Hidâyet ve Dalâlet

Hayır ve şerrin Allah’tan olması cihetiyle, insanları hidâyete erdiren ve dalâlete düşüren ancak O’dur. İnsanlar birbirinin hidâyet ve dalâletine sadece sebep olurlar. Hidâyet ve dalâleti Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasını yanlış anlayan bazı kimseler, “Hidâyet Allah’tandır, O nasib etmedikten sonra insan doğru yola giremez.” diyerek, hem başkalarını ikaz ve irşad etme yolunu kapatmakta hem de kendilerini kusurlarından mâzur göstermek istemektedirler.

Önce şunu belirtelim: Cenâb-ı Hakk’ın dilediğine hidâyet buyurması câizdir. İnsanları saadete erdiren ve şekavete düşüren ancak O’dur. Lâkin Hâlık-ı Hakîm’in bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun kendi cüz’î iradesini kötüye kullanması sebebiyledir. Yoksa kul kendi kabiliyetini dalâlete yöneltmedikçe, Cenâb-ı Hak onu o yola sevketmez.

Aynı durum hidâyet için de söz konusudur. Nasıl ki insan rızık için gerekli bütün teşebbüsleri yaptıktan ve sebeplere tevessül ettikten sonra neticeyi Allah’tan bekler. Zira Rezzâk (rızık verici) ancak O’dur. Sebepleri mükemmel bir şekilde yerine getirmekle rızkı elde etmeye muhakak gözüyle bakamaz. Aynen öyle de bir kimseye Allah’ın emir ve yasaklarını en güzel bir şekilde tebliğ eden insan, neticeye kesin gözüyle bakamaz. Zira Hâdî (hidayete erdirici) ancak Allah-u Azimüşşân’dır. O Zât-ı Zülcelâl’in dilediğine hidâyet vermesi ise, hidâyet şartlarına riayet eden kimseye, dilerse hidâyet vereceği demektir. Yoksa hidâyet sebeplerine teşebbüs etmemek mânâsına gelmez. Bu düşünce tarzı rızık misâlinde, tarlaya tohum ekmeden mahsul beklemeye benzer.

Bu noktada bir hususun açıklanması gerekmektedir. Tarlasına tohum ekemeyen kimsenin mahsul alamayacağı kesindir. Her sebebe hakkıyla riayet eden kimse ise, yüzde doksan dokuz ihtimalle mahsule kavuşur. Yüzde bir ihtimal ile dolu, sel, kuraklık gibi bir musibet söz konusu olabilir. İşte, az da olsa netice alamama ihtimalinin bulunması, insanın dergâh-ı İlâhiye’ye iltica etmesi ve O’na yalvarması hikmetine binâendir. Bu hakikat, hidâyet meselesi için de söz konusudur.

Misâllerin hakikat yıldızlarını gözetmekte birer dürbün vazifesi görmesi kaidesince,

“Sana gelen iyilikler Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”9

âyetinde beyan olunan bu hakikati bir temsil ile açıklamaya çalışacağız.

Bir padişahın, memurlarından birisine kâfi miktarda altın vererek, bunların bir kısmıyla Kur’ân-ı Kerîm tab’edip dağıtmasını emrettiğini, diğer kısmıyla da ahalinin ibâdeti için Süleymaniye gibi bir cami, ilim ve irfan sahasında terakkileri için Fatih Külliyesi gibi bir külliye ve düşmana karşı en güzel şekilde hazırlanmaları için de Selimiye gibi bir kışla yaptırmasını ferman buyurduğunu farzediniz. Bu memur verilen emirleri aynen yerine getirdiği takdirde, ortaya çıkacak hayırlı neticelere sahip çıkabilir mi? “Bütün bu Kur’ân-ı Kerîmleri ben bastırdım, bu cami, külliye ve kışla hep benim eserlerimdir.” diyebilir mi?

Fakat o memur, padişahın emrinin hilâfına, altınlarla Kur’an bastırmak yerine, insanların itikad ve ahlâkını bozacak eserler bastırarak dağıtsa; cami, külliye, kışla yerine insanları ahlâken sukut ettiren rezalet yuvaları açsa, gençleri devlete ve millete düşman hale getirecek kamplar kursa bütün bu faaliyetlerin neticesi olarak cemiyet hayatı alt üst olsa, bu adam diyebilir mi ki, “Bütün bu işleri padişah yaptı, çünkü bana bunları yapmam için gerekli sermayeyi o verdi?”

Her iki hâlde de sermayeyi veren padişahtır. Sermaye padişahın emri üzerine kullanıldığında bütün şeref ona aittir. Emrinin aksine kullanıldığında ise, ortaya çıkacak bütün şer ve tahribat sermayeyi yanlış yolda kullanan kişiye ait olur.

Cenâb-ı Hak da herbir insana akıl, hâfıza, hayal gibi hârika cihazlar takmış ve herbiri ayrı bir âlemin kapısını açan görme, işitme, korkma, sevme gibi nice hisler vermiştir.

Gözün büyüklüğünü ve görme sahasını iradesiyle takdir ettiği gibi, neye bakılıp neye bakılmayacağını da hikmetiyle tâyin etmiş ve tercihi insanın cüz’î iradesine bırakmıştır. Aynı şekilde, insanın neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğini, neyi konuşup neyi konuşmayacağını tesbit etmiştir. Bütün âzâların ve lâtifelerin kendi emri üzere kullanılması hâlinde, insana mükâfat olarak Cennet’te ebedî bir saadet ihsan edeceğini de vaad etmiştir.

İşte insan, Hak Teâlâ’nın ihsan ettiği bu büyük sermayeyi O’nun rızası istikametinde kullandığında, ortaya çıkan dünyevî ve uhrevî neticeleri Allah’tan bilmeli ve O’na minnettar olmalıdır.

“Lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz.”

hakikatini rehber edinerek, kendisine ihsan edilen nimetleri gasb ve temellük etmemelidir. Cenâb-ı Hakk’ın ona lütfettiği bu büyük sermayeyi, O’nun rızası hilâfına kullanan kimse, elde edeceği şerli neticelerden elbette ki tamamen mesul olacaktır.

İnsanın yaptığı güzel ve hayırlı işleri kendine maletmesi doğru değildir. Zira insan bu yönüyle çok zaiftir gücü ve kuvveti hiç hükmündedir. Bediüzzaman’ın dediği gibi;

“Çünki sen iyilik ve icad ettiğin vakit, yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin.”10

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

9. Nisa, 4/79.
10. Sözler.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: