İman Etmek Bütün Bütün Başkadır

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ, Risale-i Nur Külliyatının mevzuunu iman ilimleri, Risale-i Nur hizmetinin sahasını da iman hizmeti olarak tesbit etmiş ve bu tespitin altını kalın hatlarla çizmiştir. Bu ise mutad bir şekil değildir. İman mevzuunun kendi başına bir ilim, hattâ ilimler topluluğu olarak incelenmesi ve Risale-i Nur gibi geniş bir hizmetin yegâne sahasını teşkil etmesi, pek çokları tarafından yadırganmıştır ve hâlâ da yadırganmaya devam etmektedir. Bu yadırganmanın nedeni ise, imanın bir ara yaşama olarak görülmesinden, “daha ileri mertebede” birtakım mevzulara geçiş için bir basamak olarak telâkki edilmesinden başka birşey değildir.

Halbuki Bediüzzaman’ın eserlerinde iman, Allah’ın varlık ve birliği ile bazı inanç konularını ispat etmek ve bunlara inanmakla olup biten bir hal değildir. İmanda, herşeyden önce, bir “MARİFET YANİ TANIMA” işi vardır ki, başlı başına bu bile bir ömrü kapladıktan sonra, hâlâ keşfedilmeyi bekleyen esrarıyla insanları cezbesi altında tutacak bir hayatiyete sahiptir.

İslâm ilimlerinde “MARİFETULLAH” adıyla anılan bu tanıma faaliyeti, kâinatın bütününü tanımaktan daha ötede bir iş olarak görülebilir; çünkü varlık âleminde olup biten ne varsa, O’nun isimlerinden birer şuadır, o kadar. İlâhî isimlerden birisi şaşaalı parıltısıyla gökleri, bir başkası baharı, daha başkası anneler ile yavrular arasındaki rahimiyetin tecellisi olan şefkat alışverişlerini göz kamaştıran bir güzelliğe büründürüyorsa, gönlünü o şuaların kaynağına çeviren bir insan kendisini hangi enginlikte deryalarla karşı karşıya bulur?

İnsan, maddî ve manevî hisleri ve kabiliyetleriyle, kainattaki her türlü güzelliğin bütün inceliklerini tek tek ayırt etmek ve İlâhî isimlerin onlardaki tecellilerini çözmek, sonra da o tecellileri hem diliyle, hem haliyle bizzat aksettirmek üzere düzenlenmiş bir varlıktır. Gelip geçici dünya hayatında bundan başka hangi gayesi insanın önüne bir ideal olarak koyacak olsanız, ona yakışmadığını hemen fark edersiniz. Bütün dünyanın hakimiyeti gibi erişilemeyecek şeyler de bu hükme dahildir; çünkü bütün bunlar fânidir, yoksa insanın başta hayalgücü olmak üzere bütün kabiliyetleri, o erişilemeyen şeylerin de erişemeyeceği yerlere, sonsuzluklara uzanmaktadır.

Kaldı ki, bu dünyaya gelen herhangi bir akıl sahibi varlık, tıpkı Bediüzzaman’ın Yedinci Şuada macerasını yazdığı “kâinattan yaratıcısını soran seyyah” gibi, gözünü açıp da etrafa baktığı anda, kendisini bir muhteşem memlekette bulur ve bu memleketin sahibini tanımak ister. Zaten her şeyiyle O’nu tanımak ve O’nun eserlerindeki üstünlüklerini zevk etmek üzere yaratılmıştır.         İnsan; bu merak içine düştükten sonra, ömrü de aradığını tanımakla geçer. Bununla beraber, sağlıklı bir tanıma tahsiline girişmeden önce, imanın sağlam zeminlere oturtulması mecburiyeti vardır. Ve iman mevzuu, daha bu safhada iken, günümüzde her yandan gelen sarsıntılarla, mâsum görünüşlü münafikane saldırılarla, en sağlam bir aklı bile tereddüde düşürecek vehim ve vesveselerle karşı karşıyadır. Mesela kime sorarsanız “Bir Allah var” der.

Kime sorarsanız Müslümandır. Lâkin insanların hayat tarzlarını incelemeye başladığınızda, Allah’ın mülkünün sebeplere, tabiata, birtakım dünya adamlarına veya müesseselerine bölüştürülmüş olduğunu görürsünüz. Haşa Allah’a kalan ise, insanların henüz el atamadığı göklerden ibarettir; orada, günlük hayatımıza karışmamak şartıyla uluhiyetini devam ettirebilir ve bu haliyle, tıpkı bir meşrutî kral gibi, sonsuz hürmete de muhatap olabilir!

Ne var ki, birçoklarının iman olarak gördüğü bu tarz, Kur’ân’ın “şirk”  olarak lânetlediği şeyin tâ kendisidir. Bediüzzaman da, “Herkes Allah’ı bilir; bu kadar derse ihtiyacımız yok” şeklindeki itirazlara verdiği cevapta, bu itikadı “Hiçbir cihetle Allah’a iman hakikati onda yoktur” diyerek şiddetle reddetmektedir: Aynı mektubunda devam ederek

“Halbuki Allah’ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.” Diyor.

Bediüzzaman, bahsin devamında, böyle bir inanışın, sadece “inkâr etmemek” safhasında kaldığına işaret eder. Halbuki, iman etmek, inkârın yokluğundan ibaret bir hadise değil, başlı başına bir fiildir. Şöyle diyor:

“Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiçbir zîşuur , kâinatın bütün eczası kadar şahitleri bulunan Hâ­lik-ı Zülcelâl’i inkâr edemez… Etse, bütün kâinat onu tekzip edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat O’na iman etmek, Kur’ân-ı Azîmüşşânın ders verdiği gibi, O Hâlıkı, sı­fat­larıyla, isimleriyle, umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik et­mek; ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına de­lil­dir.”  Emirdağ Lahikası

“Kur’ân’ın ders verdiği gibi” cümlesi, Risale-i Nur’un iman bahislerini hülasa eden güzel bir tariftir. Bu tarif, Risale-i Nur’un rahmet ve muhabbet hakikatlerine ağırlık vermesi kadar, herşeyi her an her haliyle kuşatan bir rububiyeti ders vermesi yönünden de gerçeği aksettirmektedir. Bu iman tarifinde, ne insanın, ne de daha küçük veya büyük herhangi bir varlığın, en gizli ve en küçük bir hal ve hareketinde bile Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti dışında hareket etme ihtimali yoktur. Ama iyi ki yoktur. Aksi takdirde, en gizli arzularımızı açıp en derin arzularımızı arzedecek kimi bulurduk? Bizi her yönden saran tehlikelere karşı sığınacak kim olurdu? Sırlarınının küçücük bir kısmını bile hâlâ çözemediğimiz bedenimizin, onun ötesinde de manevî varlığımızın en girift ayrıntılarında O!nun hükmü geçmeseydi, hayat bu kadar rahat ve bu kadar tatlı bir şekilde yaşanır mıydı?

Kur’ân’ın irşadları ışığında Risale-i Nur’un ders verdiği iman, bir dostun her yerde ve her zaman varlığını kendisiyle beraber hissetmeyi, bunu gözüyle görmüşçesine bir kesinlikle bilmeyi ve bütün sıcaklığıyla yaşamayı netice veren bir imandır. O esrarlı üslûbun insanı ilk satırlarından itibaren içine aldığı âlemlerde işte böyle bir imanın sıcaklığı hissedildiği içindir ki, insanlar, bu nur eserlerini okudukça hayran kalmışlar, okumakla doymamışlar, defalarca okumak suretiyle bir saadeti tekrar tekrar tatmak ve her okuyuşta o satırlar arasında yeni parıltılar keşfetmek arzusuna tutulmuşlardır. Risale-i Nur’un iman ilimlerini kapladığını ve iman ilimlerinin de insan için hava veya su demek olduğunu dikkate almayan gafiller ise, bu eserlerin niçin tekrar tekrar okunduğuna akıl erdirememişler ve binlerce, yüz binlerce, belki de milyonlarca insanın, bu eserlerin telifinden beri onları her gün ve gece tekrarlayıp durmasını şaşkınlıkla karşılamışlardır.

Bediüzzaman Said Nursî, talebeleriyle yazışmalarında, Nur Risalelerinin bu özelliğine zaman zaman dikkati çekmiş ve onlardan, iman ilimlerini başka ilim dallarıyla karıştırmamalarını istemiş ve şöyle demiştir:

“Ümit ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devâsı içinde var demeyeceğim; fakat mühlik dertlerin ağleb devâsı yani helâke yol açan dertlerin çoğunun devâsı, yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev’inde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan ve mârifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde yani dinleyenlerde iştiyak olduğu zaman okuyunuz.”

“Onuncu Sözün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalâa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir yani iman ilimlerindendir”

“ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.”

“Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını her okudukça daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet, kardeşim, o risaleler Kur’ân’dan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Hergün ihtiyaç, gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıdâ-yı ruhânîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zatlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’ânî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh yani meyve nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tagaddîdir yani gıdadır” diyor.

Not: ne için Risale- Nurları tekrar tekrar okuduğumuzu daha önce yazmıştım Bakabilirsiniz.

Abdülkadir Haktanır