İHLAS RİSALESİ OKUMA NOTLARI-3

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ: Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksad yapmak gerektir.

* Birinci Düsturunuz: Düstur, bir canlı türünü veyahut bir sisteme tabi her ferdi bağlayan İlâhî irade tecellisi… Düstur, kanunun maddi dünyada ferd bazında görünen halidir. Düsturda istisna olmaz. Yani İhlas, iman vazifesinin ve ilim hizmetinin görülmesi noktasında şahsa zimmetli bir borçtur. İhlas olmadan bu vazife ve hizmet görülemez.

* Amelinizde…: Amel, bir gayeye erişme amaçlı olarak yapılan fiil ve hareket demektir. Bir Nur talebesinin insanlarla ilişkisinde de 2 gayesi var: İman vazifesi ve ilim hizmeti… Yani imanları takviye ederek, kalplere kudsiyet kuvvetiyle tesir etmek ve ilimde derinleştirmekle akılları nurlandırmak… Bunlar için de lazım olan sır: İhlas…

* Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı!: Rıza-yı İlâhî, insanın ruh aynasının Allah’a yöneltilmesiyle olur. Bir aynanın 2 yüzü var: Siyah taraf ve parlak taraf… Eğer bir aynanın siyah tarafı güneşe ve parlak kısmı yeryüzündeki nesnelere dönükse o ayna, parlak yüzeyine yansıyanları gösterir. İşte Güneş, Hakk; yaratılmışlar da halk… Hakka sırtını ve siyah tarafını çeviren bir insanın kalbi ve ruhu, halka yüzünü ve özünü dönmüş demektir. Kalp, samimi ve sıcak bir sevgili; ruh ise, halis ve teselli verici dost arar. Bu sevgili ve dost arayışı ister Hakk tarafında olsun ister halk tarafında olsun, kalp ve ruh için şaşmaz bir kanundur. Ayna, ne tarafa yönelirse, o tarafın yansımasını alır. Eğer karşı taraf yüzünü ve özünü ona çevirmezse, siyah ve karanlık tarafını ona çevirirse, bu ayna onların parlak yüzünün iltifatını ve teveccühünü kazanmaya çalışır. Bunu elde etmenin yolu, onlara kendini sevdirmektir. Bunun da yolu, eğer kendinde güzellik varsa, sergilemek ( şöhret ); eğer mükemmellik varsa, göstermektir. ( riya ) Ta ki, kendine dikkati çeksin. Eğer rızası istenilen uzaktaysa, kendinin cemal ve kemalini duyurmaktır. ( sum’a ) Bu aşama, sevgili ve dost olmaya çalışma kısmıdır. Eğer cemal ve kemali yoksa, ikinci çare, o rızası aranılanın her arzusunu harfiyen yerine getirmektir. Bu da, ona “ abd ” ( âciz kul ) ve “ memluk ” ( fakir köle ) olmaktır. Kim neye yönelirse onun iç dünyası ona ayna olur, onun tecellisini alır. Böyle olduğu için, kalbi onun sevgisiyle, hayali onun tasavvuruyla, dili onun zikriyle meşguldür. “ Arifin fikri neyse zikri odur ” meselesi… Yani kişinin iç dünyası neyle dolu ise ondan başka kişilere de hep o meşgul olduğuna ait medih veya şikayet, övgü veya kırgınlık v.s. şeyler akseder. Yani ayna kimin tecellisini alırsa, ona bakan kişilere o tecelliyi gösterir. Allah için ayağa kalkmak, hareket etmek de, kalb ve ruhunu Allah’a çevirmektir. Kalbini Ona çeviren, Onun sıcak muhabbetini alır ve kullara aksettirir; Ona ruhunu çeviren Onun nurlu ilmini alır ve kullara yansıtır. Bu cihetten sohbetteki manevi sıcaklık ve Allah’a kalbî yöneliş şiddeti, kulların kalbinde o derece tesir uyandırır. Ruhun Ona odaklanışında ve Ondaki faniliği sohbetin nuraniyet şiddetini artırır. Yani O sohbet “ Allâhu nuru’s-semavati ve’l-ard[1] ayetinin tecellisini alır ve aksettirir. Bu tecelli, muhabbet ve aşk ile Allah’tan alınır; re’fet ve rahmet ile kullara yansıtılır. Bu, kalbin aynalığı… Hem bu tecelli, şevk ve iştiyak ile Allah’tan alınır; şefkat ve rıfk ile kullara aksettirilir. Bu, ruhun aynalığı… Sohbetin hakiki sohbet oluşu, sohbet edenin sohbettekilere rahmet ve re’fetiyle; şefkat ve rıfkıyla ölçülür. Bunlar rızaya mazhariyetin alametleri…

* Madem tebliğde rıza-yı İlahi olmalı! O halde, Allah’ın razı olduğunu bildirdiği ve resulünün de devamlı uyguladığı işler baz alınmalı! Hadis var: “ 5 şey resullerin sünnetidir. Haya, hilim, hacamat, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek…[2] Haya, üslubu ve bir erkeğin kadınlara karşı yapacağı tebliğin tarzını tayin eder. Hilim, sabır içeren akıllılıktan kaynaklanan bir yumuşaklık… Bunlar hizmetin manevi cephesi… Hacamat, kan temizliğidir. Çünkü hacamat, kanın kirliliğiyle şahsa bulaşan cinlerin tesirinden kurtulmayı sağlar. Cinler, tebliğe engel olur. Misvak, diş ve ağız temizliği; güzel koku ise, beden temizliğidir. Bunlar da tebliğin maddi cephesi… Yani hakkı anlatacak kişi her şeyiyle insanlara model olacak tarzda olmalı; bir eksiklikle halkın karşısına çıkmamalı… Bunlar gibi, istiğna ( halktan maddi bir şey almama ), azim, cesaret, sebat, metânet, muhataba az ve öz konuşma, yaşadığı ve yaptığı fiilleri anlatma, hakkı söylemekten çekinmeme, her şeyin Allah ile bağını gösterme gibi Allah’ın razı olduğu şeyler o sohbet eden kişide bulunmalı…

* Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok: Burada anahtar kelimeler, Onun rızası; halkın ve herkesin küsmesi; ehemmiyet vermedir. Allah, hak ve hakikatten razıdır. Allah, hak ve hakikate aykırı şeylere gazaplanır. Hak ve hakikati bilen, onlara göre hareket eden bir kişinin bu fiiline karşı halk 3’e ayrılır:

  1. Hakka ve hakikate gerçekten değer verenler… Bunlar, o tebliğ yapandan hemen razı olurlar. Bunların rızasını aramaya gerek yok, zaten fıtrî olarak meyilliler. Bunların rızası için bir şart şu: Onların rızasını, yani manevi yönelişini beklemeyeceksin! Bu manevi istiğnadır. Beklemezsen gelirler, bekler isen giderler. İstiğnada izzet var, ihtiyaçta zillet var. İstiğna, davanın yüceliğini ve insanların ona muhtaç oluşunu hissettirir. Oysa beklenti, bunu kırar.
  2. Hak ve hakikate değer vermeyenler… Bunlar câhiller, nankörler, inkârcılar, enâniyetlilerdir. Bunlar bilse ve görse dahi hak ve hakikate gelmezler. Bunlar razı olsa ne olur, olmasa ne olur! Onların gelişini beklemek ve onlara şefkat etmek değil, hiç beklememek lazım. Beklenilmezse şu mesaj verilir: “ Ben ve bu dava sana muhtaç değiliz, sen ona muhtaçsın. Sen olmasan da biz varız ama biz olmasak sen maddeten ve manen mahvolursun.
  3. Hakka ve hakikate maddi menfaat için değer verenler… Bunlar Mekke devri gibi maddi menfaatin olduğu devirlerde değil, Medine gibi rahatlık ve maddiyatın da hak eline geçtiği devirde ortaya çıkarlar. Yani bunlar yanar-döner münafıklardır. Bunların rızası ve takdiri hiçbir işe yaramaz. Eğer bir kişi hakkı tanıyor ve görüyor; hakikati delilleriyle biliyor ve kendine ve başkasına ispat ediyorsa; onun tebliğiyle muhatapların iradeleri bocalıyor, vicdanları uyanıyorsa ve buna rağmen bütün halk ondan kaçsa bu gösterir ki o halk ya kâfirdir, ya münafık…

 * Rıza, kalpte ve ruhta Allah’ın tecellisini hissettirir. Rıza, Esma-yı Hüsna’ya mazhariyettir. Rıza, kalp ve ruhun, Hakikat Güneşi’nin cilvelerini almasıdır. Allah’ı iç dünyasında hissetmeyen başkasına nasıl hissettirebilir! Sevecek ki sevdirsin; bilecek ki, bildirsin!  

 * Rızaya mazhariyetin 2 alameti:

  1. Halkın rızasına önem vermemek;
  2. Halkın kabul etmemesiyle üzülmemek, etkilenmemek

            Sohbette riyanın olduğunun alameti, halkın takdiri değer ifade ediyorsa, halkın tenkidi ve reddetmesi üzüyorsa demek o tebliğde nefs ve ene var. O sohbetle kişi, ene’sini gösteriyor, kendini sevdiriyor.  

 * Ehemmiyet, en önemlilik, himmetle ve yoğun bir çalışmayla üzerinde durulmayı hak ediyor olmak demek… Bu gösterir ki, tebliğcinin dünyasında himmeti hak eden en baş şey rıza-yı İlahiye ve kabul-u Rabbâniye erecek şekilde manen derinleşmek; nefs ve ene’den kurtulmaktır.  

 * Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok: Burada anahtar kelimeler Onun kabulü; halkın reddetmesi ve tesir sahibi olmaktır. Kabul, kabiliyet ile aynı kökten geliyor. Yani kabul, manevi âlemde kalıcılaşmak, orada büyümek demek… Tıpkı çekirdeğin filizlenip büyümesi gibi… Önce rıza, sonra kabul… Rıza, ruhî bir hayata istidad kazanmak demek; kabul ise, bu hayatı yaşamaya başlamak demek… Bu ilişkiyi ifade sadedinde Hücumat-ı Sitte’de “ rıza-yı İlahi, kabul-u Rabbani ” tabiri geçiyor…[3] Rıza, Uluhiyet ile; kabul, Rububiyet ile ilgili… Rububiyette faaliyet var. Öyleyse, rıza-yı İlahiye eren kişinin ruhunda bir çekirdek ekilir; kabul-u Rabbaniye erende ise, bu çekirdek filizlenmeye başlar. Yine aynı yerde Üstad “ rıza-yı İlahi, kabul-u Rabbani ” arasına “ iltifat-ı Rahmani ” de ekliyor. Yani ruhun açılması için Rahman isminin de bir yönelişi lazım. Ulûhiyette celal var; Rahmaniyette cemal… Yani kul, ruhunun açılmasını isteyecek; istediğini de ısrarı ve ciddiyeti ile gösterecek…

 * Kabulün zıddı, redd… Yani geri döndürülmek… Kabul ise, kapıdan içeri alınmak demek… Bir kişinin kabule erdiğinin alameti, halkın kınamasına ve reddetmesine üzülmemesi ve etkilenmemesidir. Niçin insan böyle menfi bir şeyden etkilenmez? Çünkü içinde o an öyle büyük bir müsbetliği hissedip yaşar ki başkasının reddi bir şey ifade etmez. O müsbetlik, ruhunda Allah’ı hissetmektir. Bu hissediş, insanın aradığı ve asıl sevdası olan “ saadet ” ile olur. Kabul, saadet-i ebediyeyi yaşamaya başlayıştır.

 * O razı olduktan ve kabul ettikten sonra…: Halkın kabul etmesi, ya Hakk namınadır veyahut nefisleri ve ene’leri namınadır. Eğer nefis ve ene’leri namına ise, nefis ve ene’ni iyi kullanmakla onları avlayabilirsin. Fakat bu geçici olur. Eğer Hakk namına kabul etmeleri ise, bunun için önce senin Hakk katında bir yerin olmalı. Önce Allah senden razı olacak, sonra seni kabul edecek. Ondan sonra “ isteyecek ”, sonra “ hikmeti iktiza edecek ” sonra “ sen talep etmezsen ” ancak verecek. Yani 5 adım var.  

 * Rıza ve kabul ile, ferd yetişir. Böyle ferdlerle, cemaat kurulabilir. Cemaat halinde hizmet, böyle ferdler ile yapılabilir. Cemaat halinde hizmet için önce 1 kişinin ferdiyete ermesi lazım. Bu da rıza ve kabule ermesi ile olur. Rıza, bilkuvve ferdiyet; kabul, bilfiil ferdiyet… Rızada, kişi Allah’ın Ehad isminin cilvesine erer. Ruhu, cilve-i Ehadiyeti alır. Fakat insanlara bu cilveyi göstermez. Bu göstermenin yolu, kabulden geçer. O da, kişinin şahsiyetinin, dava kardeşlerinde ve kişinin enâniyetinin, hakikatte erimesi ile elde edilir.

 * Sıradan bir kişi, Hakk katında “ 0 ” ( Sıfır ) dır. Eğer rızaya ererse, Hakk katında “ 1 ” ( Bir ) olur. Eğer kabule ererse, halk katında da “ 1 ” olur. Gerçek birlik, budur. Kabule eren birisi, diğer 1’ler ile birleşip 1.111 oluşturabilir.

 * Büyük düşünen, gerçekten Allah’a hizmet etmek isteyen kişi 1 olabilir. Bu noktada ferdiyete eren birisi 2 kişi daha bulmalı ki, cemaat olsunlar, organize hizmet etsinler. Bu noktada 2. Aşama 3 adım… Ferdiyete eren birisi, “ Allah’ın istediği, murad ettiği ”, hikmetinin de “ Uygundur ” dediği bir kişiyi yetiştirebilir. Burada ona düşen vazife “ Beklentisiz olmak… Gelirse keyfi bilir, gelmezse ne yapalım ” diye düşünmektir. Dine hizmet gönül işi… Dini, delilsiz, mucizesiz olarak gönlüyle kabul eden bir Ebu Bekir (RA) bütün sahabelerden daha değerli ve üstündür. Bu sır var orada…

 * Bir kişinin ferd oluşu, rıza ve kabule dayanır. Kabule eren ferdlerden cemaat kurulur. Cemaat halinde, dine gerçek manada hizmet edilir. Bu aşamaların hepsinin temeli rıza-yı İlahidir. Rıza olmadan, kabul de olmaz. Bu cihetten, “ Bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasıesas maksat yapmak gerektir. ” Yani bu hizmette gaye, hizmet eden kişi açısından, rızaya ermektir ve rızanın sonsuz mertebelerinde yol almaktır. Yani dine hizmetin ücreti, kendi içindedir. Dine hizmetin ücreti, “ rıza ” dır, ekstra bir ücreti yoktur. Bunun için bütün peygamberler ittifakla şunu demişler “ Ey insanlar, Biz, sizden bu hizmetimize karşılık bir ücret istemiyoruz. Dine hizmetin rıza ve kabulden başka bir ücreti varsa o da Rabbü’l-Âlemîn’e aittir. ” Üstad da demiş “ Rıza-yı İlâhîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.[4]

 * Maksad, bilerek istenilen, şuurluca yönelinen şey demek… Yani rızanın önemi ve ihlasla bağını bilmek bu hizmette vazgeçilmez prensiptir. Bu cihetten ihlasla rıza-yı İlahiyi elde etmek veya buna çalışmak temel hedef olmalı; hem de şuurunda olarak yönelinen ve istenilen bir hedef…   

 İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.

 * 2. Düstur: İlk düstur, iç disiplinleri anlattı. Önce Onun adına iş yapmakla kendin hakkında Onun rızasını kazan ( 1. Adım ); sonra kendini Onun katında kabul edilmişlerden kılmaya çalış ( 2. Adım )! Sonra Onun razı olduğu ve istediği şeylerden razı olmayı ve istemeyi öğren ( 3. Adım )! Sonra Onun hikmetine ve kazasına teslim ol! Hikmet, ilim, şuur, kasd, ihtiyar ve iradeden meydana gelir. Onun her yaptığı iş, ihtiyar vasfına dayanır. İhtiyar ise, en hayırlı ve en seçkin olanı tercihtir. Onun hikmetine itimad etmeyi öğren ( 4. Adım )! Sonra da Onun için yaptığın bu işten netice bekleme! Ne maddi beklentiye gir, nefsaniyetin ortaya çıksın; ne manevi beklentiye gir enâniyetin ortaya çıksın! Çünkü Allah “ Hizmet et! Senden tebliğ yapmanı istiyorum! ” dedi. “ İnsanlara hidayet ver ” demedi. “ Çünkü hidayet, Onun elinde! ” Kendi elinde olan bir şeyi Allah kuluna yüklemez. Demek insanların hidayetini beklemek, hidayeti kendi elinde görmekten kaynaklanıyor. Yani ilahlık iddiası… ( 5. Adım ) İkinci düstur ise, cemaat içindekilerin ilişkilerini düzenleyecek. Nasıl kişinin gayb ( rıza ile ) ve şehadette ( kabul ile ) ihlaslı oluşunu engelleyen 2 engel vardı. Cemaat içinde de ihlası yaşamasını engelleyen 2 şey var: Tenkid ve faziletfurûşluk

 * Eskiden paralar, yalnızca metaldendi. Gerçek paralar, “ altın ” madeninden yapılırdı. Sahteler ise, “ bakır ” madeninden… Çünkü altın ve bakır, hemen hemen aynı renk… Fakat işin ehli, farklarını anlarmış. Bir paranın altın mı bakır mı olduğunu anlayana “ nâkid ” veya   “ nakkad ” denilirmiş. Yaptığı teste ise, tenkid denilirmiş. Yani tenkid, bir şeye “ Sen  bakırsın ” diye bakmaktır. Hakiki ilim, altın gibidir. Böyle ilim, muhatabı akrebiyete erdirir. Bu ilim muhatabın ruhunu açar; ona, Hakikat Güneşi’ni gösterir. Mâlûmât ise, bakır gibidir. Mâlûmât, dıştan parlak ve güzel, ama özde ruhsuz ve tesirsizdir. Bütün bildikleri, kabuk işi olan ve mâlûmât çıkan, gayb âlemine eli boş giren kişiye, “ müflis ” denilir. Yani bütün sermayesi bakır çıkan kişi veyahut bütün bildiklerini bakırlaştıran adam…[5] İşte dava kardeşlerini tenkid etmek, enâniyetten kaynaklanır. “ Ben, altınım; sen, bakırsın ” demedir. 4 tane 1’i 1111 yapmak ittihad ile olur. Üstad der: “ İttihad ise, cehl ile olmaz. ”[6] Yani altın gibi ilimle, hakikat ile ittihad olur. Birbirlerini bakır görenler kaynaşamazlar, birleşemezler.

 * Enâniyetin 2 oyunu ve eneyle 2 aşamalı savaş:

  1. a) Tenkid… Bu “ Yalnızca ben altınım, bende başkası bakır ” demektir. Bunu aşan kişinin enâniyetle savaşında 2. Aşama ortaya çıkar:
  2. b) Faziletfuruşluk… Bu da “ Başkaları da altın ama yalnızca ben 24 ayarım ” demektir.

 * Tenkid, kusur görmeye dayanır. Kusur gören kişide, bir de rekabet hissi varsa, tenkid eder. Dili bir yılan gibi olur; kelimelerle kardeşlerini ısırır, zehirler. Kusur görmek, kusur araştırmaya dayanır. Buna, “ tecessüs ” denilir. Yani menfi görünen bir durumda casusluk yapma… Bu ise, haramdır. Tecessüsün kökü ise, su-i zanna dayanır.[7] Su-i zan eden, menfi bakar. Menfi bakan, kusur görür. Kusur gören, tenkid eder. Tenkid eden, muhatabın manevi gücünü kırar; şevkini söndürür, hizmetini baltalar. Üstad şöyle der: “ Saik-i tenkid, aşk-ı hakikat olmalı! Sahabe ve Tâbiîn devrindeki gibi… ”[8] Sonra bakmış muasır tenkidçilerde aşk-ı Hakikat değil aşk-ı ene hükmediyor, şöyle fetva veriyor: “ Tenkid, eğer Hakikat namına olsa, Hakikati rendeler. Eğer nefs namına olsa Hakikati tahrip eder parçalar… Samimi, sıcak kalplerden çıkan sohbetler tenkid edilmemeli… ”[9] Bu hizmette tenkid, haramdır. Bununla mücadelenin yolu, “ takdir ” dir. Kim Hakk namına ne kadar yapmışsa, kim ne kadar biliyorsa o kadarını takdirdir. Takdir, takdiri doğurur. Bu da, muhabbeti netice verir. O da, kaynaşmayı ve birleşmeyi sağlar. Tenkid, “ Neden daha iyisini yapmadın veya bilmedin ” demedir. Bu da, var olanı yok saymak ve yok etmektir. O da verilen emeğe, ortaya çıkan hakka hürmetsizliktir. Bu da, nankörlüktür.

 * Faziletfurûşluk hastalığı da, “ Sen tepesin, ben dağım ” demek gibidir. Oysa maneviyatta görünmek değil görünmemek esastır. Buzdan bir tepe de görünür, dağ da görünür. Ne kadar büyüse o kadar görünür. Böyle görünme, azamet ile olur. Azamet arttıkça zuhur olur. Buz, etrafındaki suyu dondurmakla büyür. Enâniyet de, almakla büyür. Enâniyet, buzdağıdır. Oysa maneviyat ve fazilet âleminde almakla değil vermekle büyünülür. Değil buz olmakla görünmek, eriyip su olmadan fazilet dünyasına girilmez. Buna, mahviyet ( silinme ) denilir. Buz olanda fazilet değil ancak rezilet olur. Fazilet dünyasında ilk adım buharlaşıp havaya çıkmakla daha bir görünmez olmaktır. ( Sabır seviyesi ) Çünkü su görünür. En azından dokunulur. Ama hava öyle değil. İkinci aşama su buharının nâr-ı aşk ile yanarak nura dönmesidir. ( Aşk seviyesi ) Son aşamada Hakikat Güneşine yükselip tamamen kaybolmak asıl hedeftir. ( Şevk seviyesi ) Fazilette 3 aşama: Buharlaşma, yanma ( tam soyutlanma ) ve teali ( yücelme )… Bunlar manevi âlemdeki yükselişin yollarıdır. Reşha mesleğidir. Manevi âlemde büyüme ulviyetle olur. Ulviyette ilerleyen “ derecât-ı ulâ ” ya ( yüce derecelere ) erer. Hadis var: “ Ufukta akşam vakti yıldızlar tulu ettiği vakit ufka bakan kişi semada o yıldızları gördüğü gibi derecât-ı ulâ ehlinin tahtları da öyle uzaktan görünür. Ebu Bekir ve Ömer, derecât-ı ula ehlindendir.[10]

Devam edecek…

[1] Nur suresi, 35.

[2] Taberânî.

[3] Mektubat, 29. Mektub, 6. Kısım… Bu kısmın diğer adı Hücumât-ı Sitte’dir.

[4] Emirdağ Lahikası-II, 78. Mektub.

[5] Sözler, 18. Söz, 1. Makam, 1. Nokta.

[6] Âsâr-ı Bediiyye, Rumuz, İttihad-ı İslam Bahsi.

[7] Hucurat suresi, 12.

[8] Âsâr-ı Bediiyye, Tuluat, Tenkid Bahsi.

[9] Osmanlıca Lemeat.

[10] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gabe.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: