Hutbe-i Şamiye’ye Sosyolojik ve Eleştirel Yaklaşım ve Bir Bediüzzaman Sosyolojisine Doğru

Hutbe-i Şamiye Ekseninde İslam Birliği ve Küresel Barış Konferansı Tebliğidir.

Dünyada büyük gelişmelerin olduğu dönemlerde bilim ve sanatın gereken önemi gördüğünü müşahede ediyoruz.

Bediüzzaman’ın bütün eserlerinde, burada ise Hutbe-i Şamiye’de genel bir perspektifi var, yani her olayda onu yöneten temel bir prensibi var. Nereye baksa o temel noktadan hareket ediyor. Bilim ve sanata dayanmayan değişmeler kabukta kalmış ve toplumlara bir şey getirmemiştir. Son yüzyılda izmlerin toplum hafızasındaki kalıcı izleri ile dinlerin mükemmel eylemlerle temsil edildiği tarihi dönemlerdeki sanat ve ilim tesirleri kıyaslanamaz. Bediüzzaman medeniyet tarihini okumuş demiyorum, okumanın ötesinde medeniyetin neler üzerinde gerçekleştiğini görmüş. Bu yüzden temel argümanları her zaman her konuştuğunda veya yazdığında çeşitli şekillerde hissettirir, gösterir, hatta bazen ona ikazda bulunur.

GÖZLEMLERE DAYANAN KONUŞMALAR

Bediüzzaman bizde ayrıntısı verilmeyen şablon cümlelerden kaçınır. Onun siyasetnamelerinde yani toplumu reorganize etmeye yönelik toplumsal, sosyal eserlerinde kendisine gelinceye kadarki gelenekten ayrıldığı yön, gözlemlere ve ayrıntıya dayanarak konuşmadır.

Hutbe-i Şamiye’de değişimin sağlanması için iki ana bakış açısı ile bakar her şeye:
Birisi fenni diğeri ise sanatlı bakış.

Çünkü fenlerin ve sanatın bakış açısı ile evreni ve insanı yorumlamayan bir düşünceden insanın melekat birliği doğmadığı gibi toplumların devletlerin de birlikte olması imkânsızdır.

Osmanlı kültürünün hükmettiği coğrafyalarda sadece siyasi bir birliktelik değil edebi ve kültürel bir birliktelik üzerinde durduğu görülür. O siyasi anlamda bittikten sonra da onun asıl yıkılması kültürel ortaklık ve birlikteliği sağlayan eserlerin ve felsefenin yok edilmesi olmuştur. Onun yerine konan kültürün ve sanatın, bilimin ve fennin toparlayıcı bir yapısı olmadığından dolayı sonraki inhitatlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Onun fenni ve sanatsal bakış açısı her cümlesinde hissedilir.

Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuştur ki kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-ı bizzat ve Sani-i Zülcelal’in hakiki maksatları hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41)

Burada iki büyük birliktelik sağlanmıştır.

Tarih boyunca ilimle din bir türlü bir araya gelmemiş, birinden dinsizler diğerinden mutaassıp insanlar ortaya çıkmıştır.

DİN İLİM ve SANAT PARALEL

Burada Bediüzzaman hem dinler tarihinin hem bilim ve fen tarihinin göremediği bir yorum yapıyor. Allah’ın esas maksadı ile fenlerin maksadı arasındaki göreceli olmayan ilişkiyi ortaya koyuyor. Sanatın maksadı: Güzellik ve hüsün ve mükemmeliyet.

Ama burada oraya gidiş yolu fenlerin araştırmalarıdır, Allah’ın da maksadı nihai noktada sanatın hedeflediğidir. Ama sanat bu sonuçlara varmak için dini göz ardı etmiş, Bediüzzaman ise olayın özünde fenlerin araştırmaları ile Allah’ın hedefi arasında birlikteliği yakalamış, bu da sanatın hedefidir. Burada din, ilim ve sanat arasında bir paralellik kurulmuştur.

SELAHADDİN-İ EYYUBÎ – FATİH – YAVUZ SULTAN SELİM

Bediüzzaman’dan önce Osmanlı’nın yıkılışa doğru gittiğini gören siyasiler ve üdeba siyasetnameler yazmışlar.

Namık Kemal Evrak-ı Perişan isimli eserini padişahları ataları gibi davranmaya ve onlar gibi misyon ifade etmeye çağırır. Büyük Osmanlı ve İslam hükümdarlarını örnek gösterir. Bunlardan biri Selahattin Eyyübi’dir. Diğeri Moğolları Müslüman eden Emir Nevruz, biri Fatih biri de Yavuz Sultan Selim’dir.

Devletin toparlanmasını yukarıdan bir mantıkla düşünür. Padişahın değişmesi ile ataları gibi yönlendirmesi ile imparatorluğun kurtulacağını örgütler.

Bediüzzaman ise böyle yukardan bir reçete ile değil, bizzat çözülmenin kaynaklarına nerede battığımızı gösterir, nereden hareketle yukarı çıkacağımızı birlikteliğimizi sağlayacağımızı anlatır.

Tanpınar bu biyografileri anlatır. “1872 ile 1873 arası ilk üç cüzü Selahattin-i Eyyübi, Fatih, Sultan Selim yazılan ve Devr-i İstila ile beraber Evrak-ı Perişan adı altında neşredilen bu biyografilere Kemal, Magosa’da ayrı bir mukaddeme ile Emir Nevruz’u ilave etmiştir. Söylemeğe hacet yok ki bu dört insanda Kemal, kendi fikirlerinin kahramanlarını görmektedir.

Mücadeleleriyle Haçlılar istilasını karşılayan Selahattin-i Eyyübi İslam birliğinin bir kahramanıdır.

Fatih ‘in dehası ona göre bir istilanın kazançlarını bir vatan haline getirir.

Sultan Selim safevilerle olan mücadelesiyle Mısır’ın ve Arabistan fethiyle Hilafetin İstanbul’a nakli ile yine i s l a m b i r l i ğ i n i n kahramanıdır. (Tanpınar, s. 400)

Bediüzzaman İslam birliği fikrinde Namık Kemal ile halef seleftirler, o da İslam birliği idealine çalışmış bu uğurda mücadele etmiş, eserler yazmış, tarihi eserler kaleme almıştır.

Dikkat edilirse onun sevdiği şahısları Bediüzzaman da sevmekte ve fikirlerini takdir etmektedir. Namık Kemal’in ileri sürdüğü iddialar bugün Bediüzzaman tarafından sahayı tatbike konulan düşüncelerdir. Evrak-ı Perişan bizi muharrirlerimizin kahraman ve vazife fikrine getirir.

O sade fertlerin değil cemiyetlerin dahi bir misyonu olduğuna kanidir.

Türk milleti onun nazarında ila-yı kelimetullaha memur olan bir millettir.

İslam ise ittihatla mükelleftir.

Dostoyevski’nin Tanrısını taşıyan milletine çok benzeyen bu düşüncenin Şinasi’den geldiği görülür. Kahraman topluma ait bu vazifeyi nefsinde en kuvvetli duyan ve duyuran adamdır.

Selahattin-i Eyyübi başa geçmekten o kadar çekinmesine rağmen emirliğe ve hatta hükümdarlığa muayyen bir işi yapmağa memur olduğunu anladığı için razı olur.

Yavuz tıpkı Selahattin gibi cemiyet hayatının kendisinden istediği şeyi yapmakla mükelleftir.
Fatih keza yukarda söylediğimiz gibi imparatorluğu tabii hudutlarına Anadolu’yu milli Rumeli’yi coğrafi birliğine kavuşturacaktır. O da misyona sahiptir.

Emir Nevruz misyon sahibidir Moğollar onun zamanında Müslüman olacaktır. Celal misyon sahibidir, Moğollara karşı İslam alemini muhafaza edecektir.” (Tanpınar, s. 403) Bediüzzaman zorunlarla İslam birliğini Namık Kemal ise şahıslarla, örnek şahıslarla savunur.

MADDÎ MANEVİ BATARYALARI GEREKENİ YAPAMAYAN İNSAN

Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de insandan hareketle çözülmüş hayata bakış açısı karartılmış, maddi manevi bataryaları gerekeni yapamayan insandan hareket eder. Bediüzzaman toplumun birlikteliğine giderken bu güne dek geri kalışı “bizi maddi cihette kurun-ı vustada durduran” nedenleri anlatır. Bu eserin başlangıç noktasıdır, buradan hareketle ileriye doğru gider. Bu özellikleri kendinde taşımayan bir insan ve cemiyet elbette ne kendi birliğini ne de toplumun birliğini bunlardan ötesi İslam birliğini nasıl gerçekleştirsin.

Ümitsiz, sadakat hissini kaybetmiş, özellikle bu ikincisini söylerken üstü kapalı o dönemde İngiliz siyaseti ile Osmanlıyı arkadan vuran Müslüman ve Arap ülkelerini ikaz eder, çünkü burada sıdk ferdi bir arıza olmanın ötesinde siyasi bir hastalıktır. Çünkü yüzyıllarca birbiri ile birlikte yaşamış millet birbirini arkadan vurmaktadır.

Yemen de kaleye hapsedilen Osmanlı askeri acından ölmektedir, kumandan Molla olan yemen kumandanına bunların Müslüman olduğunu, acından öldüğünü hatırlatır, onun söylediği ise “Osmanlı burayı terk etsin, daha ötesini istemiyoruz” der zulmüne ve lakaytlığına devam eder.

Bediüzzaman “Sıdkın hayat-ı ictimaiye-i siyasiyede ölmesi” ile bunu kasteder.

Adavete muhabbet, nurani rabıtalara kayıtsızlık, istibdad, şahsi menfaat fikri.

Şimdi bu altı özellik bir ferd için gerekli olduğu gibi toplumlar için de gereklidir. Bediüzzaman birlikteliği bu psikolojik, dini ve psikanalitik değerlere bağlarken, eleştirisini insan merkezli yapar.

Namık Kemal ve benzeri Tanzimat üdebası daha sonraki dönemlerdeki yazarlar ve siyasiler hep yukardan inme bir eleştiri yaparken Bediüzzaman insandan başlar önce onun kurtarılmasını ve bazı yapıcı özelliklere sahip olmasını düşünür ve fikirlerini insan üzerine kurar.

TARİHTEN HABERSİZ OLMAK

Bediüzzaman ferdi ve toplumsal anlamda eleştirisinin bir öğesi de tarihten habersiz olmaktır. “Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en güzel şahittir” diyerek tarihin insanlar için zorunlu bir mukayese ve gelişme unsuru olduğunu en güzel şekilde ifade eder. Japon başkumandanının tarihi tespitini kendi onaylar.

“Hakikat-i İslamiyet’in kuvveti nispetinde Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslam temeddün edip terakki ettiğini t a r i h gösteriyor. Ve ehl-i İslamın hakikat-ı İslamiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini vahşete ve tedenniye düştüklerini ve hercümerc içinde belalara mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” (Hutbe-i Şamiye, s. 24)

Metnin devamında tarih bize gösteriyor ki, tarihler bize bildiriyorlar gibi tekrarlar ile tarihe dikkat çeker. Bir ideal insan ortaya çıkarmak gerekiyor ve onunla toplumun ve İslamın birlikteliği sağlanacaksa o kişinin fikirlerini tarih ile müşavere etmesi gerektiğini anlatır.

ONARMAK İÇİN ELEŞTİRİ

Eleştirilerin zeminine aklı ile düşünen, Kur’an’ın akla hitab eden hitaplarını hesaba katan, ilim ve fennin verileri ile olayları yorumlayan bir insan istemektedir. Camii Emevi’deki insanlara ve ehli ilme bütünlük kazanmış bir insan, doğru düşünmek ve fikretmek için ideal bakış açıları ile cihazlanmış bir insanın bizi ve hepimizi kurtaracağını salık verir. Eleştirmek için değil, tamir etmek onarmak için eleştirir. Bediüzzaman’ın gözlem gücünü insanımızın nerelerden kaybettiğini uzun süreli takiplerle elde ettiğini göstermektedir.

KENDİ GELENEĞİNDEN KOPAN AYDIN

Türk sosyologlarının bugün tartıştığı bir mesele batıya bağımlı düşünmektir. “Eleştiri ve tartışma fikre büyük değer katar, katkı sağlar. Ülkemizde bağımsız düşünme ve birlikte harekete geçme olanaklarının kısıtlı oluşu geliyor. Türk düşüncesi 200 yıldır batıya göre biçimlenmiştir. Kendi geleneğinden bağını koparmıştır. Türk aydını entelektüeli dünyayı kendi gözleriyle görmüyor, referansları farklıdır. Bir ülkenin aydını ve entelektüelinin bağımsız düşünme alışkanlığını kazanması gerekir. Gerçek anlamda bağımsız entelektüel etkinliğin yolu da bağımsız ipoteksiz düşünmekten geçer.” (Sosyoloji Yıllığı 20/57)

Bediüzzamanın sosyal organizasyonları, cemiyeti ve dini yeniden toparlamaya dayanan fikirleri tamamen ülkenin kendi insanı ve şartlarına göre yapılmıştır.

Münazarat da aşiretleri masaya bir anatomist gibi yatırmış oradan bakmış.

Muhakemat da din, edebiyat ve sanat, kelam ve daha başka konulardaki mutadı eleştirmiş,

Hutbe-i Şamiye’de ise İslam milletlerini oluşturan insanları ve toplumları bir Caminin penceresinden görmüş ve eleştirmiş ideal olan duruş ve davranışları belirlemiştir. Onun farklılığı sosyal bakışının harikalığı buradadır.

Sosyolojimiz Bediüzzaman’a özel bir sayfa açmalıdır, bugün olmasa yarın bu muhakkak olacaktır. Çünkü onun bütün eserlerinin sosyolojik yanları vardır, hepsi yerinde yorumlanacaktır. En büyük sosyolojik yönü dinin toplumda algılanma ve değerlendirme tarzındaki yanılgıları ülfet, gaflet ve dalaletleri tamir etmektir, bunu yapmıştır, diğerleri de buna ilave edilebilir.

Bir Bediüzzaman Sosyolojisi oluşturulmalıdır. Türk aydınının körlüğü gittiği gün bunu bütün çıplaklığı ile görecektir. İbni Haldun’dan Ahmet Rıza’ya sonra Cumhuriyetin kültürel yapısını oluşturan Ziya Gökalp’a kadar bütün sosyologların bakış açıları ve toplumu etüd etmeleri ile Bediüzzaman’ın fikirleri karşılaştırılmalı ve yeni bir toplum ortaya çıkarma veya düşüş ve çözülme dönemlerindeki toplumu sağlıklı bir yapıya kavuşturma konusunda onun fikirlerinin fevkaladeliği ortaya konmalıdır ve konacaktır.

İDEAL İNSAN VE MÜSLÜMAN PORTRESİ

Bugün Mustafa Kemal ve onun arkasında Ziya Gökalp’ın görüşleri ile Bediüzzaman’ın görüşleri sosyolojik açıdan karşılaştırılmalıdır. Çünkü şu an Anadolu sahnesinde olan onların görüşleridir. Yüzeydeki kavgaların ve çekişmelerin aslında bu ikili duruş ve hareket vardır. Bu yüzden bir adamın kabul edilmemesi reddetmek tarzında değil de onun karşısındaki en makul duruşa revaç vermekle ve onun fikirlerini avami bir din hareketi gibi değil, entelektüel bir birikim tarzında yorumlamak ve Türk ve dünya aydınına onun görüşlerini akademik ve ilmi bazda anlatmak gerekmektedir.

Müslüman Anadolu toplumu ruhsal telakkileri ve iştiyakı ile hangi tür bir toplumsal tedavi mekanizmasını kabul ettiğini ve neyi reddettiğini bugün içinde bulunduğumuz durumda göstermektedir. Bu gün Türkiye bir kültür ve siyaset krizinin çeşitli sancılarını yaşıyorsa bunun nedeni klasik sosyoloji reçetelerinin tedaviyi geçersiz veya bu yapıyı onların ortaya koymasıdır.

Bediüzzaman’ın kendinden önceki büyük sosyologlardan farkı o değişimi fertten başlayarak yukarıya doğru düşünür. Onun gayreti bütün Risale-i Nur da şu anda Hutbe-i Şamiye’de kişiden hareket etmektir. Hutbe-i Şamiye’de bütün anlatılan bahisler eleştirilen ve yerilen bir insan portresi ile onun yerine konan ideal bir insan ve Müslüman portresidir.

İbn-i Haldun, Ahmet Rıza ve Ziya Gökalp yukardan bir mantık ile toplumu düzeltmeyi ve yapıyı organize etmeyi düşünürler. Mesela altı büyük hastalık insana ait arızalardır, bunların yerine hangi olumlu özellikleri yüklemek gerektiğini anlatır. Kötülerin yerine yenileri ikame eder. Yirminci sahifeden başlayan altı arıza ve onların yerine konulan müspet vasıfların izahı elli sahife sürer. Demek Hutbe-i Şamiye toplumsal düzenleme insan üzerine mükemmel bir insan portresi üzerine kurulmuştur. Bütün eleştiriler ve önerilen yeni vasıflar insanı kurtarmak, toplumu kurtarmak, İslamı kurtarmaktır. Ferdi anlatılan özelliklerle donatmadıktan sonra yukardan aşağıya hangi düzenlemeyi getirseniz yeni bir şey yapamazsınız.

Bizim modern dönem dediğimiz batılılaşma serüvenimizde bütün değişim devlet üzerinden yapılır, çürümüş bir ferd ve ondan doğan aile mahalle ve şehir ve ülke nasıl ayağı kalkabilir. Bediüzzaman’ın bu bakışı kendinden öncekilerde yoktur. O mesele ve dejenere olan ile iyi bir empati kurmuştur.

Ziya Gökalp Osmanlıyı yıkmaya çabalayan bir mantık içinde yıkılıştan sonraki toplumun sosyolojisini yapar, Bediüzzaman ise geleceği gören biri olduğundan Osmanlının inhitat döneminde de o yine Osmanlı ve ittihad-ı İslama inanmış bir insandır, şartlar bunu gerçekleştirecek bir boyutta olmadığı halde o yine onları gerçekleştirmenin yorumlarını yapar. Cumhuriyet kurulduğunda dahi batı menşeli bir cumhuriyet fikrinde ısrar eden o günün insanlarının sa’ylerinin heba olacağını söyler, ama onlar artık yollarına girmişlerdir. Bediüzzaman sosyal bir elbisenin ömrünün ne olacağını bildiği için “Demek âlem-i İslam içinde mühim ve inkılab vari bir iş görmek, İslamiyet’in desatirine inkıyat ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş” (Mesnevi-i Nuriye, s. 99)

Şimdi o gün daha taze bir devletin ömrünün nereye kadar olacağını ilahi bir deha gözü ile görmüş ve zaman onu haklı çıkarmıştır. Onlardan ayrılmış, ama o Cumhuriyetin eksiği olan mana ambarını telif ettiği eserleri ile doldurmuş, sonra iflas etmiş bir uygulama, mükemmel bir uygulama ile rövanşı ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman’ın mecliste okuduğu bahis içinde Ziya Gökalp’ın kültür ve devlet felsefesi vardır. Çünkü da harici düşünür, batılı sosyologlardan aşırma düşünür.

Prof. Dr. Himmet Uç