İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-2

Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir duayı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır. Madem ihlasta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var.. ve madem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalaletler içerisinde bizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye omuzumuza ihsan-ı İlahî tarafından konulmuş; elbette herkesten ziyade bütün kuvvetimizle ihlası kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlasın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi’ olur, devam etmez; hem şiddetli mes’ul oluruz.  âyetindeki şiddetli tehdidkârane nehy-i İlahîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına manasız, lüzumsuz, zararlı kederli, hodfüruşane, sakil, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menafi’-i cüz’iyenin hatırı için ihlası kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm   demesiyle, nefs-i emmareye itimad edilmez. Enaniyet ve nefs-i emmare sizi aldatmasın. İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun. ( 21. Lem’a )

* şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye: Demek o zamana kadar Kur’an hizmeti yapılmış… Yani ilim ve hikmetle, zihinlere hitap edilmiş… İman vazifesi görülmemiş. Oysa, iman vazifesi ve Kur’an hizmeti omzumuza İlahî ihsan olarak konuldu diyor. Omuzda, tabut taşınır. Sırtta, yük… Demek bu işler, “ Tâbut-u Sekîne ” dir. İnsanları sekinete eriştirecek bir faaliyet yaptırılacak. Tâlut ve askerlerinin, Câlut’a karşı savaşmaları gibi…

* hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez: İhlasın sırrı, kudsiyeti yerleştirir. Bu yerleşme olmadan Kur’an’a hizmet güdük kalır. Organize hizmetle iş ebedileşir, bir havuz olur. Yoksa ferdî çalışma şahsın ölümüyle biter. Organize hizmet, Kevser havuzu olur. Kevser ve kesret aynı kök… Sırr-ı ihlas, kesreti, “ cemaat ” haline getirir. Cemaatin ruhu, asırlar boyunca yaşayarak hizmet eder.

* hem şiddetli mes’ul oluruz. “ Welâ teşteru biâyâtî semen kalîlen âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye: Ayetteki semen, maddi dünya malı demek. Kalîlen, neredeyse yok denecek derecede az olan demek. Lâ teşteru ise, zaman zaman bu satış teklifi yapılacağını bildirir. “ Size her ne zaman âyetlerimi yok denecek kadar az bir dünya malı ve menfaati için satın teklifi gelirse asla satmayın, satmayacaksınız! ” diyor. Burada nehiy var. Yani “ Nihayete erdirin! Son verin, bu pis işe! ” Nehyin zıddı ise, emir… İrade sıfatının celalli yansıması, nehiy; cemallisi, emir… Emri yapmak, salahat; nehiyden kaçınmak, takva… Nehyedileni işlemek, fücur; emredileni yapmamak, fısk… Esma-yı Hüsna’dan Âmir ( Emreden ) ve Nâhî ( Nehyeden ) isimleri var. ( 91. Bâb ) Sırr-ı ihlas, kaynaşmayı; kalplerin muhabbetle birbirine ısınmasını sağlar. Sırr-ı ihlas, 4 tane 1’in 1111 olmasını sağlar. Nefse hitap eden şeyler, 4 tane 1’in 1111 olmasını engeller. Bunlar “ maddi menfaatler ” ve “ süflî hisler ” dir.

* saadet-i ebediye zararına: İhlaslı olmak, kişiye ebedî saadeti kazandırır. Nefsaniyetten ( bencillikten ) kaynaklanan süfli hisler ve maddi menfaatler, insan ruhunun ebedî mutluluğunu engelliyor. Ruhlaşmak, ruhî bir hayat yaşamak kişiyi mutlu eder. Bu da cüz’î yaşamaktan kurtulma nisbetinde olur. Maddiyat, kişiyi dar düşündürtür; süflî hisler de ruhu daraltır, kendinde boğdurur. Mesela beni görsünler ( riya ), beni duysunlar ve bilsinler ( sum’a ) gibi… Bu manada “ ben ” dardır; “ biz ” ona göre daha geniş ve ferahlatıcıdır. “ O ” ise, mutlak ferahtır. Çünkü “ Hüve ” de, sınırlılık ve taayyün yoktur.

  * mânâsız: Nefsanilikte mana olmaz. Mana, hakikate götürür. Hakikat ise, nefsin ateşlerini söndürür. Yani nefis, “ Düşünme! Bencilce hislere kapıl! ” diyor.

* lüzumsuz: Lüzum, olmazsa olmaz değerde olan demek… Nefis, küçük şeyleri dağ kadar büyük görür; hakikatte büyükler şeyleri ise, küçük görür. Kendisiyle ilgiliyse, pire dağ olur; başkasının dağ gibi acısı, ona sinek ısırması gelir. Ufak şeylere takılmalar hep nefsin hastalıklarıdır. Nefsin varlığını gösterir.

* zararlı: Zararlı bir şeyi insan neden tercih eder? Çünkü o şeyin anlık bir menfaati vardır. Anlık menfaat, daimî zarar doğursa, nefis sadece menfaat kısmını görür. O menfaati tatmak ve yaşamak ister. Cüz’î menfaat, küllî fazileti kaybettirir. Ümmü Süleym ve Ebu Talha (R.Anhuma), bir akşam yemeğini yeme konusundaki cüz’î menfaati terk ettiler ama ebedî fazileti ve külli şerefi kazandılar. O akşam yemek yememekle ne onlar öldü, ne de aç yatan çocukları… Ama ruhları dirildi; Allah onları ebedî kelamıyla övdü.

* kederli: Keder, kalbin kirliliğinden dolayı insanda meydana gelen bulanıklık ve iç sıkıntısı demek.

* hodfuruşâne: Kendini pazarlamak, kendini satmak… Bu da, süflî bir his… Neden nefis kendini satar? “ Sevilsin ” diye… Neden kendini sevdirir? “ Tapılsın ” diye… Niye kendine taptırır? “ Kusurlardan takdis edilsin, kemalatı medhedilsin ” diye… Niye bunları yaptırır? Çünkü bu şekilde kendini “ iyi ” hisseder ve “ kendini kandırabilir. ” Bunları duymak ve görmekten pis bir zevk alır…

* sakîl: Sıklet sahibi, ağır demek… Ruh, hava gibidir; hafiftir. Ene ise, havanın yoğunlaşmış hali olan suyun, katılaşmış ve ağırlaşmış halidir. Ene’den kurtulan su gibi latif, hayat verici ve yumuşak olur; enâniyet ise kişiyi, buz gibi katılaştırır ve öldürücü kılar. Hem maddiyat, ruhun sırtındaki yüktür. Ruh kuşu, sırtındaki yükle uçamaz, yere yapışır kalır. Madde ve günah yükü onu ağır kılar. Rahman suresi 31. âyet, günahkâr ve bencil ve enaniyetli oldukları için cinlere ve insanlara “ sekalân ” ( ağır, iki canlı ) der. İhlas, ruhu, maddeden soyutlar; hafifleştirir. Kalbindeki minnet yükünden, ruhundaki korku yüklerinden onu kurtarır. Minnetini ve korkusunu Allah’a karşı kılar. ( 3. Söz )

* riyâkârâne: Riya, kendini kemalli ve mükemmel göstermek demek. Nefsin iki temel hastalığından birisidir. Diğeri ise, sum’aGörsünler ve desinler tutkusu… Yani kendini ispat… Kendinin en iyi olduğunu, en mükemmel olduğunu ispat sevdası… Neden bu his var? Çünkü insan Allah’ın mükemmelliğine ayna olmak için yaratılmış… Hissin varlığı doğru ve güzel, ama kullanıldığı yer yanlış ve çirkin…

* Hissiyât-ı süfliye: Ene’yi okşamak, hubb-u cah ve havf damarları gibi… Bu kısım, sırr-ı uhuvvetin düşmanı… Kişiyi enâniyete sevk ediyor.

* Menafi-i cüz’iye: Nefsin hoşlandığı şeylerTamah, tenbellik ve tenperverlik damarları gibi… Bu kısım sırr-ı ihlasın düşmanı… Kişiyi nefsâniyete sevk ediyor.

  * Bu maddelerin hatırına ihlas kırılınca şu 3 madde de gerçekleşiyor. Bu yüzden âyette şiddetle kızılıyor.

* hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz: Yani dine hizmet eden birisi, din ve davanın temsilcisidir. Yapacağı yanlış, dine ve davaya laf götürür. Hem hizmet sistemi, yekpare bir fabrika gibi… Bir çarklı dönmeyi bıraktı mı veyahut ters dönmeye başladı mı ya fabrika yıkılır; veyahut o çark sökülür yerine iş gören çark takılır. 2 ihtimal var. Eğer cemaat 3 kişi ise, fabrika yıkılır. Çünkü 3 kişiden az sayıda cemaat olamaz. Eğer 4 kişi ise, o çark sökülür. “ Sensiz de olur ” denilir. Ankebut suresi diyor: “ Senin nefis ve malını satmakla yapacağın cihad dahi senin lehinedir. Allah’ın sana ihtiyacı yok. ” Eğer fabrikayı Allah yıkarsa, o kişinin başına da âhiret âlemi yıkılır. Şener abi der: “ Bir nur talebesi düşerse, Onun günahını ancak mizan-ı Kübra tartabilir. ”

* hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz: Maddi menfaatlar, cüz’î hisler için davayı satmak, ihlası ve uhuvveti bozmak insan dünyasında Kur’ana hürmeti kırar. Kur’ana saldırmak demektir. Kur’an hizmeti, kudsiyetle, sırr-ı ihlasla olur. Maddi menfaatler, kudsiyeti bitirir. “ bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır.

* hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik: İman hakikatleri, küllidir; kudsiyet sahibidir. O, nefislere tabi ve alet olamaz. Bilakis onlar varsa nefis arınır, temizlenir. Dini, geçim kaynağı yapmak, imandaki kudsiyeti öldürür. O kişinin kalbi ölü kalır, muhataplarının kalbini de diriltemez. Kudsiyet, kalpleri hayatlandıran iksirdir. Kudsiyet, sırr-ı ihlas içinde bulunur.

  * Dine hizmet edenlerin hukukuna tecavüz eden, Kur’an hizmetine taarruz eden, imana hürmetsizlik eden 2 grup kişi vardır. Âfâkî ve enfüsî… Yani İslam toplumu dışında ve İslam toplumu içinde olanlar… Âfâkîler, kâfirlerdir; enfüsîler ise, münâfıklar… İşte bu süflî hislerle, maddi menfaatler için ihlası kıran kişi münafıklık yapmış olur. İhlas kulesinin tepesinden, nifak gayyasına düşer. Ortada tutunacak yer bulamaz. Münâfıkın zıddı, muhlistir. Devamlı dava kardeşiyle uğraşan, hiç alttan almayan, devamlı problem yaratan kişi düşmana yardım eden iç düşmanlardan biridir. “ Hani Allah’a nefsini, bütün hislerini, benliğini, şahsiyetini ve malını satma sözü vermiştin! Hani nerede ahdine sadakatin! ” Sahabeler birbirlerine hep bunu hatırlatıyorlarmış. Malı satmak, nefsâniyetten kurtarır; sırr-ı ihlasa erdirir. Nefsini ( kendini ) satmak ise, enâniyetten kurtarır; sırr-ı uhuvvete ve sırr-ı hakikate erdirir… Mal düşkünü, nefs-i emmâre; kendine düşkün, şahsiyet ve enâniyet… 6. Söz bunu anlatıyor. Hasan Feyzi Ağabey 6. Söz hakkında şöyle der:

Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,

Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.

Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,

Verdim de arındım ona hem zat ve hayâtı.

Müflis ve fakir bekliyordum şimdi kapında

Tevhide eriştir beni, gel vârını sun da.

“Ben!.. Ben!..” diye yazdımsa da sensin yine ol Ben,

Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.

Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei’n-Nur!

Bir dem bile hem eyleme senden beni yâ Rabbenâ mehcur!

Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!

Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur.

Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (asm.),

Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed!…

* Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır: Mânilerden 6 tanesini 29. Mektub, 6. Kısım’da anlatıyor. 2 tanesini de bu risalede anlatacak. Şeytanlardan kasıt ise, ya bildik cinnî şeytanlar veyahut münâfıklar… Cinnî şeytanlar insanın nefsaniyetini tahrik ediyorlar. Korku damarına giriyorlar.

* Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak: İhlasın kuvvetlerinde ilerleyen kişi bu manileri aşar, bu şeytanları alt eder. İhlasın kuvvetleri, kalpteki muhabbetullah, muhabbet-i resulullah ve muhabbet-i cihad ile kendini gösterir. Kalbinde ve hislerinde bunlar olmayan, kalbi canlı olmayan kişi tutunamaz. Kalb canlandıkça, nefsin hâkimiyeti gider ve biter. Kalp, canlılığını Cenâb-ı Hakk’a, Hakka ayna Resule ve Hakk yolunda çalışmaya muhabbet ve aşkıyla gösterir. Çünkü cihad da kişiyi Hakka ayna haline getirir. Hem böyle birisi, Allah’ın kullarına karşı, rikkat ( yufka yüreklilik), re’fet ( acıma ), merhamet, hilim gibi hisler taşır. Hadis var “ Men lem yerhâmi’n-nâse lem yerhamillah ”[1] ( İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez. )

* İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz: Yılan, dış düşman; akreb, iç düşman… Kâfirler ve şeytanlar, dilleriyle dine zarar vermeye çalışırlar, yılanlık yaparlar. Dış düşmanlık… Akreb, kelime olarak en yakın demek… Gizlice omzumuzda yürüdüğü, ayakkabımızın içine girdiği için Araplar ona, akreb demişler… Bu manada nefsimiz, akrebdir. “ Senin en zararlı düşmanın iki yanın arasında bulunan nefsindir ” hadisi bunu ifade eder. İhlası kıran ve kaynaşmayı engelleyen 2 şey var: Kardeşini tenkid ve faziletfuruşlukBaşkasını eleştiren ve dili ile insanları sokanlara, yılan denilir. İşte kardeşini tenkid, yılanlık yapmaktır. Faziletfuruşluk ise, nefisten de bize yakın olan enaniyetin yaptığı zehirleyici tavırdır. Faziletfuruşluk, akreblik yapmaktır. Tenkid etmeyen ve birbirini takdir edenler ancak, sırr-ı ihlası yaşayabilirler. Çünkü aralarında muhabbet oluşur. Birbirlerinin faziletlerini kendilerinin gören ve kabul edenler ancak, sırr-ı uhuvveti yaşayabilir. Çünkü birbirlerine karşı şevk ve iştiyak oluşur. Birbirlerinde teselli bulurlar. Birbirlerini anlarlar.

  * Neden Hz. Yusuf’u (AS) misal veriyor. Çünkü o, muhlas. Fakat bu ihlasıyla beraber, nefs-i emmâreden şikayet etmiş. Bir peygamberin nefsi, emmâre olamaz. Olsa, nebi olamaz. Buradaki nefs-i emmâre, mecâzî nefs-i emmâredir. Bu nefis, herkeste bulunabilir. Hz. Yûsuf (AS) diyor ki, “ Mecazi nefs-i emmareden ancak Rabb-i Rahîm kurtarır. Kul kurtulamaz. ” Öbür âyet diyor, “ Biz kurtardık; çünkü o muhlas kullarımızdandı. ” Şehvet ve maddi zevkler, nefs-i emmarenin aradığı şeyler… Manevi zevkler ise, enâniyetin… Takdir edilmek, beğenilmek, övülmek enâniyetin habis zevk ve lezzetlerindendir. Ayet diyor “ Bizim verdiklerimizi kendinin görüp onlara âciz sırtını dayayıp ferahlanmakla tanınan ve yapmadığı şeylerle övülmeyi seven kişilerin azaptan kurtulacağını hesap etme, hiç zannetme! Onlar için acı dolu bir azap var. ” ( 18. Söz’ün başı )

* Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın: Neden önce enâniyet? Çünkü o daha tehlikeli ve en çok aldatan da o… Aldattığı fark edilmiyor bile… Enaniyet, kişiye, kendini bir haklı gösterdi mi gerisi geliyor… İblis, bir kere kendinin haklılığına inandı, Allah’a da çamur attı, kullarını da batırdı; iş nereye vardı… Çünkü İblis’te enaniyet vardı. Hz. Âdem’i (AS), İblis’ten üstün kılan Allah’a karşı ihlası, tevbesi, istiğfarı ve ilticasıdır. İblis’i batıran ise, enâniyeti, gururu ve inadıdır.

Devam edecek…

 

[1] Tirmizî, Birr 16, (1923).

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: