İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-1

İhlas suresi levhası ile ilgili görsel sonucu

( 21. Lem’aya Dair )

 Yirmibirinci Lem’a

 İhlas hakkında

 (Onyedinci Lem’anın Onyedinci Nota’sının yedi mes’elesinden Dördüncü Mes’elesi iken, ihlas münasebetiyle Yirminci Lem’anın İkinci Nokta’sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem’a olarak Lemaat’a girdi.)

Bu Lem’a lâakal her 15 günde bir defa okunmalı!

“ Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:

Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir duayı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi’ olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz… ”

 * 15 günde en azından 1 defa okunmalı! Çünkü okunanların hazmedilmesi lazım… Hazım ise, Allah için olmakla olur. Yoksa akılda kalır. Kadında, “ nefsaniyet ” e; erkekte ise “ enaniyet ” e yol açar. İhlas, nefsaniyeti aştırır; uhuvvet, enaniyeti aştırır. Enaniyet, erkeklerde olduğu için Hz. Peygamber (ASM) hanım sahabeleri birbiri ile kardeş yapmazken, erkek sahabeleri hem Mekke’de hem de Medine’de kardeş yaptırıyor.

* Risaledeki 1. ayet, 2. Düstur’un özüdür. 2. âyet, 1. Düsturun özüdür. 3. ayet, 3. ve 4. Düsturun özleridir. 4. ayet ise, ihlasa mani hadiselerle ilgilidir.

* İlk âyetin meali: “ Karşılıklı niza çıkarmayın, çekişmeyin! Çekişirseniz, hemen akabinde gevşersiniz, çözülürsünüz; birliğiniz gider. Birlik gitti mi, bir ehadiyet cilvesi olan ruhunuz, bir hüviyet cilvesi olan manevi kokunuz, hizmet sefinenizi yürüten İlahî rüzgârınız gider. Bu rüzgâr, size hastır, onu kaybedersiniz.”

* İkinci âyetin meali: “ Bir iş için ayağa kalkacaksan Allah için kalk! Allah için kıyam et, toplum içinde zuhur et! Bu kıyamın, tevazu ve itaatkârlık içinde bir boyun eğme şeklinde olsun! ”

* Üçüncü âyetin meali: “ Her kim şuurluca çalışarak nefsini kendi kendine arındırırsa o, yakında maddi ve manevi bütün ateşlerden kurtularak felaha erecektir. Yani Allah ile arasında perde kalmayacak… Her kim de, şuurluca, nefs-i emmaresini günahlara gömerse, daldırırsa o da yakında çok büyük kayıplara uğrayacak. ”

* Dördüncü âyetin meali: “ Allah’ın âyetlerini, hükümlerini, keramet-ikram ve mucizelerini yok denecek kadar az bir dünya malı için satma! Bu teklif sana her ne zaman yapılırsa yapılsın uzak dur! ”

* Ey Ahiret kardeşlerim: Risale okuyanlardan “ Kardeş ” sınıfında olanlar için geçerli… Neden önce bunlar? Çünkü 2 topluluk olsa, önce çoğunluğa hitap edilir. Kardeşler, talebelerden daha fazladır.

* Ey hizmet-i Kur’âniyede arkadaşlarım: Bunlar “ Talebe ” grubu… Bunlar davayı sahiplenenler… Davaya ruhlarını açanlar… Kardeşler, kalplerini açanlar… Yani talebeler, Üstad’ın sahabeleri…

* Bilirsiniz ve biliniz: Üstad, bir şeyin hakikatine inmeyi, o şeyi hakikatiyle görme ve bilmeyi ilim sayar. “ Bilirsiniz ” demekle, siz ihlas hakkında tahkik sahibisiniz. “ Biliniz ” le, “ Siz artık, ihlasın sırlarına inin! Şimdi size, tesbit ettiğim, her biri bir sır olan, ihlasa dair nur ve kuvvetleri söyleyeceğim ” diyor.

* İhlas, kelime olarak, özü ve hakikati kabuktan kurtarmak demek. Yani benimsemek, özümsemek, işi özleştirmek, hakikatli hale getirmek; meselenin kabuğundan özüne inmek demek… Bir işin özüne inmek, onda fani olmakla olur. Fani olunan iş, sağlam ve harika olur. Bu noktadan, ihlassız iş ruhsuz olur, beğenilmez. Buna binaen dünyada dahi başarı ve özlü iş, köklü çalışma ve neticeli faaliyet ancak ihlasla olur. Hele uhrevi işler, ihlassız mümkün değil.

* En mühim bir esas: Mühim, devamlı önem taşıyan, hakkında yoğun dikkat isteyen ve hak eden demektir. Esas, temel, işin üzerine kurulacağı merkez demektir. Maddi dünya binaları, toprak ve zemin üzerine temellendiği gibi, din hizmeti de hakikat zemini ve toprağı üzerine temellenir. Hakikatsiz hiçbir şey yapılamaz. Hakikat zeminine, din hizmetini oturtan, bağlayan ve kökleştiren unsur, ihlastır. Kişi ve hizmet, ihlasa göre kökleşir; vicdanlarda ve ruhlarda yerleşir. Temelin kuvvetli oluşuna göre, üstüne dikilecek binanın büyüklüğü değişir. Büyük ihlas, büyük hizmet demek…

* En büyük bir kuvvet: Buradaki kuvvet, manevi güçtür. Kuvvet, kudretin tecellisidir. Kudret, kişinin aczini hissetmesine göre tecelli eder. Üstad, Nokta Risalesi’nde der ki: “ Kudret kimdeyse, tesir ondadır. ” İnsanlara yapılan hizmette, manevi kuvvet ve kudret lazım ta ki, muhataplarda tesir olsun. Kuvvet, hakiki kuvvetse, “ büyük ” olur. Yani Kibriyalı… İşte manevi, Kibriya taşıyan kuvvete bizi ulaştıracak pencere ihlastır. Kendi âcizliğimizi hissetme, aczimize iman etme nisbetinde biz Allah’a sığınırız. Yoksa kendi kuvvetimize güveniriz, kendimize dayanırız.

* Hakiki iman hizmeti, ilim ve ihlasın birleşmesiyle yapılır. İlim, nur verir; ihlas kuvvet verir. İlim, muhatabın aklını tenvir eder; ihlastaki kuvvet ise, büyüklüğüne göre muhatabın gönül, kalb, ruh, vicdan ve nefsine tesir eder. Tarihte görülmüş ki, medrese hocaları, ilimle hizmet etmeye çalışmışlar. Fakat meyveleri “ enâniyet âbideleri ” olmuş… Tekke ehli ise, ihlasla hizmet etmişler. Meyveleri, yüz milyon evliya olmuş. Bazı istisna şahıslar enâniyetini ayak altına almış, tekkedeki bir mürşide boyun eğmiş. Bunlar ilimle ihlası cem etmişler “ asfiya ” olmuşlar. Asfiyalara, “ mürşid-i kâmil ” denilir; sırf ihlasla hizmet edenlere ise, “ mürşid ” denilir. Bu noktadan ihlassız dine hizmet edilmez. Ediyorum diyen, kadınsa, nefsaniyetine; erkekse, enâniyetine hizmet eder.

* Hizmetteki tesir, manevi kuvvete dayanır. Manevi kuvvet ise, ihlasa dayanır. İhlaslı kişide, “ kuvve-i kudsiye ” oluşur. Bu kudsi kuvvet ile, kulların Allah ile aralarındaki karanlık perdeleri kaldırırlar. Böyle kişilere (K.S.) denilir. Bunlar, velilerden “ Aktab ” ( Kutublar ) denilen grupturlar. Yani (KS) olmayan, dine hizmet başlatsa da devam ettiremez.

* En makbul bir şefaatçi: Şefaat, kuvveti yetmeyen kişinin destekçisi olma, omzuna girip onu yürütme, gitmek istediği yere onu götürme demektir. Teheccüd namazı, şefaat etme özelliği kazandırır. Makam-ı Mahmûda eriştirir. ( İsra Suresi ) Bu cihetten, teheccüd kalpteki imana kuvvet verir, diyebiliriz. Burada Üstad, ihlasın, biz aciz ve güçsüz düştüğümüz durumda İlahî kudretin ekstra tecellilerini bize çekecek ve bizim hizmetimizi yürüttürecek özellikte olduğunu söylüyor. Bu mevzuda en ileri seviye şudur: “ Her talep ettiğinde şefaati çekmek… ” Bunu da “ makbûl ” ( devamlı kabul edilen, maddi neticesi görülen ) kelimesiyle söylüyor.

* En metin bir nokta-i istinad: Nokta-i istinad, âciz ve zayıfların dayanak noktası, kendisiyle güçsüzlüklerini giderdikleri merci ve merkez demek… Allah’ın kudreti, bütün her şeyin ve bütün kuvvetlerin dayanağıdır. Allah’ın kudreti ve kuvveti nasıldır? Metin… Yani metanet sahibi, azalmaz, eksilmez, zayıflamaz; gerçek ve hakiki kuvvet… Cevşen’de var: ” Yâ ze’l-kuvveti’l-metîneh ” ( Ey metin kuvvet sahibi, ey gerçek güç sahibi Zât! )

* Kâinat ve içindeki her şey 2 şeyin eseridir: Kudret ve ilim… Kudret, 2 şekilde tecelli etmiş: Sabit tecelli ve seyyal (akışkan) tecellîSabit tecelli, zerreleri meydana getirdi. Seyyal tecelli ise, her şeye hareket veren kuvvet olarak göründü. Zerrelerden meydana gelen sabit yapıya “ vücud ” (varlık) denilir. Kudretin seyyal tecellisinin celalli kısmına, “ havl ”; cemalli kısmına “ kuvvet ” denilir. Bu cihetten her faaliyet kudretin eseridir. La havle ve la kuvvete illa billah… Yani yıkmak ve yapmak Allah’a mahsustur. İlim ise, 2 şekilde tecelli etti: Sâbit ve seyyal (akışkan) tecelliSabit tecelli, ruhları ve ene’leri meydana getirdi. Seyyal tecelli ise, her şeyi aydınlatan nur olarak göründü. Ruh ve ene’lerden meydana gelen sâbit yapıya, “ hakikat ” (gerçeklik) denilir.

* Üstad, nokta-yı istinad kısmına kadar, kâinattaki kudretin perdelerini anlattı. İhlas, işin özüne inmek olunca, madde ve kuvvetin özü, her şeyin varlığı ve devamı noktasında dayanağı nedir, sorusuna cevap verdi. Bu gördüğün vücudun ve kuvvetin hakikati, “ kudret ” tir. Gel, sen bu hakiki, aslî ve tek olan kudrete dayan. Aczini hissetmen, bu dayanışın vesilesidir, diyor. 1. Söz’de, “ Aczin ve fakrın, Onun dergâhında en makbul bir şefaatçi hükmündedir ” der. Aczi hissetmeye göre, gelen kuvvet büyür; fakrı hissetmeye göre de, gelen bereket tükenmez olur.

* Kudret ve ilim iç içedir. Allah’ın sıfatları Kendinde beraber ve ayrılmaz şekilde oldukları gibi, tecellilerinde de, bir ve beraberdirler. Bu, ehadiyet hakikatinin gereğidir. Bu cihetten, Üstad, maddede ihlasın verdiği nur ile, kudret içinde ilmin sabit tecellisi olan hakikatin var olduğunun görülebileceğini bildiriyor. Demek buraya kadar, Samed ismi; buradan sonra Ehad ismi görülecek. Sahabeler, Hz. Peygamber’in (ASM) bildirmesiyle, insanın ihlas ile Ehadiyet ve Samediyete aynalık kazandığını öğrendikleri için bunlardan bahseden sureye “ İhlas   Suresi ” (Özleşme Suresi) demişler. Kalb, kuvvetlere, kudrete, vücuda mazhardır. Ayine-i Samed’dir. Belirtisi, Hakikate aşk ve halktan istiğnadır. Ruh ise, nurlara, ilme ve hakikate meşheddir. Ayine-i Ehad’dır. Belirtisi, Hakka karşı şevk ve halka arşı şefkattir.

* Buraya kadar, Üstad, bizi cisim ve maddeden soyutladı. Senin asıl yönün, ruhun ve hakikatindir. Gel senin cisim kafesin içindeki ruh kuşunu gör, dedi.

* En kısa bir tarik-i hakikat: Hakikat, Allah’ın, senin olmanı istediği hal ve hayat tarzıdır. Hakikat, senin saadet sarayına giriş kapındır. Hakikat senin, ebediyen değişmez, sabit yapın ve programındır. Hakikat, senin mana ifade edeceğin cihettir. “ Ben bunun için yaratılmışım ” diye göğsünü gererek âleme ilan ettiğin özelliktir. Hakikat, senin, o olmadan her şeyi anlamsız ve eksik gördüğün ve bunu bütün benliğinle hissettiğin şeydir. Bu cihetten, hakikat, kişiden kişiye değişir ama her kişide ortak özelliği, sabit manevi varlık olmasıdır. Hakikat ile, Allah bize yakındır. Akrebiyet, hakikate ermedir. İnsanın ruhu, onun hakikatidir. Ruh, İlahî bir nefhadır, yani celalli bir üfürme… Nefes değil… Nefha, kıyamette, Sura yapılan celalli hava ve hüviyet üfürmesidir. Bu geniş çaplılığı için ruh ile riyh (rüzgar) aynı köktendir. İnsan, ruhunu açarsa ve ruhuna göre yaşarsa manevi bir rüzgâr olur. Kuvvetine göre, diğer ruhları kendine çeken bir tayfun ve kasırga bile olabilir. Zaten 2. Düstur bu yöne temas ediyor. Hem ruh ile koku demek olan reyhan aynı köktendir. Her kişinin kendine has manevi kokusu vardır. İnsanın manevi kokusu, onun manevi kimliğini yani hüviyetini bildirir. Nasıl ki leş kokusu gelse, leşi görmesek de orada leş olduğunu biliriz. Aynen öyle de, insanın manevi kokusu, manevi hava olan hüviyette dalga dalga yayılarak kendisinin geldiğini bildirir. Bu cihetten, kokusunu yayanlara kokusunu yayanlar gelir. “ Ashab-ı meymene yani mukarrebler ölünce Onun ruhuna ravh (rahatlık) ve reyhan sunulur. Ruhunu açmayana ise, ruhunu açmayanlar gelir ve sadece selam verirler. ” ( Vakıa Suresi )

* Her insanın hakikati açılmaya, büyümeye müsait bir yumurta ve çekirdek gibidir. Onu açacak formül, yine ihlastır.

* En makbul bir dua-yı mânevî: Manevi dua, istidad diliyle yapılan duadır. Çekirdeğin ve yumurtanın duası gibi… Fıtrî ihtiyaç duası, filizlenmiş bir ağacın fotosentez ve hayat için duasıdır. Iztırar duası, ölümden kurtulma duasıdır. İstidad açılmadan, maddiyata geçmeden bu maddi hayat duaları olamaz. İstidad diliyle dua, hemen hemen her zaman kabul olur. Yeter ki sen, istidadının açılmasını iste! Allah’ın senin hakkında takdir ettiği vazife ve o vazifeyle elde edeceğin kemalden razı ol! Gerisi Allah’ın işi… Ortamı kurmak, seni o ortama getirmek, açmak Ona ait… İşte “ Nefsini ve malını Allah’a satmakta bu var. ” Yani bu satışı yapan ve ona göre yaşayan kişi “ Allah’ım, ben benim istediğim gibi olmayayım. Sen beni senin Esma tezgâhlarında istediğin gibi kullan ve işle… Bana ne istersen yap! Sen benim hayrımı benden daha çok istiyorsun ” demiş oluyor. Üstad, ancak böyle birine “ Talebem ” diyor.

* En kerametli bir vesile-i makasıd: Maksad, insanın bilerek hedeflediği şeydir. Âlim ve ârif birisi için Allah, Maksûd’dur. Yani Allah, İradesine mutlak manada teslim olmayı hak edendir. Tasavvufta, Vahdet-i Vücud ve Vahdetü’ş-Şuhud’dan başka bir de Vahdet-i Kusud var. Yani Kasd sahibi İradenin birliği… Nur hizmetinde ise, Tevhid var. Tevhid-i Vucud, Tevhid-i Şuhud ve Tevhid-i Kusud… Bu seviye, Allah’ın irade ettiğini severek ve özümseyerek ve bile bile irade etmektir. Yani kulun iradesi, İlahi iradenin tecelli ettiği yer olur. Buna, Tevhid-i Zât da denilir. En ileri seviyedir. İhlas, bir ameli Allah emrettiği için yapmak, bir günahı Allah nehyettiği için yapmamak ve neticesi olarak da Allah’ın rızasını hedeflemektir. Bu cihetten ihlas, kişinin ruhuna Allah’ın koyduğu ve İradesini belirttiği arzularına, tabi olarak hareket ettiği ve yaptığı işe ruhunu kattığı hallerde çok kerametlerin zuhura gelmesine vesile olur. Bu kerametler, ilmî kerametlerdir.

* Bu bölüm ihlasın nurlarını anlatıyor. Birçok kişiye açılmayan iman hakikatleri, derin hikmetler, ihlas sahibine bir keramet olarak açılır. Risaleler, böyle ilmî kerametlerden ibarettir. İhlas ve uhuvvetle, enâniyetini eritene, Allah bunları veriyor. Mesela Kader Risalesi… Tamamıyla ledün ilmidir.

* En yüksek bir haslet: Haslet, emekle elde edilen manevi mahsül ve özellik demek… Yüksek, âli demektir. Yani ihlasla insan ruhu, ulvileşir, âla-yı illiyyîne çıkar. İhlasla büyüyen bir ruh, manevi âlemin dağlarının yamaçlarında yuva yapan bir kartal olur veyahut bu dağların doruklarında çadır kuran bir sultan ve zümrüd-ü anka olur. Kâinatı tepeden seyreder. İhlas-ı etemm, bütün maddiyatın faniliğini görecek bir manevi yükselişle ve Hakka irtibatla bağlı olmakla elde edilen bir haslettir. ( 4. Düstur ) İhlas böyle kişiyi yükselttiği gibi, ihlasın zıddı olan “ riya ” da kişiyi münafıklığın gayya kuyusuna yuvarlatır.

* Buraya kadar Üstad 4 kuvvet, 4 nurdan bahsetti. Kuvvetler, kalbe destek veriyor; nurlar, ruh ve aklı açıyor. Üstad nur ve kuvvet için şöyle der: “ Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i imanla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder. ” ( 7. Rica ) Kuvvet ve nur, insanın acz ve fakr yaralarına bakıyor. Yani ubudiyetin temellerine… “ Sonra, o Rabbü’l-Âlemînin ulûhiyetinin izharına karşı, zaaf içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlarını ilândan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan namaz ile mukabele ettiler. ” ( 11. Söz )

* En sâfi bir ubudiyet: Kulluk, Allah’a karşı acz ve hiçliğini, fakr ve yokluğunu hissetmedir. Bunun en saf ve öz şekilde hissedilişi ihlasla olur. Bu cihetten kâmil manada kulluk ihlasla olur. İhlassız kulluk, riya ve sum’adır. Yani görsünler ve desinler sevdası… Hadiste var: “ Veda haccından sonra Efendimiz demiş ki: ‘ Allah’ım! Bu haccımızı, riyasız ve sum’asız yapılan haclardan kıl!

* Bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında: Bunlara karşı kuvvetle mücahede edilebilir. Hem bu noktada Allah sebepler eliyle, ağabeyleri ve Üstad’ı sıkıştırıyor ta ki, muhlis ve muhlas olsunlar. Aczi son noktasına kadar hissettiriyor ta ki, her şeyi yapanın Kendisi olduğu görünsün. Nefis ve ene’ler aradan çekilsin. Kudsi ve nurlu bir hizmet olsun. Üstad der ki: “ Acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır. ” ( 6. Mektub ) Nur alemine, acz kapısından girmeyen, insanlara nasıl nur ve ruh verecek…

* Savletli bid’alar, dalâletler içerisinde: Bunlara karşı nur lazım. Yani ilmî keramet lazım… Bunun da yolu, uhuvvetin yaşanılması… Uhuvvet yaşanılacak ki, şahs-ı manevi oluşsun; ihlasın vesile-i makasıd noktasında kerameti oluşsun. Allah buz dağlarına değil, reşha gibi buhar olanlara ilmî keramet veriyor.

* Bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde: Yani elimizde hiçbir şey yok… Maddi savaş yapamayız. Manevi savaş yapılabilir. Manevi savaşta ilim, mermi; ihlas ise merminin tesirini veren sır. “ İhlassız ilim, eğitim mermisi gibidir. Vursa da öldürmez, en fazla yaralar. ” ( Ceylan Ağabey ) Sebepler diliyle Allah diyor: “ Üstadınıza verdiğim ilme, ihlasınızı ekleyin. O zaman manevi savaş yapabilir ve galip gelebilirsiniz. Sayı şart değil. ”

* Gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye: İnsanlara ulaşma tarzı 2 tanedir: İlim ve iman… İmanı insanlara ulaştırmak, vazifemizdir. Bu noktada biz bir askeriz. Allah’ın saltanatında bir neferiz. Hakiki ilim ve hikmeti, Kur’anla ders vermemiz ise, hizmetimizdir. Bu noktada biz, memuruz. İman vazifesi, gayet ağır ve büyüktür; Kur’an hizmeti ise, umumi ve kudsîdir. İleride Üstad şöyle diyecek: “ Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler, daima ihlasa, nura ve imana kuvvet verecekler. ” Yani nefsaniyetin zıddı, “ kudsiyet ” tir. Enaniyetin zıddı, “ hüviyet ” tir. Kudsiyeti olmayanın ilmi ve hikmeti, tesirsiz olur. O, iman vazifesi göremez. Kudsiyet, sırr-ı ihlasla kazanılır. Hüviyet, sırr-ı hakikatle… İman hizmeti, hakikati yaşamakla yapılır. İnsanlara nur göstermekle, ancak emniyet verilebilir. İman, emniyet vermek, ruhlardan korkuları gidermek demektir. Kur’an hizmeti, kudsiyetle yapılırsa, nefisleri temizler, kalpleri saflaştırır, kişilerin imanına kuvvet verir. Ama onları nura çıkaramaz. İman vazifesi, ağır bir sorumluluk ve büyük (Kibriyalı) bir mesele… Kur’an hizmeti, umumu ilgilendiren ve işin içinde nefsin olmaması gereken bir hadise… Yani istiğna düsturu Kur’an hizmeti için şart. İlmi, dünyaya ve maddiyata alet etmeyeceksin ta ki ilim tesir etsin ve kalplere işlesin.

* Omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş: Bu hizmette liyakat olmaz. Kimse bu davayı hak etmez. Allah bu hizmettekilerin omzuna vazifeyi yüklüyor. Yani “ Ben, senin yapmanı irade ettim. Sizler, muradsınız ” demektir. Yani Allah, bu kişilere okşayarak veya acıtarak bu vazifeyi gördürecek. Çünkü onların ruhlarını bu vazife için yaratmış. Bu ruhların askerlik ve cihad zamanı Âhirzamandır. Hadis var: “ Ruhlar bölük bölük ordulardır. Ruhlar âleminde birbirine alışan ruhlar burada da alışır. ” O halde ruh askerlerinin cihad devri başka başkadır. Âhirzamanda gelenlerin ruhları da bu devre göre hazırlanmış askerlerdir. Allah “ Çıkın ve cehdinizi gösterin. Sizden şehidler elde etmek istiyorum ” diyor. ( Al-i İmran Suresi )

* İhlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz: Kazanılan, kesbedilen ihlas, muhlisliktir. Çok az kişi muhlaslığı çalışarak kazanabilir. Burada o kasdedilmiş olabilir. Çünkü bir şeyin hakikati olmadan, sırrına ve nuruna erilemez. Üstad diyor: “ Muhlis ve muhlas olmadan bu devirde dine hizmet edilmez. Mecbursunuz bunları kazanmaya… Mükellefsiniz bunu yapmaya… ” Muhlis, nefsaniyeti aşar; muhlas, enâniyeti aşar. Veyahut bu hastalıkları aşan kişi, muhlis ve muhlas olur. İblîsin derdi, enâniyettir. “ Ben, muhlaslara boyun eğdiremem ” diyor. ( Hicr Suresi ) Hz. Yusuf, muhlas olduğu için zinaya düşmedi. ( Yusuf Suresi )

* Ve ihlâsın sırrıkendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız: Bu cümle, “ İhlasın hakikatini kazanmaya muhtacız. Çünkü ihlasın sırrı bizde onunla yerleşiyor ” manasında okunur. İhlaslı yapılan her işte, ihlasın sırrı görünür. Ama yerleşmesi, devamlı hale gelmesi ve hakiki kudsiyet halini alması ise ihlasın hakikatine ermekle olur. İhlasın sırrı, kudsiyettir. İhlasın hakikati, rızadır. Rıza-yı İlahi olmadan, kudsiyet olamaz. Kudsiyet, tesir eder. Rıza, Allah’ın memnuniyetidir, yapılan işe Allah’ın müsbet cevap verişidir. Kullarda tesir etme, onlara etki etme ise rıza ile değil “ kabul ” ile, “ makbuliyet ” ile olur. “ Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. ” Kabulde, tesir var. O halde, hakiki ve daimi rıza kabuliyet ve makbuliyette olur. O vakit, yapacağı Kur’an hizmeti ile böyle birisinin ruhu, Ruhu’l-Kudüs’e ayna olur. İman vazifesi yapan birisi, insanlara, vereceği nurlu, halis, süt gibi ilim ile emniyet aşılar. Bu haliyle Onun ruhu, Ruhu’l-Emîn’e ayna olur.

Devam edecek…