İlahiyat camiasında neler oluyor? -2 ( İlham Hakkında )

İlahiyat camiasında akademik kariyer sahibi olan hocalarımızın ( hemen hepsi  profesör ) ve bazı İlahiyat mezunu kişilerin sosyal medyada veya yazdığı kitaplar vasıtasıyla yaydığı bazı fikirlere İlahiyat mezunu olduğum için bir “ aile hekimi ” seviyesinde cevaplar vermek istiyorum. Kur’anın bütünlüğüne, yaşanan Kur’an olan Hz. Peygamber’in (ASM) sünnetine ve dengeli hayatına muhalif olan bu fikirlerin, Kur’anın genel çerçevesine uymadığını âyetlerin ve Sünnet’in ışığı ile gösterip o konulardaki hakikatleri ispat ve izah etmeye çalışacağım. Söz konusu hocalarımızın ekseriyeti mezunu olduğum üniversitenin İlahiyat Fakültesi’nde görevli… İsimlerini vermek istemiyorum. Tâ ki rencide olmasınlar ve yanlış bir hissiyata kapılarak yanlışta sabitleşmesinler. Bu sorunlu düşüncelerin ve iddiaların büyük kısmını aynı okulda İlahiyat okuyan bir arkadaşım aktardı.

Kelam sahasındaki bir hocamız derste “ İlham diye bir şey yoktur ” diye ısrarla ifade etmiş. Hatta sınavda sormuş: “ Yoktur ” diye de cevap beklemiş.

Arkadaşım bu cümleyi sarf edince sordum:

  • Hocamız hâfız mı? ” Arkadaşım dedi ki:
  • Hayır, değil. ” Bunun üzerine dedim ki:

– “ Hocamız hâfız olsaydı bunu demezdi. Şems suresinde Allahu Teala der ki: “ Ve nefsin ve mâ sevvâha * Fe elhemeha fücûreha ve takvâhâ ” ( Nefsi yaratıp onu tesviye eden ve düzenleyene, o nefse fücur[1] ve takvayı ilham edene yemin olsun ki! ) Bu âyet ilhamın var olup olmamasından bahsetmiyor, bilakis onun her insan tarafından bizzat yaşanılan çeşit ve şekillerini haber bahsediyor. Hocamız hâfiz olsaydı, bu iddiada bulunmaz ve bulunamazdı. Hiç değilse Fuad Abdülbaki tarafından hazırlanan Mu’cemü’l-Müfehres isimli kitaptaki LHM maddesine baksaydı karşısına bu âyet çıkardı. İlham, sadece insana özgü bir mesele değil, evrensel bir hakikattir. Bunu şöyle izah edebiliriz:

Cenab-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarından olan ilim, bütün çekirdeklerde bilkuvve, bütün ağaçlarda bilfiil olarak kâinat üzerinde görünüyor. Bunlara ilm-i İlahînin huzurî[2] ve şuhudî tecellileri, kader ve kaza şeklinde zuhurları denilir.

Bu açıdan canlılar dünyası tohumlar, çekirdekler, yumurtalar ve nutfeler gibi bilkuvve halleriyle ilm-i İlahînin, hayat hakikatini evvel ve âhir yönünden kuşatıcılığına delil olduğu gibi… Ağaçlar, bitkiler, havada uçuşan kuşlar, denizde yüzen balıklar ve karada yürüyen ve sürünen hayvanlar bilfiil halleriyle ilm-i İlahinin hayat realitesini zâhir ve bâtından vüs’atine, şümulüne ve idaresine gözle görünen delillerdir.

Aynı şekilde cansız nesneler de dış şekilleri, iç ve dışlarındaki farklı renkleri, kendilerine has kokuları ve tatları, kompleks ve basit elemental yapıları, radyoatif-metalik-ametalik-katı-sıvı-gaz gibi çeşitli halleri ve özellikleri, şifalı ve zehirli etkileri ile ilm-i İlahînin her nesneyi istila ediciliğine, ona hükmedişine ve onda dilediği şekilde tasarruf edişine bilfiil delillerdir. Sübutî sıfatlardan olan ilm-i İlahî bu manada âyetlerin vurguladığı üzere “ gaybî olan metafizik yönüyle, şuhudî olan fizik yönüyle ” her nesneyi kuşatır ve “ malûmiyet ” dairesine alır. “ Yaratan bilmez olabilir mi? O her şeyin bâtınını ve bilkuvve hâlini bilen Latîf, her şeyin zâhirini ve bilfiil hâlini bilen Habîr’dir[3] âyeti ilimsiz hiç bir şeyin manevi ve maddi açıdan var olamayacağını kat’iyetle bildiriyor.

Sübuti sıfatlardan diğerleri olan kudretin ve iradenin hükümler ve icraatları da ilim sıfatıyla yapılan ve yaratılan her nesne ve canlıda aynı anda görünürler. Onlar da “ küllü şey ” seviyesinde gözle görünüyorlar ve her şeyi “ makduriyet ” ve “ muradiyet ” dairesine alıyorlar. İlim-kudret-irade gibi sübutî sıfatlara bütün nesneler, canlılar ve olaylar gözle görülen şahitler ve delillerdir.

Aynen öyle de sübutî sıfatlardan olan kelam sıfatı, kendini vahiy ve ilhamlar suretinde gösterir. Vahiy hakikati, “ tekvinî vahiy ”  ( yaratıcı konuşma ) olarak bütün canlı-cansız, şuurlu-şuursuz her şeyde zuhur ettiği gibi “ teşriî vahiy ” ( kanun koyucu  konuşma ) olarak da insanlık ve cinlerin dünyasına nüzul eder. Tekvinî vahiy, yaratılış âleminin sevk ve idaresindeki İlahî emir ve komutlarla kendini gösterir.Rabbin bal arısına vahyetti[4] âyeti bir tekvînî vahiydir. Tekvinî vahiy, canlıların ve nesnelerin varlık ve hayatını koruyacak şekilde “inzârî”, onların hayatını besleyecek ve güçlendirecek şekilde “ tebşirî ” surette tecelli eder. Hz. Musa’nın (AS) annesine, kucağındaki bebek Musa’yı tabuta koyması ve Nil nehrine salmasını öğütleyen vahiy de bu manada bir tekvini vahiydir.[5] Çünkü o da insan türünden bir canlıdır. İnsanların gördüğü sâdık rüyalar da bu manada tekvînî vahiy sayılırlar. Teşrii vahiy ise, insanlık âleminin özellikle manevi hayatının sevk ve idaresi için şifahî veya kitabî olarak nüzul eden vahiydir. Kitabî kısım, resullerde zübur ve kitab olarak, nebilerde ise, suhuf olarak belirir.

Gerek tekvinî gerekse teşriî vahiydeki inzârî vahiy kısmını, Ruhu’l-Emîn getirip canlıları emniyet altına alır; tebşirî vahyi ise, Ruhu’l-Kudüs getirip o canlıyı dış dünyayla barıştırıp besler ve çoğaltır. Bu manada Hz. Meryem’e gelen ruh ile Kadîr gecesi nüzul edip amellerin 1000 ay seviyesinde makbuliyete yükseldiğini müjdeleyen ruh, Ruhu’l-Kudüs’tür. Tekvinî vahiy kıyamete kadar devam edecek… Teşriî vahiy ise, hatem-i nübüvvetin (ASM) vefat etmesiyle sona ermiştir. Nübüvvet bitince, risalet de otomatik olarak sonra erdi. Çünkü bütün resuller, nebi olmak zorundadırlar. Fakat resul olmayan yüz binden fazla nebi vardır.

 İlham hakikati ise, bilim dünyasının “ sevk-i tabiî ” ( içgüdü ) dediği şekilde, gerek uyanıkken, gerek rüyalarda zuhurat, huturat, tuluat ve ihtarat gibi şekillerde kendini gösterir.

Zuhurat, âniden beliren, iç dünyadaki sıkıntıları sona erdiren bir ilham tarzıdır. Tuluat, bir konudaki belirsizliği ortadan kaldıran, hakikatin manevi bir güneş gibi akıl ve kalbe doğduğu ilham şeklidir. Avam halk bunu “ içime doğdu ” şeklinde ifade ederek devamlı yaşıyor. Newton’un yer çekimini, Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfetmesi, tuluat tarzında, Allah’ın onlara bu hakikatleri buldurması ve onlara öğretmesinden başka bir şey değildir. Huturat, unuttuğu bir şeyi hatırlama hissi eşliğinde yeni bir mananın kalbe gelmesi şeklinde bir ilhamdır. Bilimin “ dejavu ” dediği hadise, aslında huturattan başka bir şey değildir. İhtarat ise, Allah ile irtibatı kavi ve hak yoluna kendini feda eden mücahidlere, yanlış yaptıkları durumlardaki celal ve hiddet içeren İlahî sesleniştir.

Vahiy ve ilham hakikatleri bilinen ve bilinmeyen sayısız çeşitleri ile kâinat ve içindeki her nesneyi İlahî hâkimiyet ve iktidarın bir askeri konumuna getirmekle kelam sıfatının da her an, her şeyle, nesne ve canlıların her bir fiil ve hareketi ile kendini bize gösterdiğini bildirir. Kelam sıfatının tecellisiyle, Sadi-i Şirazi’nin dediği üzere, her ağaç bir defter, her yaprak çok manalar ifade eden bir sayfa halini alır. Vahyin ilk inen cümlesi surenin devamından da anlaşıldığı üzere kâinat ve nesnelerin hilkat ve devamlarıyla insanlara ilm-i hâl ile konuşan Allah’ın yazılarını “ Oku! ” ve “ Hayat kitabına yaz ” diye emreder. Her şeyi, üstünde Kaza ve Kader kalemiyle yazılmış çok ilim ve hikmetler, manalar ve hakikatler taşıyan bir mektup ve sayfa olarak insanlara arz eder.

İslam kelam âlimleri, gerek tasnif etme açısından, gerekse kafa karışıklığına yol açmamak için umumî tekvinî vahye veya Hz. Musa’nın annesi ve Havarilerle yapılan İlâhî konuşmalara vahiy değil, ilham demişler. Hadislerde bir çeşit vahiy olduğu bildirilen sâdık rüyalarla gelecek teşriî emir ve yasakları da sınırları belirsiz olduğu, bazen rüya ters çıkabildiği, “ Dininiz bugün kemale erdi[6] âyetinin sırrına itaat etme niyetiyle itibar edilmez diyerek rüya kanalıyla gelebilecek şer’î emir ve yasakları reddetmişlerdir. Tâ ki bazı kötü niyetli kişiler veya safdil insanlar su-i istimal etmesinler.

[1] Fücur, yapılması yasaklanmış haram fiiller demektir. Takva ise, kendi fıtratını, vicdanını ve ruhunu haramlardan ve zararlarından korumak demektir. Takvayı her hangi bir sebep kullanmadan doğrudan doğruya ilham eden Allahu Teala’dır. Fücur’u ise, İblis ve yardımcıları üzerinden dolaylı olarak ilham eden yine Allah’tır. Allah’a rağmen maddi ve manevi hiçbir fiil tahakkuk edememesi, Mutlak Tevhid hakikatinin gereği ve Lâ ilâhe illallah cümlesinin manasıdır. Zarar Ondan olduğu gibi yarar da Ondandır.

[2] Huzûrî, bilkuvve ve gaybî hali; şuhûdî ise, bilfiil ve şehâdî hali ifade eder.

[3] Mülk sûresi, 14.

[4] Nahl suresi, 68.

[5] Kasas suresi, 7

[6] Maide suresi, 3.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: