İhvan-ı Müslimin ile Nurcuların görüşme notları

Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, İhvan-ı Müslimin temsilcileri ile Nur talebelerinin 1996 yılında gerçekleşen görüşmelerini anlattı. Görüşmede Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur Ağabey, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi, İbrahim Canan, Osman Demirci Hoca, Ahmet Akgündüz ve Akın Kuralkan hazır bulundu:

1996 genel seçimlerine bir iki ay kala İstanbul’a gitmiştim. Mustafa Kuralkan:

Hocam Mısır’dan İhvan-ı Müslimin’in reisi Mustafa Meşhur ile beş arkadaşı İstanbul’a gelmişler, sizinle görüşmek istiyorlar. Arzu ederseniz bir akşam onları sizinle görüştüreyim.” dedi. Ben de Sungur Ağabey, İbrahim Canan, Osman Demirci Hoca, Ahmet Akgündüz ve başka birkaç kardeş ile Akın Kuralkan Bey’ın evinde dersten sonra odaya geçerek görüştük.. Mustafa Meşhur ve yanındakileri bize tanıttı. Bunlardan birisi 1928 yılında İhvan-ı Müslimin cemiyetini kuran Hasan el-Bennâ’nın oğlu idi. Bir diğeri bakan, birisi de Türkiye’de elçilik yapmış bir zattı. Dersten sonra Mustafa Kuralkan Bey geldi.

İLK ÖNCE MISIRLI MİSAFİRLER KONUŞTU

Mustafa Meşhur Bey konuşmaya şöyle başladı:

“Hocam, memleketinizin afakında siyasî rüzgarlar esmeye başladı. Siz de bu memlekette milletin teveccüh ettiği en itibarlı cemaatsiniz. Sizin bu durumdan istifade etmeniz çok kolay olacaktır. Bence sizin gayenize en uygun siyasi parti Refah Partisi ve en uygun lider de Necmettin Erbakan’dır. Sizin için necat yolu buradadır. Size hücum eden ve yolunuzu kesmek isteyenlere karşı varlığınızı muhafaza edebilmeniz için mutlaka bu partinin içine girmeniz lazım. Zaten bu partiyi idare edenlerle sizin aranızda fikir olarak ayrılık görülmüyor. Fakat hedefinize giderken kullandığınız metotlarınız farklı. Memleketin mukadderatına hakim olmak siyaset ile olur. Böylece yolunuz kısalmış olacaktır. Siz insanları fert fert irşat etmeye çalışıyorsunuz. Fakat bunun sonu gelmez. Gayenize ulaşmak için memleketin mukadderatına fiilen hakim olmanız lazım. Bunu gerçekleştirmek için iki yol var. Birisi siyasi bir cereyana mensup olmak, diğeri örgütlenerek silahlanmaktır.

O sırada Sungur Ağabey’e baktım. Sungur Ağabey’in asabı hayli bozulmuştu. Can sıkıntısından önündeki kalem ile oynuyor, dudaklarını ısırıyordu.

Meşhur devam etti:

“Biz Türkiye’de halkın itimadını ve teveccühünü kazanan en büyük cemaat olarak Nur Cemaatini görüyoruz. Sizden beklediğimiz, münasip olan Nur talebelerini bu partiden milletvekili adaylığına teşvik etmeniz ve bu partiye oylarınızla destek vermenizdir. Bu sayede daha rahat bir şekilde örgütlenir ve gayenize daha çabuk ulaşırsınız. Elbette ki bu süre içinde bazı kayıplar vereceksiniz. Zaten Peygamberimiz de İslamiyet’i yaymak için en güzide sahabelerini feda etmemiş miydi? Sizin ecdadınız bu uğurda canını vermemişler miydi? İşte sizin de bu uğurda cihat edebilmeniz için tek çıkar yol budur. Sizin rehberiniz olan Bediüzzaman bu cihadın en büyük mümessili oldu. Hayatı ıstıraplar, sıkıntılar içinde geçti. Bütün bu meşakkatlere sadece şeriat-ı Muhammediye’yi hakim kılmak için katlanmıştır. Malumunuzdur ki, İhvan-ı Müslimin olarak biz de şiddetli zulümlere maruz kaldık. Çok felaketli günler geçirdiğimiz sizlerin de malumunuzdur. Başta Hasan el-Bennâ ve Seyyid Kutup olmak üzere bir çok gençlerimizi şehit verdik. Hapishaneler ağzına kadar cemiyetimizin mensuplarıyla doldu. Fakat bu zulümler bizi hiçbir zaman yıldıramadı ve ye’se düşüremedi. Bu gün bile hedefimize ulaşabilmek için canla başla çalışıyoruz.” dedi. Konuşması bu şekilde yaklaşık bir buçuk saat kadar sürdü.

CEVABI BEDİÜZZAMAN’IN SÖZLERİ İLE VERDİK

Mustafa Meşhur konuşmasını bitirince kendisine:

“Sizin Mısır’dan buraya kadar bizi tenvir etmek için gelmeniz büyük bir fedakarlık. Bu hamiyetperverliğiniz için size çok teşekkür ederim” dedim ve şunları ilave ettim:

“Fakat keşke bu meseleye bu şekilde değil de, şöyle yaklaşsaydınız, “Siz de Kur’an’ın hadimleri olan İslamî bir cemaatsiniz. Biz de Mısır’da bu hizmet ile meşgul olan bir cemiyetiz. Bizim Mısır’daki hizmet metodumuz şu şekildedir. Sizlerin metodu nedir? Üstad Hazretleri size hizmetinize ait ne gibi prensipler bıraktı?” deseydiniz.

“Siyaset ile hizmet etmemiz gerektiğini, bir parti içine girmekle hedefimize daha çabuk ulaşacağımızı söylediniz. Fakat Üstadımızın en sevmediği şey siyasettir. Tâ hicri 1335 yılında, Üstadı siyaset ile hizmete davet edenlere karşı “Euzübillahimineş şeytani ve’s-siyaset” demişti. Siyasetle ilgili bu fikirlerin bizim şahsî düşüncemiz olmayıp bizzat Üstadın görüşü olduğuna tam kanaat getirmeniz için mevzuyu bizzat Üstaddan dinlememiz daha iyi olur.” dedim ve kendisine Üstad’ın Sünuhat adlı eserinden şu parçayı okuduk:

“Dediler:
–Dinsizliği görmüyorsun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.
–Evet lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharriki aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.” buyurur.

BU ASIR FİKİR VE NUR ASRIDIR, KILIÇ VE SİLAH ASRI DEĞİLDİR

Daha sonra Lem’alar’dan şu dersi de kendisine okuduk:

“Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır: nifaka inkılap eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise: o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına set çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!”

İşte bu yüzden bu asır fikir ve nur asrıdır, kılıç ve silah asrı değildir.

Silahlanmaya gelince, Üstadımız, silahlanmanın haricî düşmana karşı olacağını, dahildeki cihadın manevî olacağını söylüyor. Son mektubunda da müsbet hareket etmemizi vasiyet ediyor. Müsbet hareket ise vazifemizin iman hizmeti olduğunu bilmek ve bu uğurda gayret göstermektir. Siz de bilirsiniz ki, şeriatta devlete isyan edilmez. İsyan edenlere baği denilir. Kendileri ikaz edilir, dinlemezlerse öldürülürler. Demek ki, İslamiyette anarşi ve teröre meydan verecek harekette bulunmak yasaktır.

Peygamberimizin cihadını nazara verdiniz ve bu uğurda birçok sahabelerini de feda ettiğini söylediniz. Fakat Peygamberimiz, Mekke’den zorla çıkarılırken, Kureyş’in en güzide delikanlıları, en hamiyetli gençleri yanında olduğu halde, ayrıca o gün için Mekke’de müşriklerin bir devlet gücü de olmadığı halde düşmanlarını tek tek yok edip Mekke’ye hakim olmak yerine, hicreti tercih etti. Çünkü İslâmiyet’e hizmetin yolu anarşi ve terör değildir, nasihattır irşattır. Peygamberimizin şehit olan sahabeleri sadece mütecavizlere karşı cihat ederken şehit olmuşlardır.

Bizim ecdadımız da hariçteki gayr-i müslim devletlere karşı cihat etmişlerdir. Hiçbir zaman dahilde birbirleriyle mücadele etmemişler, kan dökmemişlerdir.” dedim ve şu önemli noktayı nazarlarına arz ettim:

Acaba bu zamana kadar İhvan-ı Müslimin hareketi mi daha başarılı olmuştur, yoksa Nur hizmeti mi? İhvan-ı Müslimin hareketinin faaliyetlerinin neticesinde başta Hasan-ı Bennan ve Seyyid Kutup olmak üzere binlerce insanın kanı döküldü, on binlerce insan hapislere girdi. Buna karşılık nur hizmetinde bir tek talebenin burnu kanamadı ve yapılan bu manevî cihat ile yüz binlerce insanın imanının kurtulmasına vesile olundu. Zaten bizim gayemiz de asayişi muhafaza ederek insanlığın imanının kurtuluşuna hizmet etmektir. Nitekim bütün müceddidler cihatlarında silahlı mücadeleye girmemişler, insanları irşat ve ikaz yoluyla iyiliğe emir ve kötülükten nehy etmişlerdir. Nitekim Üstadımız: “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır.” diye başlayan son mektubunda, “Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır.” buyurur ve silahla cihadın ancak haricî düşmanlara karşı yapılabileceğine dikkat çeker.

Eğer Üstadın gayesi sizin dediğiniz gibi şer’i bir hükümet kurmak olsaydı, eline geçen iki önemli fırsatı çok güzel değerlendirebilirdi. Bunlardan biri 31 Mart hadisesi, diğeri Şeyh Sait hadisesidir. Halbuki o, Şeyh Sait hareketine iştirak etmediği gibi iştirak etmek isteyen aşiretleri de engelledi. 31 Mart hadisesinde de isyan eden sekiz taburu bir nutukla isyandan vazgeçirdi.

Bütün bunlar Üstadın cihadının manevî olduğunu gösteren delillerdir. Biz Nurcular da Üstad’ın yolunda gideceğiz. Eğer biz bu yoldan ayrılarak menfî bir harekete kalkışırsak bütün milletin itimadını kazanmışken, herkesi kendimize düşman etmiş olacağız. Bizim için en büyük tehlike, milletin Nur Talebelerine karşı olan samimi itimadının sarsılmasıdır. Bu itimadın kaybolması hizmetimize en büyük zararı verecektir.” dedim.

HASAN EL-BENNAN’IN OĞLU: BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN METODUNUN DOĞRU

Ben bunları söyleyince Hasan el-Bennan’ın oğlu elini kaldırarak:

“Ben Bediüzzaman Hazretlerinin metodunun doğru olduğuna kanaat ettim.” dedi ve defalarca teşekkür etti.

Mustafa Meşhur haricindeki diğer Mısırlılar da onu tasdik ettiler. Bu arada Sungur Ağabey son derece sevinmişti ve önceki asabi halinden hiç eser kalmamıştı.

Kaynak: Risalehaber

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: