İlahiyat Câmiasında Neler Oluyor?-6 ( Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e Cevap )

Mustafa Hocamız, “ Allah aşkına ya, ipek elbise giy bir de altın bilezik tak sonra dışarı çık bakalım, sana ne diyecekler? ‘’Gay’’ derler ” diyerek Cennette insanlara ipek elbise giydirilmesini ve altın bilezik takılmasını eleştiriyor.

Hocamız hakikati araştıran birisi ve hakkı bulunca teslim olan bir fıtratta olduğundan Kur’anın Cennet hayatı hakkındaki hakikat tasvirlerine dair anlayamayıp itiraz ettiği yerleri izah etmek, konu topluma da yayıldığı için, Ehl-i Sünnet açısından bir zaruret haline geldi.

Kur’anın tamamına konu okuması şeklinden bakıldığında cennet bileziklerinin sadece altından değil, gümüşten de olduğu görünüyor. Fâtır suresi, 33. Âyet “ altın bilezik ” derken, İnsan suresi ise 19-22. Âyetlerde ise “ gümüş bilezik ” diyor. İnsan suresi Ulûhiyet hakikatinin kulu ve askeri makamında, rıza-yı İlâhî için yaşamış ve onu elde etmiş, sevdiği şeyleri Allah rızası için infak etmiş “ Ebrâr ” kulların bulunduğu Naîm Cennetini tasvir ediyor. Fâtır suresi ise, Rahmâniyetin kulu ve askeri makamında, Rahman’ın sevgisini kazanmak için yaşamış ve elde etmiş, Onun sevgisini kaybetmekten korkan takvalı, hayırlarda ileri gitmiş “ Ahyâr ” kulların bulunduğu Adn Cenneti’ni tasvir ediyor.

Altın gümüşten üstün olduğu gibi, Adn Cenneti de Naîm Cennet’inden üstündür. Bu açıdan en zahir manasıyla âyet Cennet ehlinin arasında bir hiyerarşi, kalite ve ulviyet farkı olduğunu bildiriyor. Bu manada Cennet’in lüks ve şatafatını bildirme sadedinde “ Altın bilezik ve yeşil ipek elbise ” giyilmesi eleştiri konusu olamaz. Şu an kullandığımız kravat ve gömlek gibi birçok kıyafette ipek kullanılması, onu kullanan kişiyi karaktersiz yapamaz. Karakteri belirleyici unsur, ahlaktır; hilkat ve onun süsü olan elbise değil… Bilakis fıtrata uygun, en kaliteli ve rahatlık verici elbise ipekten olduğu için Kur’an her iki Cennet tasvirinde de ipek kıyafeti ortak tutuyor. Tâ ki, Cennet’in kalitesini, konforunu ve cismen rahatlık verici olduğunu bildirmek için… Hz. Peygamber (ASM), cilt hastalığı yaşayan Aşere-i Mübeşşere’den Abdurrahman bin Avf ile Zübeyr bin. Avvam’a ( R. Anhuma) ipek gömlek ve kıyafet konusunda izin vermiştir.[1] Bu durum da göster ki, ipek elbise cilt için şifa ve huzur vesilesidir. Bu izahımız, işin zahir ve suret yönü itibariyledir. Ki bu yönüyle dahi itiraza mahal olmadığı görünüyor.

Hakikat boyutuyla konuyu ele alırsak, madem Âhiret hayatı hiç görülmemiş ve bilinmedik bir dünya ve hayattır. Ölümsüzlüğü, yaşlılığın olmaması, yorgunluk ve hastalık bulunmaması gibi sayısız ayırıcı özelliğiyle dünyadan bambaşka bir yerdir. İçinde bulunanların güzellik, kemal ve özellikleri ile de bu dünyadan kıyas kabul etmez derecede yüksektir. Hem madem Âhirete tahkîkan iman edilmesi dinin en büyük bir temelidir. Madem din, kendisini Allah’ın varlığı ve birliği ile Âhirete iman hakikatleri üzerine kuruyor. O halde din, Âhiret ve hayatını dünyadakilere anlatmak ve bildirmek zorundadır. Madem bildirecektir, fakat bildireceği şeyler dünyada emsali olmayan şeylerdir. O halde bu emsali olmayan şeyleri temsil, mecaz, teşbih ve saire yollarla ifade etmeye mecburdur. Bu manada Kur’anın Cennet’e ait ifadeleri hakkında farklı görüşler olsa da Hz. Peygamber’in (ASM) duasını alan ve sahabeler arasında Kur’anın tercümanı sayılan Abdullah ibn-i Abbas, “Muhkem âyetler, nâsih, helâl, haram, hudud, ferâiz ve iman edilip amel edilen hususlardır. Müteşâbih âyetler ise, mensuh, mukaddem, muahhar, emsal, yeminler, iman edilip, amel edilmeyen    hususlardır[2] hükmünü vermiştir. Yani “ Muhkem olmayan bütün âyetler müteşabihtir. ” İbn-i Abbas (R.Anhuma), Hz. Ali’nin (KV); Hz. Ali ise, bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) talebesidir. Yani bu söz bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) sözüdür, diye alınabilir. Çünkü Peygamber olmayan birisi, âhiret hakkındaki âyetler hakkında bu kadar kesin konuşamaz. Bu noktadan bakılınca, Âhiret âyetleri hakkında içlerindeki katmerli teşbihler göz önüne alınmadan tefsir yapılamaz ve Kur’anın kasdettiği mana anlaşılamaz, rahatlıkla diyebiliriz.

Müteşâbih âyetleri ele almada rehberimiz yine Hz. Peygamber’dir (ASM). Âhiret âlemleri berzah âlemi, rüya âlemi ve misal âlemi gibi bir yaratma sistematiğine sahiptir. Kanunları bir birine benziyor. Bu âlem ile, bağını kuramadan da anlaşılamazlar. Hemen herkesin temasta olduğu rüya âlemi ve misal âlemi bu manada dünya insanlarının Âhirete açılan ve orayı tanıtan penceresidir. Rüyaların dili, mantığı ve öğrettiği sistematik anlaşılırsa, Âhiret âyetleri de anlaşılabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber (ASM) rüyalar konusuna çok önem vermiş; her gün sahabelerine rüya gören olup olmadığını sormuştur. Görülen her türlü rüyayı dinlemiş; sâdık olanları genelde kendisi te’vil etmiş; bazen de Hz. Ebu Bekir (RA) gibi bu konuda ehil kişilere te’vil ettirmiş; rüya sâdık değilse, bunu belirtmiştir. Eğer kimse rüya görmemişse kendi gördüğü rüya varsa bunu haber verip te’vilini yapmıştır. Bu şekilde sahabelerde Âhiret âyetlerinin te’vili ve anlaşılabilmesine bir zemin hazırlamıştır. Kur’andaki gıybetin mahiyetini tasvir eden âyet, gıybetin rüya ve âhiret âlemindeki yansıyan ve kaydedilen suretini[3] bildirmekte; bize âhirette karşılaşacağımız manzarayı ders vermektedir.

Hz. Peygamber (ASM) rüyaların nasıl anlaşılması gerektiğine dair kuralları şöyle ifade eder: ” Rüyada gördüğünüz şeylerin isimlerini, o rüyayı yormada esas alın. Keza gördüklerinizin künyelerini veya kinaye mânalarını da dikkate alın. [4]

Bu konuyu Onun tabir ettiği şu rüyadaki tatbikatında görebiliriz: “ Ben bu gece, rü’yamda, kendimi Ukbe İbnu Râfi’in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tâb denen cinsten taze hurma getirildi.

Ben bu rüyayı şöyle te’vil ettim: ” Yükselme ( rif’at ) dünyada bizimdir, Âhirette ( ukbâ ) de hayırlı âkıbet bizimdir, dinimiz de tayyib ( hoş ) olmuştur.

Hz. Peygamber (ASM) buradaki Râfi ismini, yükselen ve yükselici manasıyla ele alarak, “ Yükselme dünyada bizimdir. Biz yükselişin çocuğuyuz ve yükseliş evindeyiz ” diye te’vil ediyor. Ukbe ismini ise, sonra gelen ve peşinden takip eden manasıyla ele alarak “ Âhirette de hayırlı âkıbet bizimdir ” diye te’vil ediyor. Ki Kur’anda Âhiretin ve Âhiretten sayılan berzah ve mahşerin de bir adı “ ukbâ ” dır. İbnu Tâb cinsten taze hurma, kısmını ise “ İslam dini, hakikat denilen hurma ağacının Asr-ı Saadet’te insanlığa verdiği taze ve hoş meyvedir ” diye te’vil ediyor. Meyve vermesi ile kemale erdiğini, meyvesinin ise olgunlaşmaya başlayan hoş ve tatlı bir kıvamda olduğunu ifade ediyor.

