Her İnsanın Kabiliyeti Nisbetinde Amel Etmesi Gerektirir

        Bütün insanların içinde olan ruhu, rızk ve maişetine onu sevk edecek fıtri bir kabiliyet mevcut olmaktadır ki, başka bir tabirle bu vücuda faydalı şeyleri cezb ve celbeden kuvvettir. İnsanın ruhu bir an başka tesirlerden azade kalırsa, o zaman derhal nefsinden soru sormaya başlar. Eğer insan hislerine uymayıp ruhunun sesini işitirse asla ahiret sesini bırakamaz. Derhal var gücüyle ȃhiret yurdunu tamir etmesine çalışır ve dünyasına çalıştığı kadar ȃhiretine de çalışmak zorunda kalır. Bundan dolayı ulema: “İnsanın içindeki fıtri kabiliyeti ona ȃhiret için mutlak bir surette çalışmayı emreder.” Demektedirler. İlȃhiyatta hükmi geçenlerin çoğu bu yolda gitmişlerdir.

İnsanda nefis ve ruh olmak üzere, görünmez ve tutulmaz bedende tasarruf eden iki unsur bulunmaktadır. Nefis maddeden alȃkasını bir an keserse, insanın ruhu ona üç soruyu sorar: “Sen nereden geliyorsun? Ne için bu dünyaya geldin? Beden kafesine için girdin? Nereye gidiyorsun?”

Bu soruların cevabından aciz nefis, başta munakaşaya başlasa da, bu soruların cevaplandırılmasından kaçar. Çünkü nefis madde ȃleminde yaratıldığı için, manyı kavramaktan ȃcizdir. Şu hayatın debdebesi ona süslü göründüğü gibi, o da madde hayatını ruha süslü püslü  göstermek , ruhun bütün dikkatini maddeye çekebilmek. Yani onu aslından uzaklaştırmak ister.

” Kadınlara, oğullara, yiğın  yiğın biriktirilmiş altın ve gümüşe, atlara ( bineklere, deve, sığır koyun ve keçi gibi) hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskȃrȃne sevgi, insanlar için (nefislerine) bezenip söslenmiştir. Bunlar dünya hayatının birer faydasıdır. Nihaya Allaha dönüp varılacak yerin (cennetin) bütün güzelliği O’nun nezdindedir.”(Ȃl-i İmran) mealindeki Ȃyeti Kerime nefsin bu fıtrȋ kabiliyetine işaret etmektedir. Yani nefis ruhu, şehevȃnȋ kuvvetle, şühret, ve serveti kendini büyük görmekle aldatır) mealindeki Ȃyeti Kerime nefsin bu fıtrȋ kabiliyetine işaret etmektedir. Yani nefis ruhu, şehevȃnȋ kuvvetle, şöhret ve serveti büyük görmekle aldatır. Aldatmak için de Ayette zikredilen şeyleri söslü püslü gösterir. Çünkü Allahu teala da bunları en güzel biçimde yaratıp hazırlamıştır. Ancak nefis ruha dünya debdebesinin ebediliğine inandırır. Nefis bu istek ve arzularını izah edince, ruhta nefse yönelir. Ve şöyle der: “Nereden geliyorsun?” Sonra ona anlatır: “Sen de bu kȃinatla beraber yokluk ȃleminden geliyorsun. O halde kim seni yarattı? Kim yarattı ise o seni öldürecek ve sen de ister istemez Allahın huzuruna gideceksin. Öyle ise ona dön. Varacağın yer için hazırlık yap. Bu gördüğün dünya maddesiyle sıfatıyla muvakkattir. Sen de muvakkatsin. Öyle ise seni hiçten var eden O Allaha dön.”

Ruh kendisinin ve nefsin nereden geldiklerini nereye gideceklerini bilir. Allahı bilir cenneti ve cehennemi bilir. İşte fıtri kabiliyet dediğimiz bu ruhun bilgisidir. Ruh nefse esir olduğu zaman, fıtri kabiliyetinden uzaklaşmış bulunmaktadır. Fakat fırsat buldukça, nefse esir de olsa yine bildiklerini bildirir ve ruh nefisi ȃl’ȃyı illiyyȋne çıkarmak ister. Amma insan dünya hayatın endişesine, şöhret, şehvet ve riyaset peşine düştüğü için, bu fıtri kabiliyetinden gafil kalmaktadır. Nitekim Ȃyet-i Kerȋmede bu mana şöyle tasrih olunmaktadır.

“O halde (habibim) Sen bir muvahhid olarak yüzünü dine, Allah’ın o fıtratına tam çevir. Zira O insanı bunun (fıtratın) üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratması başka bir şeyle değişmez. Ve bu (doğuşta mevcut fıtrat) dimdik bir dindir. (kanun ve nizam), fakat insanları çoğu bunu sezmemektedir.” (Er-Rum 30) buyurulmuştur. İnsanın fıtrȋ bilgisi Allah’ı bir bilir, ebediliğini sezip idrak eder. Amma nefis ruhu bu bilgiden uzaklaştırmaktadır. “Dimdik doğuşta mevcud, bu tertemiz duygu ve histen ibaret fıtrat; hanif bir dindir.” diye başka bir Ȃyette de tasrih buyurulmuştur. Bu fitri bilgi ve kabiliyet her doğan çocukta mevcuttur. Billhassa gaflete dalmış ve fıtratından uzaklaşmış anne ve baba, çevre ve telkin, özellikle yanlış telkin sebebiyle bu fıtrat zaman zaman zayıflar. Nefis ruhun sesini, feryadu fiğanını saf-i nazar eder. Nitekim Hadisi Şerifte de bu mana şöyle açıklanmıştır. “Her doğan ancak İslam fıtratı üzere doğar (dünyaya gelir). Bundan sonra annesi ve babası onu Yahudi, Nasrani, veya Mecusi yapar. Nitekşm hayvan da sapa sağlam ve derli toplu bir mahluk olarak dünyaya geliyor. Onda hiç bir kesiklik görürmüsünüz?” Buyurulmuştur. Nasılki insanın kabiliyetinde konuşmak, düşünmek, rızkı temin etmek bulunuyorsa, öylece Allah’ı bir bilmek ve kȃinatın hȃdis (sonradan) olduğunu bilmek kabiliyeti de insanda mevcuttur. Ne fayda ki insȋ ve cinnȋ şeytanlar onu bu fıtratından uzaklaştırır, mağlub eder ve kendi hesabına esir olarak çalıştırırlar. Halbuki ruh her fırsatta fıtratına dönüş yapmak ister. Allah’a tapmak ister. O ruhun hürriyeti de oradadır ve hürriyetine şiddetle kavuşmayı arzular.

“Her doğan fıtrat üzere doğar hali; o ruh kendisinde ki hali ile açıklayacak kadar. Onun durumu meramını ifa edince artık, ya şükür edici, yahud da  nankőr olur.” Buyurulmuştur.

Bu Ayet ve Hadislerden anlıyoruz ki: Allah’u Teala, yemek, insanın içmek ve elbise giymek hissine meyilleri ve vücud ve hususi azalara  lazım olanlarının umumunu yarattığı gibi. Kalpte de islam fıtratını, dini hisleri ve ona göre ibadet ve amel etmek arzusunu da yaratmıştır. İşte bu yaradılan fıtri kabiliyet insanı ibadete amele, itaata ve ibadete davet etmektedir. Bazı insanların nefisleri ruhlarına itaat eder, davetine icabet eder. Şüphesiz ki bir kısmın da nefisleri  ruhlarına esir olarak doğarlar. Bunlar,”ELEST” ȃlemindeki fıtratından şu ana kadar hiç ayrılmayan salih olarak doğan insanlardır. Bunlar çok azdır ve bunlar bizim bahsimize mevzu değildir. Zira Allah’u Teȃlȃ bunları yol göstermek için, seçkin ve üstün yaratmıştır. Bütün Peygamberler Aleyhimüsselam, asfiya, evliya ve suleha bu kabildendir…

Bu bilgileri kardeşlerle paylaşan Abdülkadir HAKTANIR

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: