Her güne yeniden başlamak

“Sayısız güzellik doğar da her günde birini sevmek için bir ömür yetmez” — F. Nafiz Çamlıbel

Her sabah pencereyi açıp, gördüğüm manzara karşısında söylediğim duadır bu: “Allah’ım, güzel bir güne başlamayı nasip et.”

Anlamadan ve ağlamadan edemiyorum! Allah’ın güzellikleri saymakla bitmiyor. Çiftçilerin ümitle beklediği yağmurlar, nihayet geldi… Rahmet çatlamış topraklara dudaklarını değdirdi.. Hafiften üşüten bir sabah var. Biraz yorgunum ama, temiz havayı ciğerlerime çektikçe, içimdeki mahmurluk git gide açıldı.

Küçük, sarışın bir kız çocuğu uzaktan sabah kahvaltısı için aldığı ekmekler elinde, neşeyle eve dönüyor. Uzaktan el sallıyorum ve merhabalaşıyoruz. Çevresini kuşatan güzelliğin bu çocuk bile farkında. İşte içten bir “merhaba” gönülleri fethetmeye yetiyor. …

Serçeler, çöp sepetinde yiyecek arama telâşında. Islanmışlar belli. Ama yağmurda ıslanmak onları korkutmuyor. Başka elbiseleri de yok ama aldırmıyorlar buna. Belki de bu bahar yağmurlarını sever kuşlar. Çılgınca bir neşe içindeler, keder dağıtıcı bir neşe bu. Önce bir ikisi çöp kutusunun içine kadar giriyor, bir tanesi de nöbet tutuyor kutunun üstünde.

Çok değil daha iki ay önce bahçedeki küçük ağaçlarımızın kuru dallarında hemencecik fark ettiğimiz bu kuşlar, şimdi yemyeşil yaprakların arasında gizleniyorlar. Her yer “cihetsiz kuş sesleri” ile dopdolu. Her yer onların. “Haydi bu şenliğe biz de katılalım” diye hareketleniyoruz. Bir-iki dilim kuru ekmek parçasını ıslatıp atıyoruz önlerine ve gelmelerini bekliyoruz merakla…

Önce kırlangıçlar geliyor bir iki pike yapsalar da pek de aldırış ettikleri yok bize.. Çünkü şu sıralar yuva yapma telâşındalar. Üstelik çamurlu toprak ve bir iki kuru yaprak peşindeler.

Sonra kurnaz kargalar belirdiler birden, onlar da birkaç alçak uçuş yapmakla beraber, herhalde ortamı güvenli bulmamış olmalılardı ki, hiç iltifat etmediler. Serçeler ise sahneye çıkmakta çok gecikmedi. Kimi ufak, kimi iri bir lokma kapıp, en yakın ağacın dallarına tüneyip, rızıklarını öteye beriye saçarak iştahla yemeye başladılar. saçılanlar karıncaların…

Dünya, her gün ve her sabah bu neşeli ve cıvıltılı seslerin içinde uyanıyor. Kim görüyor bu manzarayı? Belki de öldüğümüz gün anlayacağız, yaşarken ne fırsatlar kaçırmış olduğumuzu. Ama umarım böyle olmaz.

Küçücük penceremden dünyayı seyrediyorum. Keşke bu her zaman mümkün olabilse. Demek ki, Balzac’ı hatırlıyorum. Babasının kendisine verdiği ilk yazı derslerini..

Balzac’a yazı yazmaya nasıl başladığı sorusu yöneltildiğinde, şu anısını aktarıyor: “Babam, her gün evimizin, yüzü tarlalara dönük penceresinin önündeki bir sandalyeye oturturdu beni. Ve buradan, ne gördüğümü yazmamı isterdi. Bir gün, iki gün, üç gün, aylarca devam etti bu. Önce kızıp, sinirlenirdim. Göz yaşlarımı içime atardım. “Bir pencereden her gün görünenden başka ne görülebilir ki,” derdim kendi kendime. Fakat gerçek, hiç de öyle değilmiş. O pencereden, meğer çok şeyler görülüyormuş. Başlangıçta her gün yazdıklarım birbirine benziyordu. Sonra değişti bu durum. Çünkü ruhumun iklimleri değiştikçe, dışımdaki manzaranın da değiştiğinin farkını görüyordum. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, yazarlığımın ilk çekirdeğinin o günlerde atıldığını zannediyorum. Belki de babam, ben pencereden aynı şeyleri görmemeyi başladığım gün, belki de yazarlığıma ilk adımımı atmış olacağıma inanıyordu kimbilir?..”

Lise yıllarından beri bu hatıra, benim de hafızamdan hiç silinmedi. Hep bir sandalyenin üzerine oturup, kırık dökük de olsa ahşap bir camdan rüzgârın uğultusunu duya duya dışarısını seyretmek arzusunu taşıdım hep. Ağaçları, kuşları, insanları, bulutları her şeyi çocuk gözüyle seyretmek istedim.” …

Tiyatroda küçük bir dekoru değiştirmenin nelere mâl olacağını, erbabı bilir. Onun için bir tiyatro oyununda en çok sevdiğim şey sahnesi her perdede değişen bol dekorlu oyunlardı. Allah’ımın dünyası, her an değişen dekoruyla hem de can kaynayan haliyle gözlerimizin önünde duruyor. Bu güzellikleri seyredecek gözler aranıyor. Biliyorum, bir göz yetmez bu güzellikleri görmeye. Binler gözler gerek.

Allah’ım dünyan ne güzel!

Biz misafir kullarına her sabah yeniden açtığın bu perdeyi, binler gözle seyretmek istiyorum. Tıpkı semadan bu güzelliği seyreden, melekler ve ruhanîler gibi. Şükür ki, meleklerin var. Biz bu güzelliğin şahidi ve seyircisi olamadığımız anlarda, onlar “maşallah, barekâllah” diyerek, seyrettiklerinden eminim. Hem de, her bir yerdeki, hiçbir karesini kaçırmamacasına. Hayatımızı kuşatan böylesi bir boyutu da var bu güzelliklerin…

Daha dün, bir karışı geçmeyen çimenler, bu gün diz boyu. Ve çiftçiler ellerinde tırpanlarıyla hummalı bir şekilde onları topluyorlar. Ağılda bekleyen hayvanlar için, mis gibi kokan yeşil otlar, balya balya arabalara yükleniyor. Durduk yerden rızk çıkıyor. Topraktan yiyecek fışkırıyor. Rızıklar dökülüyor. Demek ki toprak, kendi kendine açılmıyor. Vakti gelmeden bu nimetler verilmiyor ellerine. Sanki bir servis penceresi gibi, sınırsız rızkı yükleyip gelir her dal, her ağaç her bir karış toprak. Kendileri ne yaptıklarını, kimin için çalıştıklarını bilmeseler de, gayesiz, hikmetsiz başı boş bir üretim içinde değiller. Faaliyetin adresi belli. Odak noktası insan…

Her şey onun için. Rabbimiz bu güzellikleri görmemiz ve duymamız için gözümüze ve kulağımıza sesleniyor. …

İşte bir insan kendi küçük odasında ufacık pencereden minnacık gözleriyle dünyayı seyrediyor. Gözbebeğiyle küçük siyah noktası ile karadelik gibi kâinatı yutuyor, içine çekiyor adeta. Bir defacık olsun bakmayan, görmeyen ne büyük kayıpta.

… Allah’ım, görmeyen ve bakmayan gözler adedince, bir kerelik de olsa, her göz hakkı için bir bakış lutfet. Her sabah taze bir başlangıç yapıp, yeniden doğalım dünyana, yeniden bakalım güzelliklerine. Allah’ım kalbimizi boş şeylerin peşinden koşturma, yordurma. Yorgun düşmüş ruhumuza bu sahneyi, bu dekoru defalarca seyretmeyi nasip et. Dinlensin gözlerimiz, güzelliklerinde…

Demlensin fikirlerimiz eşsiz eserlerinde. Bediüzzaman’da, yaz-kış demez, her gün kırlara çıkar tefekkür edermiş. Bir ânını boş geçirmezmiş. Kâinata öylesine bir gözle bakmış ki, bu tefekkürünün meyvesi altı bin sayfalık eserleri olmuş, önümüzde duruyor. Yürürken yanındaki talebelerine, şu dersi verirmiş. “Ben nasıl boş, durmuyor kâinat kitabını okuyor isem, siz de boş durmayın gözlerinizle kâinat kitabını okuyun”

Sokrat da, seyahate çıkacak bir öğrencisine “Gözlerini yanına almayı unutma” diyor. İnsana yakışan, ipince bir tavsiyede bulunuyor. Çünkü bu güzellikleri kaçırmak, insana ne kadar pahalıya mâl olacağını o da gayet iyi biliyordu.

Sözümüzü Hz. Peygamberin diliyle ve duasıyla tamamlayalım: “Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız bize burada tattırdığın nimetlerin asıllarını, menbalarını göster. Bizi bu çöllerde mahvettirme, bizi huzuruna al…”

Selim Gündüzalp

Zafer Dergisi