Söz konusu âyetlere bu hakikat penceresinden bakarsak altın bilezik ve ipek elbise konusunu şöyle alabiliriz: İpek kelimesinin Arapçası, “ harîr ” dir. Bu kelime, hürriyet ile aynı köktendir. Burada Mutaffifin suresi 36. Âyet bize anahtar oluyor. Âyet: “ Hel süvvibe’l-küffârü mâ kânu yef’alûn ” ( Kâfirler, yaptıkları yanlış fiilleri giymiyorlar mı? ) Yani insan, yaptığı fiilleri birer elbise gibi giyecek… Eğer fiili haramsa, ateşten bir gömlek veya katrandan bir elbise olarak onu giyecek… Haram fiiller konusunda takvası ise, onun ipek elbisesi olacak. Yani nefsaniyet prangası ve enâniyet bukağısından hürriyetinin alameti manasında harîr’den olacak. Ki Kur’anda Cennet bu manada takvalı kişilere vaad edilmiştir. Hocamızın itirazcı olduğu Fâtır suresinde bahsedilen Adn Cennet’ine ise, özel takvalı kişiler girecekler.

Evet rızık, cismi ve hayatı beslemek içindir. Elbise ise, aslî manada hayatı korumak ve tâlî manada hayatı güzelleştirmek içindir. Bu açıdan maneviyatı koruma muamelesi olan takva hakkında Kur’an “ ve libasü’t-takva ” der.[5] O halde, kişinin takvalı bin bir çeşit ameli Cennette onun için ipek ve saire elbise olur. Kişi de nefsaniyet ve enâniyetten tamamen kurtulduğunu harîr ( ipek ) giyerek gösterir. Bu manada ipek, insanın iç dünyasındaki nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet[6] zulümatından nura çıkışının; dış dünyada bulunan madde-tabiat-tesadüf karanlıklarından tevhid nuruna yükselişinin alameti ve sembolüdür. Takva, insanın ebediyet ve hürriyet elbisesi olduğu gibi, sâlih ameller de onun ebedî rızık ve içecekleridir. Sâlih amellerden de insana çeşit çeşit rızıklar hazırlanır. Şükründen, üzümler; marifetinden, erikler, imanından ekmekler v.s. yiyecekler hazırlandığı gibi ilminden, sütler; zikrinden, ballar; aşkından şaraplar yaratılır.[7]

Altın ve gümüş ise, rüya ve sembol ilminde Allah’a yakınlığın 2 çeşidine işaret eder: Kurbiyet ve Akrebiyet…[8] Kurbiyet, fikir ve zikir ile Allah’a yakınlık kazanmaya çalışan, Hakikati arayan ve bu sayede Allah’a bir derece yakınlık elde eden kulların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u kalb ” de denilir. Ehl-i tasavvufun tespit ettiği üzere, zikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i suğra ”; fikirle Allah’a yaklaşmak “ velâyet-i vusta ” dır. Burada elde edilen gümüş bilezik ve manevi meslek ise, marifetullah ve muhabbetullahtır. Akrebiyet ise, Allah’ın huzurunda acz ve hiçliğini hissetme, Onun dergâhında bir ümmî olarak aklının ve kalbinin çaresizliğini yaşamakla hakikate ruhunda ayna olmaya erişen, iç dünyasındaki 3 karanlıktan nura çıkanların elde ettiği yakınlıktır. Buna “ kurb-u ruh ” da denilir. Ki bu yakınlık, “ Allah’ın kuluna her an var olan yakınlığının keşfedilmesi ve anlaşılmasına ” dayanır. “ And olsun ki insanı Biz halk ettik. Ona nefsinin verdiği vesveseleri biliriz. Biz insana şah damarında daha yakınız ” ( Kaf suresi, 16 ) âyeti ile “ Ölüm ânındaki kişiye Biz sizden daha yakınız ( ve nahnu akrabu ileyhi minküm ) fakat siz göremezsiniz ” ( Vakıa suresi, 85 ) âyeti bu yakınlığı ders verir. Burada elde edilen altın bilezik ve manevi meslek ve meşreb ise, Allah’a karşı haşyet ( edep ve korku dolu bir ruh hali ), huşu, ilim ve şevktir.

Altın ve gümüşün sembolizminin diğer bir yönü ise, iletkenlik noktasında en ileri metaller olmalarıdır. Altın hem az bulunması hem en iyi iletken olması noktasından en kıymetli metaldir. Bu âyetteki teşbih yönü, iletkenliktir. Altın ve gümüş, elektrik ve ısıyı ilettikleri gibi, Allah’ın veli ve ihlaslı âlim kulları da elde ettikleri velayet mertebeleri ile, diğer insanlara karşı kalp aynalarında yansıyan Samediyet cilvesi içinde Allah’ın marifet nurunu ve muhabbet hararetini; ruh aynalarında yansıyan Ehadiyet cilvesi içinde Allah’ın ilim nurunu ve şevk ateşini diğer insanların akıl-kalp-ruhlarına iletmeleridir. Bu sayede Allah’a ayna olarak tevhidi yaşamaları, sözleri-halleri ve hayatları ile Allah’a diğer insanları yönlendirmeleri ve Onu sevdirmeleridir. Yani ihlaslı bir Rabbânî olmalarıdır.

Evet Allah, insanı kendine ayna olsun; kendi üzerinde görünen İlahî güzellikleri tevhid şuuru ile Ondan bilsin, teslim şuuru ile de Ona ait olduğunu dış dünyaya ilan etsin diye yaratmıştır. Bu açıdan insanın yaratılış sırrı olan “ halifelik ” tam manasıyla Allah’a aynalıktan ibarettir. Aksi takdirde Kendisine ortak koşuyorlar diye nice kavimleri helak eden, dünyayı onlara Cehennem’e çeviren Kahhar-ı Zü’l-Celal’in meleklerden Hz. Âdem’e (AS) secde etmesini istemesinde sonsuz bir çelişki olurdu.

Bu hakikatli yönlerden bakıldığında Cennet’e girip altın ve gümüş bilezik takarak ipek elbiseler giyerek yürümek:

  • nefsâniyet-şahsiyyet-enâniyet gibi enfüsî, madde-tabiat-tesadüf gibi âfâkî “ âlem-i halk ”ın zulümat zindanlarından kendi özündeki kalb, ruh ve sır gibi “ âlem-i emir ” donanımlarını kurtararak hakiki tevhid, hakiki teslimiyet ve hakiki tevekküle eren…
  • Allah’ın velayeti altına girip kendisine bakıldığında Allah’ı hatıra getiren şeffaf bir ayna seviyesine erişen…
  • Allah’tan başkasına karşı bir minnet-i kalbiye ve zillet-i ruhiye hissetmeyen hakiki hürriyet sahibi “ guy ” (adam)[9] olanların işidir. Nefsâniyetin dibine yuvarlanmış “ gay ” lerin değil… İsterse Mustafa hocamız giymesin…

[1] Buhârî, Cihâd, 91; Libâs, 29.

[2] es-Suyüti, a.g.e, 2,3; Abduilah b.Mahmud en-Nesefı, Tefsiru’n-Nesefi, Beyrut,146; ez-Zerkani, a.g.e, 2, 276.

[3] Hucurât suresi, 12.

[4] Kütüb-ü Sitte. Râvi Hz. Enes (RA).

[5] A’raf suresi, 26.

[6] Kur’anın geliş gayesi, “ İnsanları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp Allah’ın velayeti altına sokmaktır. ” ( Bakara suresi, 257; İbrahim suresi, 1 ) Âyetteki zulümât lafzı, “ en az 3 karanlık tabakası ” demektir. Nefsâniyetin derdi, madde ve menfaattir. Şahsiyetin derdi, meziyetleriyle toplumda imtiyaz kazanmaktır. Enâniyetin derdi ise, faziletleriyle diğer insanlardan üstün olmaktır. Bu 3 karanlık tabakasını aşabilenler, Kuddus ismini ve kudsiyet hakikatini; Ferd ismini ve ferdiyet nurunu; Hüve ismini ve hüviyet sırrını idrak edebilir; bu sayede enfüsî tevhid hakikatini bilir-hisseder-yaşayabilirler. Aksi takdirde, kendilerinde boğulup kalırlar. Firavun, Nemrud ve Şeddad gibi…

[7] Bu meseleye dair Zâriyat suresindeki Cehennem ehli için denilen “ Zûku fitnetekum ” ( Fitnenizi tadın ) âyeti delildir. Fâsid bir amel olan fitne, Cehennem zakkumu olur; onlara yedirilir. Mefhum-u muhalifiyle de sâlih ameller, Cennet’in rızıklarının kendisinde büyüdüğü ağaçlar olur.

[8] Rüya ve âhiret ilmine vâkıf Bediüzzaman Said Nursi, gümüş ve altın ile, kurbiyet-akrebiyet ilişkisini aynen bu şekilde ele alıp işlemiştir. Bakınız, Lem’alar, 4. Lem’a, 4. Nükte.

[9] Kudûs-u Selam olan Allahu Teala Tevbe suresi 108. âyette böyle kalb taharetiyle maneviyatını cilalayanları “ ricâl ”  ( adamlar ) diye isimlendirir.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: