İhlas Risalesi Okuma Notları-10

Ey hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarım! İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani: Ölümünü düşünüp, dünyanın fâni olduğunu mülahaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır. Evet ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat, Kur’an-ı Hakîm’in “Küllü nefsin zâikatü’l-mevt” ve ” İnneke meyyitün ve innehum meyyitun”  gibi âyetlerinden aldığı dersle, rabıta-i mevti sülûklarında esas tutmuşlar; tul-i emelin menşei olan tevehhüm-ü ebediyeti o rabıta ile izale etmişler. Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip; düşüne düşüne nefs-i emmare o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup uzun emellerinden bir derece vazgeçer. Bu rabıtanın fevaidi pek çoktur. Hadîste “Eksirü zikra hâdimü’l-lezzât ” -ev kema kal- yani “Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” diye bu rabıtayı ders veriyor. Fakat mesleğimiz tarîkat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı ehl-i tarîkat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmağa mecbur değiliz. Hem meslek-i hakikata uygun gelmiyor. Belki akibeti düşünmek suretinde, müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil, belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır. Evet hiç hayale, faraza lüzum kalmadan bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir. Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi, bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.

 İkinci Sebeb: İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır. Her ne ise.. bunda çok derecat, meratib var. Herkes kendi hissesine göre ne kadar istifade edebilse, o kadar kârdır. Risale-i Nur’da riyadan kurtaracak, ihlası kazandıracak çok hakaik zikredildiğinden ona havale edip, burada kısa kesiyoruz.

 * Onlar farazî ve hayalî bir surette kendilerini ölmüş tasavvur ve tahayyül edip ve yıkanıyor, kabre konuyor farz edip, düşüne düşüne…: Yani bu tarz tefekkür “ Öldüğünü hayal et! Kabre konulduğunu farz et ” tarzındadır. Bu tarz bir tefekkür ilim mertebelerinden ilk 2’sine kadar oluyor. Bunlar “ tahayyül ” ve “ tasavvur ” dur. Diğerleri ise, “ taakkul, tasdik, iz’an, iltizam ve itikad ” dır. Risale-i Nur’un göstereceği hakiki rabıta-yı mevt, bütün ilim mertebelerini içerir.[1] 

* nefs-i emmâre o tahayyül ve tasavvurdan müteessir olup, uzun emellerinden bir derece vazgeçer: Rabıta-yı mevt, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek içindir. Nefsin kirlerine Kur’an, “ necaset ” der. Tevhid-i hakiki, her şeyi Allah’tan görme ve kabullenme ise, ene’nin kirlerini temizlemek içindir. Ene’nin kirlerine, “ habaset ” denilir. Nefs-i emmareye uyan bir kalp, “ necis ” olur. Ene’ye uyan bir ruh, “ habis ” olur. Nefsin maddiyata düşkünlüğünü kırmanın, onu maddeden koparmanın, kirlerinden arındırmanın tefekküre dayalı tek yolu onun lezzetlerini acılaştıracak, bizzat kendisinin yaşayacağı ve çevresindekilerin de yaşadıkları “ Ölüm ” meselesidir. Her insan ölümün alametlerini kendinde görebilir. Bebeklik öldü, çocukluk dirildi; çocukluk öldü, gençlik dirildi; gençlik öldü-ölüyor, orta yaş diriliyor; orta yaş da ölecek, yaşlılık ve kabir gelecek… Bu hayat nehri, o havuza doğru akıyor…

* Bu rabıtanın fevâidi pek çoktur: Râbıta, bir meselenin ruhu ile bağ kurmak demektir. Bir şeyin ruhu ise, onun hakikati, değişmez özü ve kanunu demektir. Öyleyse rabıta-yı mevt, ölümün ile bağ kurmadır; ölümün hakikatini bilmek ve ölüm meselesini çözmeye çalışmaktır. Üstad, kendi yaptığı tarzdaki rabıta-yı mevt tefekkürü ile, ölümün hakikatini çözdüğünü söylüyor.[2] Fevaid, faideler, zihnin elde ettiği ilim, hikmet ve sırlar tarzında kazançlar demektir. Kalbin ve hissin kazançlarına ise, feyz ve füyuzât denilir.

 * “ Eksirü zikra hâdimü’l-lezzât ”[3]: Kelime meali “ Lezzetleri kökünden kesen, kişiyi lezzet alamaz hale getireni çokça düşünün, hatırlayın ve anın ” demek. Fakat Üstad daha da ötesi bir meal veriyor Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz. ” Ölüm sadece kişinin maddî hayatını bitirmekle lezzetleri bitirmiyor, aynı zamanda dünyada tadılan lezzetlerin kabirde kişiye acılara dönmesine de yol açıyor. Eğer ki lezzetler Allah’ın rahmetinin sonsuz hazinesinden gelen bir hediye diye bakılıp şükürle hissedilmezse kabirde kalp için acılara ve hüzünlere analık ederler. Kabir azabının bir sebebi olurlar. İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam yukarıdaki âyetlerden rabıta-yı mevt dersini almış ve Suffa Ashabı’na ders vermiş. Ümmetine de ders veriyor. Bu rabıtanın hikmetlerine de işaret ediyor: “ Ebedî acılardan kurtulmak istiyorsan, nefsani maddi lezzetlerden kurtul. Seni kurtaracak mürşid, ölümünü düşünmendir ” diyor. “ Nasihat istersen ölüm yeter ” sırrı… Mürşidler, nasihat verir; Üstadlar, ders verirler.

  * mesleğimiz tarikat olmadığı, belki hakikat olduğu için, bu rabıtayı, ehl-i tarikat gibi farazî ve hayalî suretinde yapmaya mecbur değiliz: Mecburiyet yok. Mecburiyet, hakk ve hakikate uygun olanda olur. Yani birisi hakka ve hakikate uygun ve özellikle sebepler dünyası açısından hakka uygun olan bir hükmü Kur’an’dan çıkarmışsa, hakka uygun hareket etmek ve şerre yol açmamak isteyen kişiler, o tesbite uymak mecburiyetindedirler. Fakat yapılan tesbit hakikati arayan birisininse, ona uyulmayabilir. Ehl-i tarikat da, ehl-i hakikat da ölümle ilgili âyetleri düşünmüşler. Tarikat ehlinin âlimleri, rabıta-yı mevt hakkında böyle bir tesbit yapmışlar, Üstad ve ehl-i hakikat da bir tesbit yapmışlar. Gerçeğe en uygun ve yakın olanı Üstad’ın gösterdiği tarzdır. Rabıta-yı mevtin hakikate en uygun olanını yapmak isteyen kişi Üstad’a uymak mecburiyetindedir. Üstad bu noktada tasavvuf noktasında bir müceddidlik yapmış. Yeni ve doğru bir usul bulmuş. Risale-i Nur, hakikat mesleğidir. Yani bir mesele hakkında sabit ve net bir hüküm bulmadan fikir beyan etmez; izafiliklerle kişilerin zihnini uğraştırmaz.

* Belki, âkıbeti düşünmek suretinde müstakbeli zaman-ı hazıra getirmek değil belki hakikat noktasında zaman-ı hazırdan istikbale fikren gitmek, nazaran bakmaktır: Burada çok şifre var. Bir kişi bulunulan anda ya diridir, ya ölüdür. Ölüyse zaten ölümü düşünemez. Diri ise, ölümünü düşünebilir. Ölümü düşünmek iki tarzda olur. Ya istikbalde olan ama ne zaman olduğu meçhul bir ölümü şimdiye getirmektir. Bu, tarikat ehlinin yoludur. Çok çok az bir insan ölümünü düşünürken ölmüştür. O yüzden bu tarz tefekkür tatmin etmez. Gerçek tarz ise, istikbalde olacağı %100 olan ölümünü zihnen görmektir. Bu andan istikbale gitmek ve mezar taşına bakmak… Burada formül: Ölümün bir hakikat ve bütün canlılara, kendisine canlılık verilmiş olanlara has bir kanun olduğunu bulmak, bilmek ve âlemdeki ölen ve öldürülen canlılar üzerinde bunu gözüyle görmek ve kendisinde de şu an ölümün alametlerini temaşa etmektir. Bu zihnî yolculuğa Üstad şöyle işaret eder: “ Fikren gitmek, nazaran bakmak… ” Fikir ve nazar, her ikisi de zihinle alakalı şeyler. Farkına Üstad şöyle işaret etmiş: “ Nakkaş-ı Ezelînin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakikatle sarıl.[4] Fikir, hakikati arar. Nazar ise, hikmeti ve hakkı yani hakikatin bu dünyada sebepler dairesi içinde görünüşünü yakalamaya çalışır. Yani gerçek rabıta-yı mevt, ölüm hakikatini tefekkürle idrak etmek, kabullenmek; sonra da kendi bedenindeki ölüm alametlerini hikmet nazarıyla okumaktır. Hz. Azrail (AS), Hz. İbrahim’e (AS) demiş:  “ Hastalıklar, benim habercilerimdir.

  * hiç hayale, faraza lüzum kalmadan, bu kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine bakabilir: Bir ağaç çok uzun olsa, bir tek meyvesi olsa, belki o meyve gözle zor görünür. Fakat ömür ağacı, 60 sene kadar kısa; tek meyvesi de cenazemiz… Nasıl ki o ağaç, bir çekirdekten çıktı; o ağacın bütün ecdadının geçmişi o çekirdekte vardı. Sonra ağaç bütün o geçmişi ve kendi yaşadıklarını, meyvesindeki çekirdeğe kodladı. Aynen öyle de, bizim kalbimiz de bir çekirdektir. Bütün geçmiş o çekirdekte yazıldığı gibi, ömrümüzün sonuna kadar yaşadıklarımız da o kalbe yazılıyor, bizimle beraber kabre gidiyor.

  * Onunla yalnız kendi şahsının mevtini gördüğü gibi…: Tefekkürde ilk aşama, kendi şahsının ölümünü görmek… Yani önce enfüsî tefekkür ve rabıta-yı mevt lazım; sonra âfâkîsi… İlk tefekkürde, ömrümüzü bir ağaç gibi okumak gerektiğine Üstad değiniyor.

* bir parça öbür tarafa gitse asrının ölümünü de görür: İnsanı ön planda dünyaya bağlayan, nefs-i emmaresidir. İkinci planda ise, dünyaya ve maddiyata ülfet ve ünsiyet eden, dünyayla hissî bağlar kuran kalptir. Bu bağları da ikinci cümle kopartıyor: “ Asrın da ölecek! İnsanlardan hem-asır olduğun; sevdiklerin, alıştıkların da ölecek, arkandan kabre girecekler. Tıpkı senden önce kabre giren sevdiklerin ve dostların gibi… ”

* daha bir parça öbür tarafa gitse dünyanın ölümünü de müşahede eder: Rabıta-yı mevt, istikbali kanunlarla okumak, kanunların istikbalde nasıl ferdler ve nesneler üstünde tecelli ettiğini akılla görmektir. Allah, aklı bize bunun için vermiş. Hadiste var: “ Akıllı adam o kimsedir ki nefsini (Allah’a karşı) köleleştirir ve ölümden sonraki (hayat) için (iyi) amel işler. Âciz adam da o kimsedir ki nefsini arzusuna uydurur (yani nefsini haramdan alıkoymaz). Sonra Allah’tan (mağfiret) temenni eder. [5] Veya bu manada… Ölen insan için, şu dünya mâzidir. Ölüm, insanı müstakbele taşıyor. Mazi, dünya ve içindeki maddiyata dayalı her şey… O halde bir insanın kabirde rahat etmesi, maziden kurtulması nisbetindedir. Bunun da yolu maddiyata bağlanan bütün cihetleri temizlemek… Ten sevdasını, şahsî ölümüyle; ahbab ve akraba sevdasını, asrının ölümüyle; madde ve maddiyat sevdasını ise, dünyanın tamamen ölümüyle bitirmek… Yani gözünü arkadan al, geleceğe çevir… Bu tarz tefekkür yapan kişinin kalb gözü açılır ve kâinatın ölümünü “ müşahede eder. ”

* Asrının ölümünü kabullenen ve gören bir kişinin diğer insanların nefisleriyle bir derdi kalmaz. Onlarla madde ve menfaat için rekabete ve yarışa girmez. Onlarla sırr-ı ihlası ve îsarı rahatça yaşayabilir.

* ihlâs-ı etemme yol açar: Demek, rabıta-yı mevtin 3 aşaması kişiyi ihlasa sokup ilerletiyor. Şahsî ölümünü düşünen ve kabullenen, “ hâlis ” olur. Asrının ölümünü kabullenen, ihlas-ı tâmma erişir, “ muhlis ” olur. Bütün kâinatın ölümünü kabullenen ise ihlas-ı etemme erişir “ muhlas ” olur. Peki, nefsin rabıta-yı mevtle bağı ne? Neden ölümü görünce terk ediyor? Üstad bunu da tesbit etmiş: “ İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefs-i natıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hatta vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. ”[6] Nefis, bir şeyin faniliğini hissettiği an, ondan yüzünü çevirir. Teninin fâniliğini görse, “bâki ten” ister. Dost ve ahbabın fâniliğini görse ve hissetse “bâki dost ve ahbab” ister. Dünyanın ve kâinatın fâniliğini görse ve hissetse, “bâki âlem ve kâinat” ister. Bu 3 aşama, “ maddeden tecerrüd ” seviyeleridir. Yani soyutlaşma, kabuğundan sıyrılma… Bunu yaşamayan, Allah’ın da maddeden mücerred oluşunu, külliliğini, her yerde hâzır ve nâzır oluşunu anlayamaz ve hissedemez.

  * İkinci sebep, iman-ı tahkikînin kuvvetiyle: Tahkik mesleğinde nur ve kuvvet vardır. Yani nur-u iman ve kuvvet-i iman gibi… Her hakikat, akla ve ruha, nur verir, kalbe ve hisse, kuvvet verir… ( İhlastaki nur ve kuvvetler için baş kısma bakılabilir. ) Nur ve kuvvet birleşmesi lazım ki, iş yerini bulsun. Fikir hislere işlerse, o vakit tesirli olur. Tesir sahibi olmak, kuvvet ile olur. İman kuvvetli ise, kişi üzerinde etkisini gösterir. Yoksa kişinin sözleri ile fiilleri uyuşmaz. Asıl iş, hislere o imanı işlettirmektir. Bunun da yolu, kalbi çevreleyen ve kuşatan nefis kabuğunu kırmaktır. Bu da rabıta-yı mevt ile, riyazetle ( rabıta-yı mevt gibidir ), oruçla, teheccüd v.s. ile oluyor.

 * marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeât: Lemeat, parıltılar demektir. Arapça’da güneşin ışığının ayna üzerinden bize yansıyan kırılmış haline, lem’a denilir. Lemeat ise, lem’anın çoğul halidir. Tahkikî iman, tefekkürle olur. Bu da Sâni-san’at-masnû üçlüsüyle zihnî bir sistem kurmakla olur. Kur’an diyor “ Allah’ın san’atı, hakikaten her şeyi çok kıymetli ve ehemmiyetli yapmakla tanınır.[7] Bu 3’lü bakış, mana-yı harfî ve tevhid bakışıdır. Yani sanatlı yapılmış her şey sanatkârının manevi cemal ve kemalini gösteren bir aynadır. Buna misal olarak şöyle deriz: “ Selimiye Câmii’ne gözünle bak, Sinan’ın cemal ve kemalini gör; Sinan’a fikir ve nazarınla bak, Allah’ın cemal ve kemalini gör! ” Bu şekilde yapılan bir tefekkür, insan kalbini Allah’ın tecellilerini alıcı kılar. Bu kalpteki tecelli, akla ve ruha nur verir. Güneşin ışığına, ziya; ay denilen aynadan gelen ışığa ise, nur denilir. Nur, lem’a gibidir. Bu noktada Allahu Teala, bir manevi güneş olarak görünür. Onun ziyası olan isimlerinin tecellileri, iman ile kalbin içine girer. Kalb, Allah’a ayna olur. Sonra bu kalpteki cilveden, şuur-üstüne ve zihne, nur gider… Nura kavuşulunca ne olur? Sahabeler sordular:

-“ İnsanın sadrı açılır mı, inşirah-ı sadr mümkün mü? ” Resulullah Aleyhissalatu Vesselam cevap verdi:

-“ Evet. ” Sordular:

– “ Nasıl ve ne ile açılır? ” Cevap verdi:

– “ Nur ile.Peki açıldığını, nura kavuştuğumuzu nereden bileceğiz? Nura kavuşanda neler olur? ” Cevap verdi Nur Nebi (AS):

-“ Baki diyarı, fâni diyara tercih eder.[8]

Hem diğer bir hadisinde aynı konuda Hz. Ömer’e (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber (ASM) der ki:

-“ Bırak ya Ömer! Dünya onların olsun, ahret bizlerin.[9]  

 * lemeât ile bir nevi huzur kazanıp: Gaye, huzur kazanmak… Yani sebepleri aşıp, her şeyi Allah’tan görebilecek seviyeye yükselmek… Padişahları görebilmek, onunla görüşebilmek için sarayında iç içe perdeler, kademeler vardı. Aynı şekilde Ezel-Ebed Sultanı Allah ile görüşebilmek, her şeyi ve her işi Ondan görebilecek seviyeye çıkabilmek nefsaniyet ve enâniyetin ördükleri duvarları ve çetin kaleleri aşmakla olabilir. Allah’ı madde ve manadan ve her türlü kayıddan mücerred olarak görebilmek asıl hedeftir. Maddiyattaki engel, menfaatçi nefis; maneviyattaki engel, meziyetçi şahsiyet ve faziletfuruş ene’dir. Üçü de, Allah’ı hakkıyla tanımaya engeldir. O yüzden tefekkür lazımdır. Geniş çaplı ve devamlı tefekkür… Allah’ın sanat eserleri galaksilerden, yıldız kümelerinden, güneşlere-gezegenlere-aylara, yeryüzünden canlılara-hücrelere-zerrelere, maddi dünyadan meleklere-ruhanilere-cinlere-ifritlere, dünyadan berzaha-mahşere-sırata-cennete ve cehenneme kadar… Bütün bu âlemler ve içlerindeki her nesne Onun bir sanat eseridir. O halde Allah’ı ya cemaliyle, ya celaliyle, ya kemaliyle veyahut kibriyasıyla tanıttırıyor demektir. Bu şekilde geniş-külli ve derin tefekkür edilse, Allah’ın ilmi, kudreti, iradesi ve hikmeti o sanat içinde görülse âlemler çapında bir nur ve emniyet kişiye yansır ve hissedilir.

 * Hâlık-ı Rahîmin hazır, nâzır olduğunu düşünüp…: Bu cümle tefekkürden gayeyi özetliyor. Halık der ki, “ Her şeyin hilkatini oku! Yani nasıl bir kudretle yapılmış; nasıl bir ilim o kudreti şekillendirmiş; nasıl bir hikmet onu meyvedar, gayeli ve faydalı yapmış; nasıl bir rahmet onu size hizmetçi kılmış onu gör. ” Bunda da ilk aşama kendini okumak… Rabıta-yı mevtteki tarz üzere düşünülebilir. Önce kendimiz, sonra dış dünya, sonra geçmiş ve geleceğiyle bu âlem… Allah’ın nurunu, mazi-müstakbel ve hazır anda görüp kendini bütün zamanlar ve mekanlarda, bütün âlemler ve cihetlerde nurlar içinde görmektir.“ Allah, kâfirleri kuşatmıştır ”[10] ve “ Hakikat bu ki Cehennem kâfirleri kuşatmıştır ”[11] âyetleri, Allah’ın kâfirleri maddi ve manevi ateşlerle kuşattığını bildirdiği gibi müminler açısından da “ Allah bizi nuruyla her yönden kuşatmıştır ” manasını da verir. Hâzır, manen bulunan ve bilen demektir. Bir kişinin karşısında olanı bilmesi gibi… Nâzır, bakan ve gören demektir.

* Ondan başkasının teveccühünü aramayarak huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmekle: İhlas, Allah’ın rızasını, takdir ve teveccühünü aramak ve kazanmaya çalışmak demektir. Tahkik ile, her yerde ve her şeydeki tasarruflarının, sanatının, yaptığı icraatlarının gösterdiği üzere Allah’ın her yerde ve her şeyde ilim-irade-kudretiyle hazır ve nazır olduğunu, bizi bildiğini ve gördüğünü çok iyi anlayıp gözle gördükten sonra başkasının teveccühü aranılmaz. Çünkü bu şekildeki bir tevhid, başkalarının takdir ve teveccühlerinin Allah uğruna mı, nefisler uğruna mı olduğunu gösterir. Allah içinse, bunu sağlamanın yolu Allah’ın takdirine ermektir. Yavuz Sultan Selim’in huzuruna kabul edilmiş bir kişi, Yavuz:

-“ Meramın nedir? Bütün askerlerimle ve hazinemle senin arzunu yapacağız ” dediği halde, gitse Yavuz’a sırtını dönüp Yavuz’un huzurunda titreyen bir kölesinden veyahut sadrazamından medet dilese değil yardım almak veya huzurdan kovulmak “ Yavuz’un saltanatında ortak koşuyor ” diye kelleyi bile kaybedebilir.

  * o riyâdan kurtulup ihlâsı kazanır: Tevhid, halka kendini beğendirmek ve sevdirmek hastalığından kişiyi kurtarır. İnsandaki kendini başkasına sevdirme hissinin doğru tarzını Üstad şöyle anlatır: “ Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile Onu tanımazsa; hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibadetle kendini Ona sevdirmese; hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamdle Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl bir dar-ı mücazat hazırlamasın?[12]

* Tahkiki imanın 3 mertebesi var, her mertebenin ihlasla bağı var: İlme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn… Bunlar sırasıyla kişiyi hâlis, muhlis ve muhlas seviyesine yükselten merdivendirler. İzahları için Üstad şöyle der: “ Evet, iman-ı taklidî, çabuk şüphelere mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakîn mertebesi, çok burhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şüpheye karşı bazan mağlûp olur. Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esmâ-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. [13]

[1] İlmin mertebelerini izahı konusunda Prof. Dr. Şener DİLEK’in Marifet İklimi kitabını tavsiye edebiliriz. O ilim mertebeleri kitapta detaylıca izah edilmiş.

[2] Şualar, 12. Şua.

[3] Tirmizî, Zühd: 4, Kıyâmet: 26; Nesâî, Cenâiz: 3; İbni Mâce, Zühd: 31; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:321.

[4] Nokta Risalesi, 2. Bürhan.

[5] Ebu Hureyre (r.a.)’ın hadisini Tirmizi, Nesai. Taberani, el-Evsat’ta ve İbni Hibban da rivayet etmişlerdir.

[6] Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

[7] Neml Suresi, 88.

[8] Taberi Tefsiri.

[9] Müsned-i İbn-i Hanbel, II, 298.

[10] Bakara suresi, 19.

[11] Tevbe suresi, 49.

[12] Sözler, 10. Söz, 3. Hakikat.

[13] Emirdağ Lahikası-1.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: