Önceki akşam İstanbul İlim ve Kültür Vakfının “uluslararası genç akademisyenler” onuruna düzenlediği yemekteydik. Salonda dünyanın dört bir yanında bulunan çeşitli üniversitelerde görev yapan genç akademisyenler bulunuyordu. Hepsinin ortak özelliği “Bediüzzaman” hakkında akademik çalışmalar yapmasıydı.
Benim oturduğum masada oturan hanımların tümü de yabancı idi ve hepsi de Bediüzzaman hakkında çalışmalar yapan ve hayranlık duyan kimselerdi. Bu güler yüzlü hanımlarla önce selamlaştık ve sonra ortak dil İngilizce ile tanıştık. Biri Nijeryalı, birisi Arap, birisi Mısırlı ve hemen yanımda oturan ise Ugandalı bir siyahî hanımdı.
Adı Haniya idi.
Haniya masadaki yemeklerden yemediği gibi mahzun bir şekilde dalıp dalıp gidiyordu ve onun bu hali beni daha da kendisine yaklaştırdı, yakınlaştırdı.
Bu arada masasında duran cep telefonları dikkatimi çekti. Sanırım ti Türkiye’de arasak bu kadar eski model bir cep telefonu bulamayız herhalde. Ancak Ugandalı o hanımın elindeki cep telefonu bu ülkelerin ekonomik durumları hakkında da ipucu verdi bana.
İçimden kendi kendime sorup duruyordum.
Uganda neresi, Türkiye neresi diye soruyor ve Bediüzzaman gibi kendi ülkesinde sürgünden sürgüne gönderilmiş, neredeyse ömrünü sıkıntılarla geçirmiş bir din âliminin böyle dünyaya seslenmesine hayret ediyordum içten içe.
Japonyalı genç kadın akademisyenin Bediüzzaman çalışması ne kadar hayrette bıraktıysa beni, Amerikalı rektör profesörün ona yakın kitabını Bediüzzaman üzerine yazıp bir de “Keşke Hristiyanların da Bir Bediüzzaman’ı olsaydı” diye duygularını samimi olarak salondakilere anlatması açıkçası beni çok duygulandırdı.
Hıristiyan dünyasından birçok ilim adamı vardı salonda ve hepsinin ortak düşüncesi de bu yöndeydi. Bir de Birleşik Arap Emirliklerinden gelen bir Profesörün konuşması vardı ki çok ilginçti: Diyordu ki Arap profesör:
“Bediüzzaman evlenmemiştir ve çocuk sahibi olmamıştır ama işte bakın görün artık dünyada milyonlarca evladı var onun, keşke bu günleri görseydi, keşke artık Risalelerin dünyada okunduğunu bilseydi. Bediüzzaman bütün çağların din âlimidir.”
Değerli ağabey Mustafa Çalışan’nın sunuculuğunu yaptığı gecede konuşan İlim ve Kültür Vakfı Başkanı Prof.Dr. Faris Kaya Hoca, Bediüzzaman gibi bir dehanın bütün dünya üniversitelerinde tez konusu yapılmasının bir tesadüf olmadığını, Bediüzzaman’ın dünyada da artık fikirleriyle, eserleriyle bir rol model olarak tanınıp benimsendiğini ve hayranlık duyulduğunu ifade etti.
Bu galada yabancı akademisyenlerin yanı sıra iş, sanat, medya ve siyaset dünyasından birçok tanınmış isim vardı. Özellikle Bediüzzaman’ın talebeleri Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı hem yerli hem yabancı konukların büyük ilgisini topladı.
Sanatçı Erkan Mutlu’nun söylediği ilahilere yabancı akademisyenlerin büyük bir coşkuyla katılmaları yarının dünyada islamın olacağını düşündürdü.
Bu dev organizasyonda hem yabancı akademisyenlerin bulunması, hem de haftaya hanımlara yapılacak panelde konuşma konum olması hasebiyle sürekli olarak Bediüzzaman’ın eğitim anlayışını düşündüm. Bu nasıl bir eğitim idi ki Barla’da başlayan halk eğitimi bütün engellere ve baskılara rağmen ülke coğrafyasını da aşıp uluslararası arenaya ulaşıyordu. Bu eğitim anlayışında doğru okunan ve insanı merkeze alan bir yaklaşımın olduğu kesindi ama yabancılar neden ilgi duymaya başlamıştı acaba?
“Sorma, düşünme, itaat et!”
Doğu düşüncesinin bu geleneksel düşünce kalıbına Bediüzzaman gibi ilham ve tefekkürünü Kuran’dan alan bir din âlimi itiraz eder ve “Sorgulayan, özgür düşünen, bağımsız davranan bireylerin insanların geleceğinde yer alacağı” tezini savunur.
Bediüzzaman’ın eğitim anlayışında bireyi Allah’a yaklaştırıp, muhatap olmayı, bireye ahiret ve dünyada saadet ve cefanın sebeb ve sonuçlarını öğretmek, müslümanlar arasında vahdet, uhuvvet, tesanüt ve muhabbetin tesisini ve teminini gaye almak esastır.
Bediüzzaman, eğitimde fen ve imanın bir arada verilmesini ülkenin madden ve manen kalkınmasının buna bağlı olduğunu ifade eder ve şöyle der:
“Vicdanın ziyası dini ilimlerdir, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder(kanatlanır). İftirak ettikleri (ayrıldıkları)vakit birincisinde taassup, ikincisinde ise hile ve şüphe tevellüd eder(doğar).”
Nitekim sadece fen ve teknik ve felsefe derslerinin okunduğu okullarda manevi yönün zayıfladığını ve bunun da karakter ve irfanı sorunlu bireylerin neşetine zemin hazırladığını savunur.
Bediüzzaman’a göre eğitim, eğitici, öğretici, ufuk acıçı, yol gösterici, imanı hisleri kuvvetlendirici, dünya ve ukbayı birleştirici, madde ve manayı buluşturan, kucaklayan karakterde olursa hedefine ulaşmış sayılır.
Eğitim tek yönlü, tek hayatlı, sadece dünyevi mutluluğu esas alıyorsa, menfi ve yıkıcı tarafı varsa, insanın iç coğrafyasına sirayet etmiyorsa, hedef sadece meslek sahibi olup para kazanmak ise, sorunludur ve ıslaha muhtaçtır!
Zira hangi maddi, akli ve modern eğitim nazariyesi olursa olsun insanın metafizik tarafını tatmin etmeye yetmemiştir ve derin ihtiyaçların karşılığı olamamıştır. Bu da buhranlı, bunalımlı bir aydın portresinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bediüzzaman bir felaket asrının adamı olarak bu coğrafyadaki bütün felaketlerin kaynağı olarak cehalet ve dinsizliği gösterir ve ilahi terbiyenin önemine dikkat çeker.
Bütün bu düşünceler kafamda uçuşurken yanımdaki Ugandalı Haniya’ya bakıyorum, o hala mahzun, düşünceli ve dalgın. Ama karpuzu çok seviyor, bütün gece sadece karpuz yiyor!
Gülümsüyorum. Bu siyahî kadını neden bu kadar sevdim acaba?
Bilmiyorum.
İlim ve Kültür Vakfının bu organizasyonu muhteşem bir geceye dönüşüyor. Bir Bediüzzaman gecesine dönüşüyor. Zaman akıyor. Salondan ayrılırken bir daha salona göz atıyorum ve rengârenk kıyafetleri içindeki dünyanın genç akademisyenlerine hayranlıkla bakıyorum. Bu kültür adamları büyük bir alkışı hak ediyorlar bana göre.
Muhabbetle Efendim.
Meryem Aybike Sinan / Haber7