Haksızlığı Hak İddia Etmemeğe Gayret Et

Beşincisi: Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak da’va etmek ve onlara müracaat etmek; bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. Ben bu haksızlığı ve hakka karşı hürmetsizliği irtikâb etmek istemem vesselâm.

Şu kâinatın sâhib ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvîr ediyor ve her şey’i bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, fâideleri irade ederek tedvîr ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Mâdem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem’iyetli ve şuuru küllî olan insan nev’i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev’i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabili hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve isti’dâdı en yüksek ve ahlâkı ulvî ve nev’i beşere muktedâ olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakiyle, en yüksek isti’dâdda ve en âlî ahlâkta ve nev’i beşerin humsu O’na iktidâ etmiş ve nısfı Arz O’nun hükmü ma’nevîsi altına girmiş ve istikbâl O’nun getirdiği nûrun ziyasiyle bin üç yüz sene ışıklanmış ve beşerin nurânî kısmı ve ehli îmanı, mütemadiyen günde beş def’a O’nunla tecdîdi bîat edip, O’na duâyı rahmet ve saâdet edip, O’na medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resûl yapacak ve yapmış ve sâir nev’-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır.

Kur’ân-ı Hakîm: Şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi… şu sahaif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhîyenin keşşafı… şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftahı… şu âlem-i şehâdet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmaniyye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi… şu âlem-i ma’nevîye-i İslâmiyenin Güneşi, temeli, hendesesi, avalim-i uhreviyenin haritası… zât ve sıfât ve şuun-u İlâhîyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı satıı… şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi… hem bir kitab-ı hikmet ve şerîat, hem bir kitab-ı duâ ve ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve da’vet, hem bir kitab-ı zikir ve mârifet gibi; beşerin bütün hâcât-ı ma’nevîyesine karşı birer kitab ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliyâ ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin meşreblerine lâyık birer risâle ibraz eden bir kütübhâne-i mukaddesedir.”

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekrârâtındaki lem’a-i i’câza bak ki: Kur’ân hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı da’vet olduğundan; içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil… Zîra; zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir; duânın şe’ni, terdat ile takrirdir; emir ve da’vetin şe’ni, tekrar ile te’kiddir. Hem herkes her vakit bütün Kur’ânı okumaya muktedir olamaz. Fakat bir sûreye, galiben muktedir olur. Onun için; en mühim makasıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde dercedilerek her bir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek; hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Mûsa gibi ba’zı maksadlar tekrar edilmiş… Hem cismanî ihtiyaç gibi, ma’nevî hâcât dahi muhteliftir. Ba’zısına insan her nefes muhtaç olur; cisme hava, ruha Hû gibi.

Kat’iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi “Îman-ı Billahtır.” Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, Îman-ı Billah içindeki “mârifetullahtır.” Cin ve insin en parlak saâdeti ve en tatlı ni’meti, o mârifetullah içindeki “muhabbetullah”tır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o Muhabbetullah içindeki “Lezzet-i Ruhaniye”dir. Evet bütün hakîki saâdet ve hâlis sürur ve şirin ni’met ve sâfi lezzet, elbette Mârifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saâdete, ni’mete, envâra, esrâra; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. O’nu hakîki tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama ma’nen ve maddeten mübtelâ olur. Evet, şu perîşan dünyada, âvâre nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sâhipsiz, hâmîsiz bir sûrette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev’-i beşer içinde, bu perîşan fânî dünyada; insan, sâhibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçâre sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sâhibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine ilticâ eder, kudretine istinâd eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.

“ALLAH birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünkü: Sultan-ı Kâinat birdir, her şey’in anahtarı onun yanında, her şey’in dizgini onun elindedir; her şey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”

Îmanı elde eden rûh-u beşer; mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümânaatsız, her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saâdet sâhibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâl’in huzuruna girip, hâcâtını arzedebilir. Ve rahmetini bulup, kudretine istinâd ederek, kemâl-i ferah ve sürûru kazanabilir

Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü, sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp, levâzımâtını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhûde ızdıraba düşüp azap çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinâd et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul…

Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp, hüzne düşme. Yalnız dünyevî ehemmiyetsiz meyvelerini görüp dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefîne-i vücûdundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûm’a âidtir. Masarıf ve levazımatını, O tedârik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve O’na âidtir. Sen, o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak.

O hayat sefînesi, ne kadar kıymetdar olduğunu ve ne kadar güzel faideler verdiğini ve o sefîne sâhibi zâtın, ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret ve anla ki: Vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefînenin verdiği bütün netâic; bir cihetle senin defter-i a’mâline geçer, sana bir hayat-ı bâkîyeyi te’min eder, seni ebedî ihyâ eder.

Bütün mevcûdâtta sebeb-i medh ve senâ olan kemâlât O’nundur. Öyle ise, hamd dahi O’na âidtir. Ezelden ebede kadar her kimden her kime karşı gelen ve gelecek medh ve senâ O’na âittir. Çünkü sebeb-i medh olan ni’met ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medâr-ı hamd olan her şey O’nundur, O’na âittir.

Kâinatın ruhu, nuru, mâyesi, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da odur. Hayatı veren elbette O’dur, Hayy u Kayyûmdur.

Şu mevcûdât, irâde-i İlâhîyye ile seyyaledir. Şu kâinat, emr-i Rabbânî ile seyyaredir. Şu mahlûkat, izn-i İlâhî ile, zaman nehrinde mütemadiyen akıyor.. âlem-i gaybdan gönderiliyor, âlem-i şehâdette vücûd-u zâhirî giydiriliyor, sonra âlem-i gayba muntazaman yağıyor, iniyor. Ve emr-i Rabbânî ile, mütemadiyen istikbâlden gelip, hâle uğrayarak teneffüs eder, mâzîye dökülür.

Şu kâinatın Sâni-i Zülcelâli, Vâcibü’l-Vücûd’dur. Yâni: O’nun vücûdu; zâtîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümteni’dir, zevâli muhâldir ve tabakat-ı vücûdun en râsihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. Sâir tabakat-ı vücûd, O’nun vücûduna nisbeten gâyet zaîf bir gölge hükmündedir.

Şu dünyanın ma’nevî Güneşi olan hayat dahi, harab-ı dünya ile gurubundan sonra haşrin sabahında bâkî bir sûrette tulû’ edecektir. Ve cin ve insin bir kısmı saâdet-i ebediyeye ve bir kısmı da şekâvet-i ebediyeye mazhar olacaktır. Mâdem Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözler bu hakîkatı kemâliyle isbat etmişler, sözü onlara havale edip yalnız deriz ki: Sâbık beyânatta kat’i isbat edildiği üzere: Nihayetsiz bir ilm-i muhît ve hadsiz bir irâde-i külliye ve nihayetsiz bir kudret-i mutlaka sâhibi olan şu kâinatın Sâni-i Hakîm’i ve şu insanların Hâlık-ı Rahîm’i bütün semâvî kitabları ve fermanlariyle Cennet’i ve saâdet-i ebediyeyi nev’-i beşerin ehl-i îmanına va’detmiştir. Mâdem va’detmiştir, elbette yapacaktır. Çünkü va’dinde hulf etmek ona muhâldir. Çünkü va’dini îfa etmemek, gâyet çirkin bir noksandır. Kâmil-i Mutlak noksandan münezzeh ve mukaddestir. Va’dettiğini yapmamak, ya cehlinden veya aczinden yapamaz. Halbuki o Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Külli Şey hakkında cehl ve acz muhâl olduğundan, hulf-ü va’d dahi muhâldir

Eğer her mahlûk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehad’e isnad edilse ve onlar O’na intisâb etseler; o vakit o intisâb kuvvetiyle ve seyyidinin havliyle, emriyle; karınca, Fir’avn’ın sarayını başına yıkar, baş aşağı atar.. sinek, Nemrud’u gebertip Cehennem’e atar.. bir mikrop, en cebbar bir zâlimi kabre sokar.. buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının destgâhı ve makinası hükmüne geçer.. havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir. Bütün bu kolaylık, bilbedâhe me’muriyet ve intisâptan ileri geliyor

Senin üzerine haktır ki: Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir

Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et; onun ref’ine çalış. Hem en ziyâde sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için, mü’minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen; kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et.

Beşerin hayat-ı içtimâî-sinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşe’i iki kelimedir:

Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?”

İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”

Bu iki kelimeyi de idâme eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimâîyi tedâvi edecek tek çâre, zekâtın bir düstûr-u umûmî sûretinde icrasiyle, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır. Hem değil yalnız eşhasta ve husûsi cemâatlerde, belki umum nev’-i beşerin saâdet-i hayatı için en mühim bir rükün belki devam-ı hayât-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü beşerde, havas ve avam iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan ve avamdan havassa karşı hürmet ve itâatı te’min edecek, zekâttır. Yoksa yukarıdan avamın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer dâimî bir mücadele-i ma’nevîyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi sûretinde boğuşmaya başlar.

Ey kanaatsız hırslı ve iktisadsız israflı ve haksız şekvâlı gâfil insan! Kat’iyyen bil ki: Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasâretli bir küfrandır. Ve iktisad, ni’mete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır. İsraf ise, ni’mete çirkin ve zararlı bir istihfaftır. Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Tahammül etmezsen “Yâ Sabûr” de ve sabır iste; hakkına râzı ol, teşekki etme. Kimden kime şekvâ ettiğini bil, sus. Her halde şekvâ etmek istersen; nefsini Cenâb-ı Hakk’a şekvâ et, çünkü kusur ondadır.

Ehl-i dalâlet için dünya, firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için ma’nevî bir Cehennem hükmüne geçer. Herşey onun için; ani bir vücûd ile, hadsiz bir adem ihâta ediyor. Bütün mâzî ve müstakbel, zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı hâlde, bir hazîn nûr-u vücûd bulabilir. Fakat sırr-ı Kur’ân ve nûr-u îman ile, ezelden ebede kadar bir nûr-u vücûd görünür; ona alâkadar olur ve onunla saâdet-i ebediyesini te’min eder.

Terakkiyat-ı beşeriyenin kısm-ı a’zamı ve keşfiyatları, bir nevi duâ neticesidir. Havârik-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medâr-ı iftihar zannettikleri emirler, ma’nevî bir duâ neticesidir. Hâlis bir lîsan-ı isti’dâd ile istenilmiş, onlara verilmiştir. Lîsan-ı isti’dâd ile ve lîsan-ı ihtiyac-ı fıtrî ile olan duâlar dahi bir mâni olmazsa ve şerâit dahilinde ise, dâima makbûldürler.

Başka Sözler’de îzah edildiği gibi, duâ bir ibâdettir. Abd, kendi aczini ve fakrını duâ ile ilân eder. Zâhirî maksadlar ise; o duânın ve o ibâdet-i duâiyyenin vakitleridir, hakîki fâideleri değil. İbâdetin fâidesi, âhirete bakar. Dünyevî maksadlar hâsıl olmazsa, “O duâ kabûl olmadı” denilmez. Belki “Daha duânın vakti bitmedi” denilir.

Mâdem şu kâinatın Hâlıkı, her nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halkedip, o nev’in medâr-ı fahri ve kemâli yapar. Elbette esmâsındaki İsm-i Â’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmâsında bir İsm-i Â’zam olduğu gibi, masnûâtında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemâlâtı o ferdde cem’edip, kendine medâr-ı nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktır. Çünkü enva’-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve her halde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünkü: Zîhayatın enva’ı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünkü: Zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her halde o ferd Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü; zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiç bir tarih, O’nun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zîra O zât Küre-i Arz’ın yarısını ve nev’-i beşerin beşten birisini, saltanat-ı ma’nevîyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı ma’nevîyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün enva’-ı hakâikte bir “Üstad-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakiyle, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sâhib olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başiyle bütün dünyaya meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyâde insanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân’ı göstermiş bir zât, elbette O Ferd-i Mümtazdır, O’ndan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi O’dur.

Risale-i Nurlardan sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır