Her Şey Nefes Alabilmemiz İçin

Sürekli nefes alıp vermek zorundayız. Buna bu kadar ihtiyaç duymamızın sebebi, vücudumuzda her an gerçekleşen milyarlarca biyokimyevî işlemin, oksijen sayesinde gerçekleşiyor olmasıdır.

Şu anda bu yazıyı gören gözümüzün görmesinde bile, oksijenin rolü vardır. Gözümüzün retina tabakasındaki milyonlarca hücre, oksijenle beslenmektedir. Kanımızdaki oksijen miktarı düşünce, gözümüz kararır. Vücuttaki kasların, bu kasları oluşturan hücrelerin bütününde, karbon bileşiklerini yakarak, yani oksijenle reaksiyona girerek enerji üreten merkezler vardır.

Havayı içimize çektiğimiz anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küre şeklindeki küçük kesecik (alveol), yüksek basınçta oksijenle dolar. Bunların duvarlarını kaplayan kılcal damarların içinde ise oksijen çok azalmış ve basıncı düşmüş olduğundan, oksijen kılcal damarlara geçerek kanımızdaki muhteşem hizmetkârlar olan alyuvarların içindeki hemoglobine bağlanarak taşınır. Önce kalbe sonra da vücudun her tarafına bir koşu başlar.

 

Vücudumuzun her yerinden akciğere gelen alyuvarlar, oksijeni akciğerden alıp ihtiyaç sahibi hücrelerin enerji santraline, hücrelerde atık madde olarak açığa çıkan karbondioksiti ise akciğere taşırlar. Ve içimize çektiğimiz temiz (oksijenli) havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.

Görüldüğü gibi; hem nefes alışımız, hem de verişimiz ayrı ayrı büyük nimetlerdir ve çok önemli faaliyetlerdir. Ayrıca karbondioksit çıkarken de ayrı bir özel nimete sebep yapılarak konuşmamız sağlanır ve kelime meyvelerine dönüşür. Demek her nefeste iki defa şükretsek dahi diğer sayısız nimet bizden şükür bekler. Ayrıca atık durumundaki gaz, bitki yapraklarında şeker ve oksijen olarak tekrar bizlere ayrı nimetler olarak döndürülür…

Öyle değil böyle olsaydı?..

Akciğerlerin içindeki odacıklar ve bu odacıklara giden kanallar dardır. Allah (cc) bunda da hikmetler, faydalar gözetmiştir. Evet, bu kanalların çapı da, havanın yoğunluk ve basıncının rahatlıkla hareket edebileceği değerdedir.

Hava basıncı 1 atmosfere tekabül eder. Bu da parmak ucu kadar yere 1 kilogramlık basınç demektir. Deniz seviyesinde, bir litre havanın yoğunluğu bir gramdır. Görüldüğü gibi hava, tüy gibi hafifliğine karşı, muazzam bir basınca sahiptir.

Soluduğumuz havanın akışkanlığı ise, suyun elli katı kadardır. Bu değerler, gerçekte hayatımız için çok kritik ve hassas ölçülerdir. Eğer atmosferin yoğunluğu biraz artsa, nefes almak, bir enjektöre bal çekmek gibi zorlaşacaktı. Bu durum karşısında, “O zaman enjektörün iğnesi kalın olabilir” demek, yani akciğer kanallarının daha geniş olmasını düşünmek de faydasız olacaktır. Çünkü akciğerlerin hava ile temas eden alanı çok küçülecek ve akciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan uzaklaşacaktı. Havanın yoğunluğu veya akışkanlığı biraz daha fazla olsaydı, bu durumda hava direnci büyük oranlara çıkacak ve bir canlıya ihtiyaç duyduğu oksijen miktarını sağlayacak solunum sistemi olmayacaktı. Yani mevcut durum her haliyle Allah’ın bizim lehimize olan tercihlerini apaçık gösteriyor…

Peki atmosfer basıncı şu anki değerinden fazla değil, beşte bir nispetinde düşük olsaydı ne değişirdi?

Buharlaşma ve kaynama açık hava basıncının bir fonksiyonu olarak değiştiğine göre, denizlerdeki buharlaşma nispeti artacak ve atmosferde yüksek miktarlara varacak olan su buharı, Dünya üzerinde sera tesiri yapacaktı. Bu ise, Dünya ısısının aşırı derecede yükselmesi demektir.

Atmosfer basıncının şu anki değerinden bir kat daha yüksek olması durumunda ise, atmosferin su buharı nispeti öylesine azalacaktı ki, Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını çölleşecekti.

Bütün Bunlar Bizim İçin

Burnumuzun ucunda adeta nöbet bekleyen hava, ayağımızın altındaki yeryüzü, bizi sırayla birbirine teslim eden gece ve gündüz, Güneş, bizim için kilometrelerce yol kat’eden bal arısı gibi canlılar… Şöyle bir baktığımızda, bütün varlıkların yaptıklarının ve işlerinin bize baktığını, bizim faydamıza olduğunu fark ederiz.

Oysa bu kâinat ve içindeki şeyler bizlere kendi arzularıyla hizmet etmezler.

Bizi Yaratan, sesler dünyasına karşı kulağımızı açmış, renkler ve ışık dünyasına karşı gözümüzü açmış, kafamıza da öyle bir dimağ, sînemize öyle bir kalp ve ağzımıza öyle bir dil koymuş ki, bu cihaz ve organlarla İlâhî lütuf ve ihsanların bütün çeşitlerini idrak edecek terazi ve âletleri de yaratıp vermiş. Kokuları, tatları ve renkleri, o âletlere yardımcı olarak vermiş. Sadece atmosfer ve içindekilerin her birisi birer ibret ve hakikat habercisi. İşte bütün bu yardımların sebebini ve sahibini hatırlatan bir âyet-i kerime:

“Hem göklerde ve yerde ne varsa, hepsini Kendi tarafından bir lütuf olarak hizmetinize veren de O’dur.” (Câsiye Suresi, 13)

Ve âyetin devamında, bu dünyanın ve hayatın anlamını çözebilenlere, yani Allah adına bakanlara işaret ediliyor:

“Elbette bunda, düşünecek kimseler için ibret vardır.”

Kısa kısa…

Bir nefes hava alabilmemiz dahi, Dünya atmosferindeki gazların dengede tutulmasına bağlıdır. Atmosferin solunum için ideal yoğunlukta olması da, tesadüfün bu ince tedbire karışamayacağını anlatır.

Akciğerlerimizde 300 milyon odacığın küçücük bir alana sığıştırılması da; Âlemler Rabbinin ilmini, kudretini, rahmetini ne güzel gösteriyor… Evet, en güzel yaratılışla sıkıştırılmış olan akciğer düz bir yüzeye yayılsaydı, bir tenis kortu kadar geniş bir alanı kaplayacaktı. İşte bu kadar devasa bir organı küçücük bir alana toplayıp ona mükemmel işler yaptırması, Allah’ın ilmini, kudretini ve sanatını ve en önemlisi de bize olan sevgisini ne güzel anlatır.

Prof. Dr. Osman Çakmak – Zafer Dergisi