İman etmek ayrı, İnkâr etmemek ayrı

İman edip, müslüman olmayı; Kanarya Sevenler Derneği’ne üye olmak gibi, bir şey zannediyoruz! Bence hepimiz, dışarıdan gözümüzü, kulağımızı çekip; içimize yönelmeli, içimizi dinlemeliyiz. Ama “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı şeyler olduğunu bilerek, yapmalıyız bunu! Yoksa, Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği üzere; puta tapan kâfir ve müşrikler de, “Allah”ı ret ve inkâr etmiyorlardı!…

Evet; “iman etmek” ayrı, “inkâr etmemek” ayrı. Yoksa, oranı % 3 – 5’i geçmeyen Mutlak Ateistleri saymazsak; Tanrı’yı, bir ilâhı “inkâr eden” yok zaten! Ama dinimizin bildirdiği Allah’a “iman eden” az! Zaten; “Lâ ilâhe (ilâh yok)” diyerek, bütün bu bâtıl Tanrı ve (hristiyan, yahudi, deist, putperest) Tanrı tasavvurlarını reddettikten sonra ancak, “illâllah (Allah’tan başka)” denilmesi ve dinimizin bildirdiği gerçek “Allah”a iman edilmesi mümkün! Bunun için de “Muhammedün Resulûllah”, şart!

Yani: İnsan zihin ve felsefesinin ürettiği; “herşeyi yaratan ve yöneten bir güç, bir Tanrı olmalı ve onun özellik ve sıfatları da, şöyle olmalı” deyip; zihin tarafından yontulmuş bu mevhum Tanrı’nın, varlığı – yokluğu değil problem! Peygamberler ve Kitapları vasıtasıyla, insanlarla iletişim kurmuş, doğru Allah’a inanmak ve teslim olup, iman etmek gerekiyor………………..

Yaşarken bir ateist – deist gibi yaşa! Hattâ; namaz, oruç, zekât gibi ibadetleri yapmamanı geçtik; bir ateist kadar bile, “ahlâk” anlayışın olmasın; sonra da “inandık=kurtulduk” de! “Yarına çıkmaya garantimiz yok” de; sonra da, bunun aksine; yarın ve sonraki günler de yaşayacakmışsın gibi; hareket et! Geleceği “meçhul”, gelecek günler için endişe et, para biriktir; ama geleceği “kesin” ve hem de “sonsuz” ahiret için, hiçbir endişen ve yatırımın olmasın!… “Allah’ın her ânımı gördüğüne inanıyorum” de; sonra da, bu dediğine sen de “inanmıyormuşsun” gibi veya “sanki görmüyor” gibi veya “gördüğüne ehemmiyet vermiyormuşsun” gibi davran! Neden?: Çünkü, Kanarya Sevenler Derneğine üyesin!……………..

Elimizde “imanölçer / imanometre” yok dedik ama “intelektüel zekâ (IQ), duygusal zekâ (EQ), sosyâl zekâ (SQ)” testleri gibi; “İman Zekâsı”nı da ölçen ve yaklaşık sonuçlar veren, bir test geliştirilebilir. Hattâ geliştirilmesini beklemeye bile lüzum yok; bunu kendimiz test edebiliriz.

Meselâ: Eğer sadece camide veya namazda veya ölüm korkusuyla yüzleştiğimiz zamanlarda, bir Rabbimiz olduğu ve bizim de O’na iman ettiğimiz aklımıza geliyor ve sadece bu korku veya üzüntü zamanlarında, O’nu hatırlıyor ve anıyorsak; bizdeki bu iman, zayıf ve kuvvetsiz demektir.

“O’nun bizi, her ân / mekânda görüp – izlediğine iman ediyoruz” deyip; sonra da hiç görmüyormuş gibi, kameralar önünde değilmişiz gibi, hayatımızı devam ettiriyorsak; ya bizde veya imanımızda bir sorun var demektir!

Böyle; O’nu “unutarak” veya “yok(muş)” gibi davranarak veya gördüğüne “ehemmiyet vermeyerek”; üstelik bu durum gayet normâl ve olağanmış gibi hayatımızı devam ettirerek; yani burada, sanki hiçbir problem yokmuş gibi, bunu hiç sorun etmeden, güle oynaya hayatımızı devam ettiriyorsak; durumumuz, düşündümüzden daha vahim demektir!

Bu “iman – amel” arasındaki mesafe, bu “söylem – eylem” arasındaki uçurumun kapatılması; bence en önemli gündem meselemiz olmalı! Çünkü: İçimizdeki bu çelişki ve çatışmalar, bu parçalanma ve bölünmüşlük; bu çarşıda “kapitalist”, camide “müslüman”; farklı şizofrenik tavırlar, hayatımız boyunca bize huzur vermeyecek!

Zaten bu oynadığımız çelişkili, zıt roller, huzur vermediğinden dolayı; çoğumuz, birinin lehine karar verip, içimizdeki kavgayı bitiriyoruz. Ve bu kavgayı bitirmede; genelde, “inancımız” lehinde değil de, “eylem / amelimiz” lehinde karar veriyoruz. Yani: İnandığımız gibi yaşamadığımız için; genelde, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz! Ve böyle yaparak; “iman – amel, söylem – eylem” arasındaki mesafe ve zıtlığı; sözde, kapatmış ve çözmüş oluyoruz!………………..

Sonuç olarak: “İman ve İslâm”; sadece kimliğimizde yazan bir etiket ve isim değil; bakış açı ve davranışlarımıza sinmesi ve yön vermesi gereken; bir yaşam tarzı, bir kimlik olmalı ki; zaten “din”in, en temel anlam ve fonksiyonu da zaten bu.

Yani: “Din”, zaten bu dünya için gönderildi; dünyevî amellerimizi ve dünyadaki fiillerimizi düzenlemek için. Ötede, bu anlamda bir din ve mükellefiyet, zaten olmayacak! Yani: Vicdan ve cami gibi mekânlarla ve namaz, oruç gibi ibadetlerle sınırlı ve kısıtlı, “part time” bir müslümanlık; dinin mantığı ve vahyin geliş amacına da aykırı!

yazının tamamı için tıklayın

Ayhan Küflüoğlu