İhlas Risalesi Okuma Notları-6

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikîsamimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihadhadsiz menfaatmedar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhiretmüteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve “O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.

* Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir: İttifak, yek-vücud yapıyor… İttihad, yek-ruh yapıyor… İttifak kuvvet kazandırıyor; ittihad ise, ilmî ve manevi özelliklerle kıymet kazandırıyor.

* Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır: İttifakta, görme ve işitme var. Fakat 10 adam donanımıyla düşünme ve icraat yapma, ittihadda oluyor. İttifakta, kuvvetler, birleşiyorlar; ittihadda, fikirler… İttifak, ihlasın kuvvetini gösteriyor; ittihad, ihlasın nurunu… İttifak, nefsaniyeti aşmak, kudsiyete erişmekle oluyor; ittihad, şahsiyet ve enâniyeti aşmak, ( Ben bilirim, değil Biz biliriz veya Allah bilir, demek ), rıza ve kabule ermekle oluyor. O vakit, gruptaki her ferd, grubun bütün kuvvetine ve kıymetine ayna halini alıyor. Bütün bu kuvvet ve kıymeti yaşıyor. Bunları bir kısım veliler yaşıyorlarmış. 

* sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad: Burası, 4 tane birin 1111 haline gelmesidir. Aradan nefislerin çekilmesi, şahsî maddi menfaatin terk edilmesi ve “ Baş olma ” sevdasından vazgeçilmesiyle olur. Nefis ile ilgili olduğu için hemen “ hadsiz menfaate medar olduğu gibi ” diyor. 3 hastalık var: Menfaat-perestlik, meziyet-perestlik, fazilet-perestlik… Sırasıyla nefsaniyet, şahsiyet, enâniyetin neticesi bunlar… İlaçları ise sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvet, sırr-ı hakikat

* korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır: Sırr-ı ihlas, manevi kuvvet kazandırıyor. O yüzden bahis, kuvvet bahsi… Korku, düşman karşısında zayıflıktan doğar. Zayıflığını gören asker, sipere sığınmak ister. Ölüm kanunu karşısında ise, her canlı âcizdir. Aczini gören ise, dayanak noktası arar. Sırr-ı ihlas, Allah’ın kudret ve kuvvetini hissedecek latifeleri insanda açar. O yüzden âciz insanlardan meydana gelen âciz gruba dayanılmıyor. Bilakis bu âciz kişiler, nefsaniliği aştıkları için Allah’ın kuvvetinin tecellileri cemaatleri üstünde görünür. Ve bu kuvvet tecellilerini sırr-ı ihlas ile uyanan latifeleriyle o kişiler hissederler. O zaman ölüm ve korkular sırr-ı ihlas derecesine göre silinmeye başlar. Bu latifeler uyandıkça, cemaat ferdleri birbirlerine ayna haline gelirler. Sırr-ı ihlas, kişiyi, aynalaştırır.

* Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır: İnsan vücudunu bir bilgisayar, insan kalbini CD gibi düşürsek; ruh, o CD’deki dosya ve programdır. 10 CD’deki programlar, 10 farklı bilgisayarda iş görürler. Eğer aynı ağa bağlı farklı bilgisayarlarda çalıştırılsalar, o bilgisayarlar arasındaki elektrik kuvveti, o dosyaların birbirine nakline vesile olur. Aynen öyle de sırr-ı ihlas, ruh bilgisayarları arasındaki manevi kuvvet ağına bağlanmaktır. Birbirlerine fikren ve manen ihtiyaç hissedenler kendi öz ruhlarını birbirlerine aktarırlar. Bu da kardeşine karşı meziyet ve fazilet-furuşluk yapmamakla olur. Yani uhuvvet ve hakikat-perestlikle… O vakit her ruh diğer ruh için, onu içine alan ve saklayan ev ve sığınak olur. Bu noktada fikir ve his birliği çok önemli…

* Fikirler, konuşmakla paylaşılır. İki taraf birbirinin fikrini beğendiğinde ve “samimi ” liğini de hissetmişse, kalpler birbirlerine ayna ve alıcı olur. Eğer fikirler kaynaşsa, birbirlerini anlasalar ve bunda da “ihlaslı” olsalar, o vakit ruhlar, birbirlerine ayna ve alıcı olurlar. Birinin kalbi, başkasına ayna ise, o kalb sevdiği kişi ve ahbabına “hasret” duyar, onu görmek ister. Bir ruh diğer ruha ayna ise, o arkadaşına karşı “şevk” duyar. Bu sevme ve şevk duyma, fikir manasında birleşme ve kaynaşma, tamamen konuşmaya dayanır. O yüzden bir hadis şöyle der: “ Bir mümin bir müminle 3 günden fazla küsmeyecek, birbiriyle konuşmayı kesmeyecek… [1] Hadiste, mükâleme demiş. Yani iki kişi arasındaki sıcak, samimi ve sevgi uyandıran konuşma demek…

* Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan…: Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye, tefaninin hakiki ve gerçek halidir. Sadece kendi cemaati içindekilere değil Hakikate tabi ve değer veren her kişide fani olmadır. Yani aslında her kimden gelirse gelsin Hakikate dair beyanda fani olmaktır. O yüzden hakiki sırr-ı ihlas, sırr-ı uhuvvete kapı açtığı gibi; hakiki sırr-ı uhuvvet de, sırr-ı hakikate yol açar. Yani enâniyetten sıyrılma ve kurtulma… Kurtulan kişi, rızaya erer. O yüzden hemen “ rıza-yı İlâhî yolunda ” diyor. Bu noktada insanın dünya ve maddiyata bakan hiçbir cephesi kalmaz. Sadece uhrevi meseleler noktasında hayattaki kişilerle bağlıdır. Bu ruhî irtibat, o kişi için manevi bir hayatı sağlıyor. Yani ruhî bir hayat tabakasını… O cihetten böyle bir kişi şehid sayılır; manevi hayatı devam eder.

* “ Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum ” diyerek, ölümü gülerek karşılar: Hayat, ilim ve kuvvetin birleşmesiyle olur. İşte şevk ve şefkat hakikatlerini bilen ve bunu Allah’a ve kullarına karşı yaşayan bir Gavs, o şevk ve şefkat ruhunda faal olduğu sürece ölmez. Allah’ın cemal ve kemalinin nurlarını âlemde seyreder ve muztar kullara Allah’ın izniyle yardım eder. Abdülkadir-i Geylani (RA) gibi… Aşkı ve merhameti hakikatleriyle bilen ve Allah’a ve kullarına karşı yaşayan bir Kutub, o aşk ve merhamet kalbinde faal olduğu sürece ölmez. Allah’ın cemal ve kemalinin kudsi tecellilerini bu âlemde seyreder ve muhtaç insanlara Allah’ın izniyle tasarrufta bulunur. Maruf-u Kerhî (KS) gibi…

* O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum: Yani böyle ağabeyler ve ablalar, nur hizmetine devam ederler. Hizmet edenlere yardım ederek yine hizmet yapmış olurlar. Nefisleri ölür; kalp ve ruhları diridir. Bu halleriyle melekleri andırırlar. Günahı olmayan ama sevab kazanan; ilim ve sohbet meclislerini dinleyen ve seyreden melekler gibi…

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz. Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.

Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü, yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul‘da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul‘da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmîinsafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı.

Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsmuvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.

Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsbinaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar.

* ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ:  Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz: Bu cümle şu cümleyi çağrıştırıyor: “ DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ: Bütün nurunuzu ihlasta ve hakikatta bilmelisiniz. ” Üstad, bu düsturla ihlasın kuvvet cephesinin nasıl elde edileceğini anlatacak. İhlasın nur cephesi ise, kişide meziyet ve faziletin kaynağı olan ilimle alakalıdır.  

 * Maddi dünyada kuvvetli olmanın yolu, “ haklı ” olmaktan geçer. Böyle olduğu için Nur Talebeleri 1980’e kadar 1000 defa mahkemeye verilmişler. Yalnızca 1 defa ceza verilmiş; o da haksız bir surette veriliyor. Manevi dünyada güçlü olmanın yolu, “ ihlas ” tan geçer. Bu cihetten Nur hizmetinin ve dinin temeli ihlastır. İnsanları fikirle ve hakikatle kendine çekebilirsin ama onu ihlasla devamlı bir surette tarafında tutabilirsin. Hakikatin güzelliğini ihlas hissettirtiyor. İhlastaki, istiğna ve Hakikate odaklılık, diğer kişilere Hakikatle yetinen bir insan imajı veriyor. Bütün vicdanlar böyle birisine hürmet ve takdir ile programlanmışlar. İster istemez boyun eğiyorlar.  

 * Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır: Hakta, maddi ve manevi kuvvet var. Fakat ihlasta sadece manevi kuvvet var. O yüzden cümle, büyükten küçüğe sıralanıyor. Önceki cümlede tam tersi var. Çünkü haktaki kuvvete ermenin yolu ihlastaki kuvvete ermekten geçiyor. İhlas, kişiyi hakikate eriştiriyor. Hakikat ile, fikirler sağlam, köklü ve güçlü olurlar. Hakikati hayata geçirmeyi, Kur’an öğretiyor. Hakikate göre yaşamak, nefsin ve ene’nin oyunlarından sıyrılmakla olabilir. “ İnsanlar ne der; ya görürlerse; ya karşı gelirlerse ” gibi iddialar hakikati hayata geçirmeyi engeller. Bu cihetten dindar ve dinsiz herkes bir davaya gönül ve ruhunu verip hakikate erebilir. Ama hayat içinde o hakikati yaşayıp haklı olmak dindarlara mahsustur. Faraza bir dinsiz bir hakikati devamlı uygulasa o hakikat Onun vicdanını diri tutar ve Allah’a imanı aşılar. O noktada o dindardır; isterse dili ve aklı reddetsin. Bu noktadan Üstad ihlas ve hakikatin umumiliği fakat hakkın hususiliği noktasında diyecek:

 * Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar: İhlas, ruhun özelliğidir; samimiyet, kalbin özelliğidir. Samimiyet, ağırlık, yoğunluk ve içi doluluk demektir. Hatta sağırlık manasında “ summun ” kelimesi samimiyetle aynı kökten… Yani “ Dışarıya karşı sağır olan kişi, dolu dolu ve kaliteli iş yapar. Onda sum’a olmaz ” demektir. İhlas, özleştirmek, kabuktan kurtarmak, hakikatine erdirmek demektir. İhlas, odaklanmayı gerektirir. Odaklanan kişi, derinleşir, öze iner ve indirir. Bu yüzden gözü sadece bir şeyi görür; başka şeylere karşı kör olur. Yani ihlas, kişiyi riyadan kurtarır. İşte haksız birçok kişi, doğru bildiği mesele için bütün halkı, geleneklerini karşısına alabiliyor. Ne diyecekleri, ne düşüneceklerine önem vermiyor. Demek haklılıktan kaynaklanan bir kuvvete değil ihlas ve samimiyete dayanan bir kuvvetleri var. O kuvvete dayanarak rahatça konuşuyor. Yani onlar doğruya tabiler, fakat gerçeğe tabi olamıyorlar. Gerçek ve doğru, dini yaşayanlarda olur.

 * Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur: Bu hizmet, hak ve hakikate dayanır. Hakka tabi olduğu için, müsbet hareket eder. Müsbet hareket ettiği için yıkmaz; şeytandan ve şeytanlaşanlardan başka kimse bu hizmete düşman olamaz. Aleyhinde dava açılsa, davanın haksız olduğu baştan bellidir. Mahkeme âdilse netice beraat olur. İhlas ve hakikate dayandığı için, davayı insanların kalb ve ruhlarına yerleştirir. Günah bataklığına batan binlerce kişi bataktan çıkar, din elbiselerini temizler, sonra da güzel bir hayata başar. Elbisesi temiz olanların yüzleri, özleri ve gözleri parlayacak hale gelir; dava adamı kesilirler… Bu iddia, 124.000 peygamberin tecrübesi 124.000.000 evliyanın yaşama teşebbüsleri ile test edilmiş ve isbat edilmiş sabit bir kanundur. O yüzden herkes deneyebilir. Kendi kendine delil olma, güneşin, ısısı-ışığı-cilvesi ile kendi varlığına ve birliğine delilliği gibidir.

 * yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi: Bir hizmet sadece fikirlere hitap ediyorsa, ona ilim hizmeti denilir. Eğer hem fikre hem hislere hitap ediyorsa, ona din hizmeti denilir. Allah’ın varlığını ve birliğini fikirle ispat etmek, ilim hizmeti; Allah’ın varlığını ve birliğini hissettirip insanlarda emniyet, huzur, sükunet, mutluluk gibi hisleri uyandırmak ise din hizmetidir. Fikirleri hislerle birleştiren sırlı formül ihlastır. İhlas arttıkça, dine hizmet de büyür. Halis bir kişi, 40 yılda bir adamı kemale erdirirse, muhlis birisi, 4 yılda; muhlas birisi, belki de 4 ayda onu kemale erdirir. Bu zaman farkı, ihlasın tesirindendir. O yüzden 20 senede edilen hizmetin 100 katı hizmet 7-8 senede yapılıyor. Yani 20 x 100 = 2000/8 = 250… Demek ihlas, süreci 250 kat hızlandırmış; hizmetin tesirini 250 kat artırmış.

 * Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında,…: Kaliteli hizmet için sayı çokluğu lazım değil demek ki… Belki de kaliteli hizmeti engelleyicidir. Hizmet etmenin şartları:

  1. Kendini yalnız hissedeceksin;
  2.  Kimsesiz hissedeceksin;
  3. Garib hissedeceksin;
  4. Yarım ümmî hissedeceksin…

      Kendini yalnız hisseden, Allah’a yönelir, Onun ünsiyetini kalbinde hisseder. Kendini kimsesiz hisseden Allah’a sığınır, Onun sahibiyetini ruhunda hisseder. Kendini garib, yani gurbette hisseden, Allah’a sığınır, Onun kurbet denilen yakınlığını hissetmeye çalışır. Kendini yarım ümmî gören, yani ilim noktasında yetersiz gören Allah’a sığınır, Allah ona meselelerin özünü açar. Gözetlemeler ve sıkıştırmalar ve bunun insafsızca yapılmaları da ihlasın, din için her şeyi göze almanın göstergesi ve süzgecidirler. Feda edemeyenler, hizmete veda ettiler.

 * yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı: Hizmette muvaffak olmanın sırrı, “manevi kuvvet” tir. Çünkü kimde kuvvet varsa onda başkalarına tesir edebilme özelliği oluşuyor. Maddi gücü olan başkalarının maddi vücuduna etki edebilir. Manevi gücü olan da onların manevi vücuduna etki edebilir. Güç ne kadar büyükse tesir de o kadar büyür. Hizmet 100 kat büyümüşse o halde 100 kat manevi kuvvet kazanılmıştır. Manevi kuvveti kazandıran ise, ihlastır.

 * samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız: Samimi ihlas, içi dolu, güçlü ihlas demektir. Bu ihlas, tesir ediyor. Riya, nefsi okşar. Sum’a da öyle… Riya, şan ve şeref ile kendini gösterir. Şan, ün demek… Yani kişinin faziletlerinin dalga dalga etrafa yayılması… Şan, sum’ayla ilgili… Şeref, maddi dünyada, elindeki maddi imkânlar dolayısıyla üst konumda görünmektir. Camilerin şerefeleri gibi… Halis bir kişi, insanları bir derece riyadan kurtarır. Muhlis birisi tam manasıyla kurtarır. O yüzden Üstad devamında “ İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız. ” diyor. İhlas-ı tamme’de, riya ve sum’a bitiyor, demektir. O vakit insan sırr-ı ihlas ve kudsiyete erişiyor. Yani maddi menfaat ve beklentiler bitiyor, nefsin dünyası ölüyor.

 * Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mucizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar: Demek kerâmetlerin kendi içinde dereceleri var: Mucizevari ve harika tarzda… Hz. Ali’deki (RA) kerâmet artık en üst sınırda bir kerâmet… Ondaki kerâmet, ilim şeklinde görünüyor. Bu hizmetten Celcelûtiye ve Ercûze kasidelerinde çok net bahsediyor. Geylânî Hz.leri (KS) de bahsediyor ama o derece değil. Fakat yine de başka velilerden üstte bir seviyede… Demek mazi-müstakbel, kişiye, derecesine göre açılıyor ve görünüyor. Hz. Ali (RA), yazılan Risalelerin içeriğinden bile bahsedecek derecede istikbali görmüş; Geylani Hz.leri (KS) ise Üstad ve Ağabeyleri görüp haber vermiş… Bu ilginin ve dikkate ermenin sebebi nedir? Sırr-ı ihlas… Yani kudsiyet… Yani cemaat halinde nefsânilikten sıyrılmak… Ferd bazında sıyrılan tarihte çok olmuş, fakat cemaat halinde bu zor işi yapan olmamış. Sadece sahabeler bunu yapmışlar; sonra bu sır kaybolmuş. Nur hizmeti sahabe yolu olduğu için istikbal kendisine açılan velilerin nazarı en başta onu görmüş ki haber vermişler. Hz. Ali (RA), iltifat etmiş, yani manevi bir yönelişle bu hizmete odaklanmış; Geylani Hz.leri (KS) ise, Üstad’ı ve talebelerini himayesine alıp teselli vermiş. 8. Lem’a ) ile 18. ve 28. Lem’alar ile 8. Şualar okunabilir.

[1] Buharî, Edeb: 57, 62; İsti’zân: 9; Müslim, Birr: 23, 25, 26; Ebu Davud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 21, 24; İbni Mâce, Mukaddime: 7; Müsned, 1:176, 183; 3:110, 165, 199, 209, 225; 4:20, 327, 328; 5:416, 421, 422.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: