elma gönderse bu hediyenin maddi kıymeti çok küçük fakat ben de dahil bazıları şaşırır, “Belediye başkanı, ağabeyimize hediye göndermiş!..” der. Bu misalden gerçeğe gelirsek; Allah bana okuyan göz vermiş, problem çözen beyin vermiş. Hatta ben felcim; adam yerine koymuş hastalık göndermiş. Demek ki göndereni düşündün mü, dertler de hediye oluyor insana… Çok şükür ki Allah bizi insan yaratmış. İnsanlar içinde İslamiyet’le şereflendirmiş… Ne kadar şükretsek azdır.

1939’da Erzincan depremle yıkıldı. Şehir yıkıldı. Herkes için çok büyük bir felaketti, belaydı. Amma olan olmuştu. Ne geçmiş yılları çağırabilirdik ne de gelecek yıllara hükmedebilirdik. Yorganın altından çıktık, çorapsız ayaklarımızla karların buzların üzerinde yürüdük. Su yerine kar yedik. Yemek yerine elimize geçenle yetindik.. O felaket yılı geçip gideli elli sene oldu. Unutuldu…

Asıl musibet dine gelen musibettir. Mesela harf inkılabı beni o depremden daha çok sarsmıştır! Harf inkılabının açtığı manevi yaralar unutulmadı, tedavi olmadı, devam ediyor. Çünkü Fransızcaya, İngilizceye tanınan haklar Kur’an yazısına, Arapçaya tanınmadı. Kur’an, dinimizin kitabı. Arapça Kur’an’ın dili. Yabancı diller kültürleriyle beraber geldi.

Ahlaka etik dediler; ahlak gitti. Geriye ahlaksızlık kaldı. Ahlaksız kelimesi çok ağır olduğu için, etik kelimesine sığınıp, “etik dışı” dediler. Yani ahlaksızlık yokmuş, etik dışı haller varmış.

İslamiyet, insanı beyninden ve kalbinden yakalar. Ateistler dahi İslam’ın kurtarıcı vasfını tasdik ediyorlar. Ateist olduğunu söyleyen yüksek tahsilli bir şahıs bana şunları anlattı: “Ben plajların, meyhanelerin, barların olmasını isterim. Eğer İslamiyet bunları haram saymasaydı hemen Müslüman olurdum.” Bu misalden de açıkça anlaşılıyor ki sevapla günahın, ibadetle ibadetsizliğin savaşı var. Canının istediği gibi yaşayanlar Allah’ın istediği gibi yaşamak istemiyorlar. Kötü alışkanlıklarına köle olanlar zincirlerini koparıp kurtuluşa gelemiyorlar. Ezan okunuyor: Haydi kurtuluşa… Demek ki kötü durumda olanlar var. Ezan onları kurtuluşa çağırıyor. Camiler Nuh (as)’ın gemisine benzer. Camiye gelin ki, haramların getirdiği perişaniyetten kurtulasınız. Camiye gelin ki kötü alışkanlıklardan kurtulasınız. Camiye gelin ki Müslüman olduğunuzu ilan edesiniz. Komünizm, materyalizm, modernizm gibi sosyal faaliyetler insanları camiden uzaklaştırdı. Kiliseler de boşaldı. Pek çok insan ipsiz sapsız kaldı. Asıl musibet budur… Zevklerine bağlı bir sürü insan…

İbadet etmeyen birisine sorsak; “Nasılsın?” “İyiyim.” der.

İpek böceğinin kaynar sudan haberi yok, kozasını örüyor…

İpek böceği, hayatı boyunca mezarını yapmaya uğraşıyor…

Hekimoğlu İsmail / Zaman

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: