İhlas risalesi okuma notları-5

İKİNCİ DÜSTURUNUZ: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre mikdar bir taarruz, bir tahakküm karışsa; o fabrikayı karıştıracak, neticesiz akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.

İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz. Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler,o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. 

* bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için: Organize hizmette yapılması gereken şey: Bütün potansiyel yeteneklerini hizmet için kullanmak… Bunun da yolu, vazife taksiminde kendisine düşen görevi mükemmelce yaptıktan sonra hizmeti eksik kalan kişinin hizmetini tamamlamakla oluyor. Yani kusur görüp tenkid etmek yerine, görülen kusuru tamamlamak… Buna, tashih denilir. Ki bu, hem Allah’ın razı olduğu bir tavırdır; hem kardeşini kazandırır; hem hizmetin düzgün yürümesine yarar, hem kendi yaptıklarının da işe yaramasına vesile olur; hem de başkalarına misal olur. Tenkid, kolay; tashih, zor… Burada kişiye bu ufku kazandıracak şifre “ Umumi maksad ” dır. Yani bütün cemaat tek bir gaye için çalışıyorlar. O da “ insanların imanlarını kurtarmak… ” Yapılan bütün işler, çekilen bütün sıkıntılar, katlanılan bütün fedakârlıklar, “ insanların ebedî hayatı kurtulsun ” diye… Bu şuurda olan kişi, tenkid değil tashih yapar; problem çıksa alttan alır, mahviyeti yaşar; “ Dava için her şey yapılır, her şey feda edilir ” der ve yapar. Kardeşlerin birbirine ikaz tarzı da sahabeler gibi: “ Hani biz kendimizi ve malımızı Allah’a satmıştık? Hani Allah için yaşayacak ve Onun yoluna hizmet edecektik?! ” olacak. Ta ki, kardeşimiz darılmasın, gücenmesin…

* hakikî bir tesanüd: Tesânüd, dayanışma demektir. Dayanma ise, kendi güçsüzlüğünü görmekle ilgili… Kendini, kendi başınayken güçsüz gören birisi, kendinden daha güçlü birine dayanmaya çalışır. Bu işe, “ istinad ” denilir. Allah’ın kudreti, hakiki “ nokta-i istinad ” dır. Allah’ın kudretine dayanan Onun kudretinden bir parıltı alır. Bu parıltıyı alan kişilerin birlikte ve beraberce hareketlerine “ tesânüd ” denilir. Tesânüdün hakiki hali ise, beraberce hareket ile olur. Küçük iplerin, halat oluşturmak için birleşmeleri; aynı anda 40 kişinin ağır bir cismi itmelerinde gözüken toplu güç, hakiki tesânüdün alametleridir.

* ittifak: Hareketini ve faaliyetini başka birine veyahut birilerine uydurmak demek… İttifak, kuvvet doğurur. Var olan ferdî güçlerin, toplu halde gözükmeleriyle, ferdin yapamayacağı güç işleri cemaatin yapabilmesine yol açar. İttihad, nasıl ki şahsî fikirleri birleştiriyor, havuz yapıyor; ittifak da, şahsî kuvvetleri birleştiriyor, enerji santrali kuruyor. İstişare de, şahsî iradeleri birleştiriyor, bir şahs-ı manevi teşkil ediyor.

* gaye-i hilkatlerine yürürler: Burada bir şifre var. Ya Nur Talebeleri ruhen ve cismen, hak ve hakikate hizmet etmek üzere yaratılmışlar; ondan başkasıyla kalb ve ruhları mutmain olmaz manasına gelir. Veyahut bütün insanlar hak ve hakikate hizmet için yaratılmışlar ve bu dünyaya gönderilmişler manasına gelir. Bu durumda Nur dairesinde ve özellikle Nur Fabrikası olan kişiler insanın hilkatindeki gayeyi kendilerinde gerçekleştirirler manası çıkar. Her insana Allah’ın koyduğu donanım ayrı ve tayin ettiği hizmet ayrı… Kimisi dil olacak, anlatacak; kimisi göz olacak, görecek-gösterecek; kimisi kalb olacak, sevecek-sevdirecek; kimisi akıl olacak bilecek-bildirecek… Her istidadın bu hizmette payı, yeri ve vazifesi var. Ortak gaye, “ İman kurtarmak…

* ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler: Nur dairesinde Risalelerle dine hizmet etmeye çalışanlar 2 sınıf: Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları… Hitaba göre, Üstad kendini ve bazı talebelerini Kur’anın hizmetkârları olarak görüyor. Bu hizmetkârlar, Nur fabrikası denilen “ Saadet fabrikası ” nın çarkları ve    “ Selamet sefinesi ” nin hademeleridir. Hakiki Kur’an hizmetkârları, selâmet sefinesinde çalışanlardır. Üstad şöyle demiş bu şifreler sadedinde “ İttifakta, kuvvet var. İttihadda, hayat var. Uhuvvette, saadet var. İtaat-i hükûmette, selâmet var. ” Selâmet, saadeti elde eden kişilerin Allah’ın sosyal kanunlarına göre hareket etmeleri, insanları bu konularda irşad etmeleriyle alakalı… Nur fabrikası, mesud ferdler yetiştiriyor; Selamet sefinesi ise, böyle ferdlerle, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına göre kurulmuş bir devlet getiriyor…

* Risale-i Nur Şakirdleri, Risaleleri, Üstad’ın eserleri ve kendi zihninin mahsulü olan hakikatler olarak okuyan ve kabul edenlerdir. Kardeş grubuKur’anın hizmetkârları ise, Risalelerin tamamen İlâhî ilhama ve ilhamın çeşitleri olan tuluat, sünuhat, zuhurata dayandığını ve Kur’anın manası olduğunu anlayanlar… Kur’anın İlahî ilim olduğunu ve bu ilmin mucizeliğini idrak eden ve tebliğ edenler… Talebeler grubu… İlk grupta hem nefsaniyet, hem de enâniyet olabilir; fakat ikinci grupta nefsâniyet olamaz ama enâniyet olabilir. Kur’anda ilimle dine hizmet etmeye çalışan 2 sınıf âlim var: Ahbar (İlimle parlayanlar) ve Rabbâniler (İhlaslı ilimle kendileri terbiye olup insanları da terbiye eden kişiler)… Kardeşler, Ahbar sınıfına; talebeler ise, Rabbâniler sınıfına giriyor… Kur’an, Ahbârın nefsaniyet taşıdığını anlatma sadedinde “ Ey iman edenler! Bilin ki Yahudi din bilginlerinin (Ahbârın) ve Hıristiyan din adamlarının (Rahiplerin) birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ” diyor.[1] Ama Rabbaniler için Kur’anın asla böyle bir hitabı yok… Fakat Onlar da enâniyetle avlanabiliyorlar. O yüzden başka bir âyet bu her iki gruba “ Benim ayetlerimi, yok denecek kadar az menfaatler için satmayın ” diyor.[2]

* Üstad, Kur’anın hizmetkârlarının özelliklerini şöyle anlatır: “ İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler. Kudsî daireye girmenin yolu, kudsiyet kazanmakla olur. Bu da sırr-ı ihlasla, maddi menfaatleri terk etmekledir. Yani nefsaniyetten sıyrılmakladır. Kur’anın hakkı anlatışındaki mucizeliği anlamak… Yani zihin akıldan ötede zekâ ve fetânet ile çalışacak… Nura, ihlasa, imana kuvvet verecek… Demek kişinin kendisi nura erecek ki nur versin; hem ihlası kazanacak ki kazandırsın; hem imanı kuvvetlenecek ki başkasına kuvvet versin…

* Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız: O halde, Gül Fabrikası grubu bu şahs-ı manevinin kalbi; Nur fabrikası ise, ruhu ve beyni hükmündedir. Hiçbir organ hiç birini tenkid etmeyecek… Hidayet Hizmeti denilen şahs-ı manevinin eli-kolu-gözü-kulağı-kalbi-aklı hükmündedirler. Bu organların hepsiyle insan, insan olduğu gibi Risale-i Nur Şakirdleri denilen kardeş ve dost grupları ve Kur’anın hizmetkârları denilen talebe grupları ile hidayet hizmeti, hidayet hizmetidir. Herkes vazifesini yapsa hiçbir sıkıntı olamayacak.

* hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz: Saadet-i ebediye, Cennete sultan yetiştirmek demektir. İnsanın mutluluğu ancak bir saltanat sahibi olduğunda mümkündür. Ahiret saltanatının yolu, burada Allah’ın halifeliğini kazanmaktan geçiyor. Halifeliği kazanmanın yolu da, kendi iç dünyasını özellikle ruhunu ve sırrını Allah’ın nuruna, isimlerine ve zâtına ayna kılmaktan geçiyor. Aynalığın da yolu, tâlim (hakikati öğrenme) ve cihaddan (ihlasla hakikati tebliğ etmeden) geçiyor… Yani hak ve hakikat uğruna, kendini ve her şeyini harcamak… Hakkın her şeyden daha değerli olduğunu hayatıyla ispat etmek ve gerekirse Hakkın ilanı için ölmeyi tercih etmek… Hak için ölene “ Şehid ” denilir… Ebediyeti idrak etmeyen, ruhunun ebediyetini hissedip yaşamayan bu saadeti kazanamaz. Bu hissediş dünyada da olabilir. Bunun da yolu, ruhun hakikat ve sırrını bilmek; ruhunun Allah ile bağını çözmek; sonra da ruhunun mükemmelleşmesi için gerekli şeyleri idrak edip onlara göre yaşamaktır. Bunlar da, tâlim ve cihaddır. Bunlara göre bir hayat yaşayanlar, dünyada dahi saadeti yaşarlar. Sahabelerin kadını ve erkeği hepsi bu manayı elde ettikleri için o asra “ Saadet Asrı ” denilmiş… Yani Ahiret sultanlarının, dünyadaki Allah halifelerinin asrı…

* Tarikatlar, Ahiret paşalarını yetiştiriyorlar. İnsanların kalplerini işlettiriyorlar. Nur hizmeti ve sahabe yolu ise, Ahiret sultanlarını yetiştiriyor. İnsanların ruhlarını işlettiriyor. Kastamonu Lahikasında Mehmet Feyzi Ağabey şahsında bütün Nur Talebelerine verilen derste ifade edildiği üzere… Tarikat, marifetullah ve muhabbetullah ile iş görüyor. Nur hizmeti ve sahabe yolu ise, marziyat ( Allah’ın razı olduğu şeyler ) ve ubudiyet ( Allah’a karşı acz ve fakrını yaşama ) ile iş görüyor. Kastamonu Lahikasındaki ilgili mektup okunabilir… Tarikatten gaye, insanları ruha yükseltmektir. Çok az kişi bu seviyeye çıkar. Nur hizmetinde başlangıç ruhtur ama bu seviyeyi idrak edenler de, çok çok azdır. Talebe, azdır; kardeş, çoktur.

* sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz: Buradaki Dârüsselâm, iki manada ele alınır. Birisi şu an Müslüman idaresi olmayan bu memleketi, Kur’anın ve hadisin hükümleriyle idare edilecek hale getirmeye çalışan hizmetçileriz. Diğer manası ise, Darüsselâm denilen Cennet tabakasına Müslümanları götürmeye çalışan hizmetçileriz demektir. Saadet fabrikası hizmeti, üstadlık işi; selamet sefinesi hizmeti ise, mürşidlik işi… Nur hizmeti, adı koyulmamış bir üstadlık ve irşad işi yapıyor… Mürşidler, makam-ı Süleyman’da (AS) insanlara tahkiki İslamiyet dersi veriyorlar. Fısk, isyan ve küfürden insanların kalplerini iğrendiriyor, Allah’a sâdık kudsiyet mâliki kullar yetiştiriyorlar. Üstadlar ise, makam-ı İdris’te (AS) tahkiki iman dersi veriyorlar. Dalâlet (hakikatsiz fikir), bâtıl (haktan kopuk bakış), inkâr, gaflet, cehâlet, şirk gibi karanlıklardan ruhu kurtarıp nura, huzura ve şuura kavuşturuyorlar. Allah’ın sıddık kullarını yetiştiriyorlar. Üstad tahkiki iman-saadet, tahkiki islamiyet-Dârüsselam ilişkisi bağı manasında şöyle der: “ …Daha bunlar gibi gûnâgûn ubudiyet vazifeleriyle şu dar-ı dünya denilen mescid-i kebîrinde farîze-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlûkat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-ü iman ile emn ü emanet ile mücehhez, emin bir halife-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra, onların Rabb-i Kerîmi, onları, imanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve beka verdi. ” ( 11. Söz )

* Bu sefine, Hz. Nuh’un (AS) sefinesidir. Geminin kaptanı, Hz. Peygamber (ASM); işçilerinin başı, Üstad… Devir, Ahirzaman ve manevi bir tufan var… Madde, kesret, meşgaleler ve maddiyat, bir deniz fırtınası ve tufan olmuş; kalpleri ve ruhları boğuyor. “ Çokluk, çoğalma, çoklukla meşgul olma sizi oyaladı, eğlendirdi de tâ kabre kadar vardınız. ” (Tekâsür suresi, 1-2) Bunlardan kurtulmanın tek yolu, Kur’anın düsturları ve hakikatleri ile yapılmış bu sefineye atlamak ve sahil-i selamete ermektir.

* dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı: Sırr-ı ihlas, maddi menfaatleri ve beklentileri ortadan kaldırır. Kişiden nefsaniyeti giderip bencillikten kurtarır. Kudsiyete eriştirir. Kalbini tedavi eder. Fakat bu kişilerde enâniyet olabilir. Hatta “ Biz en iyi grubuz ” şeklinde bir cemaat enaniyeti de olabilir. Bu noktada Üstad şöyle diyecek: “ Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu…Sırr-ı ihlas, grup içinde ve 4 kişilik cemaat içinde; sırr-ı uhuvvet ise, Nurun hizmet havuzunda yaşanır. Sırr-ı uhuvvet, şahsiyetini, Nurun şahs-ı manevisinde eritmektir. Sırr-ı hakikat ise, enâniyetini, Risale-i Nurun hüviyetinde eritmektir. Sırr-ı ihlas, kudsiyete ve Kuddûs ismine; sırr-ı uhuvvet ferdiyete ve Ferd ismine; sırr-ı hakikat ise, hüviyete ve Hüve ismine aynalık kazandırır. “ Ene’yi yırtıp Hüve’yi göstermek ” kısmı Hakikatte fâni olmakla gerçekleşir. Hakikatte fani olana, “ Sıddîk ” denilir. Bütün nebiler sıddıktır. Bu fânilik aşamaları, ruhu tedavi eder; onu benlikten kurtarır. Burada parola söz şudur: “ Allah bilir, ben bilmem. ”

* sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz: Sırr-ı ihlas olmadan, ne tesânüd olur, ne ittihad… Ne de bunların hakiki hali… Önce tesanüd ile güçler birleşecek; sonra ittihad ile fikirler ve ruhlar birleşecek… Sonra bunlar hakiki hale gelip ayrılmaz bir bütün, bölünmez bir birlik teşkil edecekler… İnsanın organları ve insanın ruhu gibi… İnsân-ı kâmil modeli sırr-ı ihlasla kurulur… Nur Fabrikası ve Selâmet sefinesi, sırr-ı uhuvvet ile… İfadeler şöyle: “ birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler… ” ve   “ Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu…

* Sırr-ı ihlas, bu hizmette farzdır; zaruri bir kanundur. Sırr-ı ihlas olmadan ne ferd dine hizmet edebilir, ne de cemaat halinde hizmet edilir. Sırr-ı ihlas için de, Allah’ın rızasını ve kabulünü hedeflemek temeldir. Allah rızası hedeflenmeden dine hizmet edilmez. Dine hizmet için sırr-ı ihlasa muhtacız, hem de din hizmeti o olmadan olmadığı için de mecburuz.

* Sırr-ı adediyet: Basamak değer sırrı… Yüzler, onlar, birler basamağı şeklinde sıralanınca ve vazife dağılımı yapılınca 1’ler 111 oluyor. Yükün ve vazifenin çoğu baştaki bir’in başına yükleniyor. “ Kavmin Efendisi kavme hizmet edendir ” manası burada görünüyor. Baş olmak, hizmetçi olmak demek… Her şeyi hesap etmek demek… Kendini unutmak demek… Nefis bu manasıyla baş olmayı değil son olmayı ister… “ Külfet ve hizmet makamında kendini unutmak nefs-i emmârenin muktezasıdır ” manası…

* Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır: 111 halini alınca önceden 3 ayrı sayı vardı, şimdi tek bir sayı var: 111… Yani ne benlik, ne şahsiyet, ne nefsaniyet kalıyor… Bu manayı tam becerince kişi 111 rakamını yansıtacak hale geliyor. 111’den tek bir rakam ayrılsa, darmadağın olur. İttihad böyle bir şey… Tesânüd ve ittifak, kuvvet kazandırıyor; ittihad ise, kıymet kazandırıyor.

* Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu: Önce kuvvete erilir; sonra kıymete… Önce güçler birleşir; kuvvet kazanılır; sonra fikirler ve ruhlar birleşir, kıymet kazanılır. 4444’teki her basamak görünüşte 4 fakat içlerinde 1111 kuvvet ve kıymet taşıyorlar. Baş olan grup 4000 vazifeyi yapmakla sorumlu… Maksad, bilerek ve şuurunda olarak hedef yapılan şey demektir. Nur dairesinde maksad, “ İmana, ihlasa, nura kuvvet vermek… ” Vazife, insanların imanlarını güçlendirmek; askerlik… Savaştaki askerler gibi uygun adım hareket etmek gerekiyor ki büyük bir cephe açılmış görünsün… Sırr-ı uhuvvet, şahsiyetindeki meziyetlerini gizlemek ve terk etmekle olur; sırr-ı hakikat, enâniyetindeki (kendindeki) faziletlerini örtmek ve terk etmekle…

* hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine: Sırr-ı ihlas, 1111 içindeki 4 kişinin kendi aralarında yaşadığı ihlasın sırrı; hakiki sırr-ı ihlas ise, 4444 içinde 4’er kişilik grubun ferdlerinin diğer grupların fertlerine karşı yaşadığı ihlas sırrıdır. Kudsiyete gerçek manada bu zaman ulaşılır. Hakiki sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvetin de başlangıcıdır. Hakiki sırr-ı uhuvvet de, sırr-ı hakikatin başlangıcıdır. Hakiki sırr-ı ihlasta belirti, fedakârlık… 4 kişi içinde kolay… Çünkü meşrebine uyanlarda nefsini aradan çıkartıyorsun; asıl zoru meşrebine ters olanlarda nefsini aradan çıkarmak… 16 kişide yaşanınca ihlasın sırrı, hakikate eriyor. Kuddûs ismine, gerçek aynalık o zaman oluyor. Demek aynalığın da sûrî ve hakikîsi var…

[1] Tevbe suresi, 34.

[2] Mâide suresi, 44 ve diğerleri.

Devam edecek…

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: