İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 2 )

Sebeb-Sonuç Bağlamında Kader-İrade ve Takdir İlişkisi

  1. Vecih: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, “Şu müsebbep, şu sebeple vukua gelecek.” Öyle ise, denilmesin ki, “Madem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir. Cüz-ü ihtiyariyle tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı yine ölecekti.

 Sual: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tayin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini neyle hükmedeceksin? Ya, Cebrî gibi sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen; veyahut Mutezile gibi kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin.

Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki: “Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhul.” Cebrî der: “Atmasaydı yine ölecekti.” Mutezile der: “Atmasaydı ölmeyecekti.

Kader, takdir yaparken sebeple sonucu birbirine bağlayarak takdir yapıyor. Bu çok önemli bir konu… Mesela birisi çok hırslı bir yapıda olsa, çalıştığı işyeri de ona az maaş verse; bu kişi eğer kasiyerse içinden bir ses, paraları çalmasını ve kaçmasını söyler. Şimdi kasada bir gün hasılat çok olsa, o adamın da hırsı alevlenmiş olsa, adam parayı çalar. Peki kasada para olmasaydı adam hırsızlık yapabilir miydi? Veya kasiyer o adam değil de başkası olsaydı o para çalınır mıydı?

Bu noktada Cebriye der ki, kasadaki paranın çalınacağı kesin. O yüzden o adam olmasa da, başkası yine o parayı kesinkes çalacaktı. Mutezile der ki, hırsızlık yapacak hırslı adam yoksa hırsızlık neden olsun! Ehl-i hak der ki, hırsızlık meçhul… Başkası kesinlikle çalacak denilemez. Çünkü yerine gelecek kişi, çok namuslu biri olabilir. Bu durumda hırsızlık olamaz. Cebriye yanılıyor, deriz. Ayrıca tek hırsız o adam olmadığı için başka birisi de çalabileceğinden dolayı veya bir yangın çıkıp o para yanabileceği, depremde göçük altında para kaybolabileceği gibi sebeplerden dolayı o işyeri sahibi o parayı kaybedebilir. Bu durumda paranın çalınması veya zayi olmasını tek bir sebebe bağlamakla Mutezile yanılıyor. Ehl-i hak bütün ihtimalleri nazara alarak hüküm verir. Hırsızlık vak’asını, o vak’anın meydana gelmesi için gerekli şartların bir araya gelmesi sonunda ortaya çıkan bir husus olarak görür. Kaderin Gözünde İnsan ve İradesi isimli makaledeki icad etmede bütün şartların gerekliliği maddesini hatırlayabiliriz.

Bu manada Allah, bir katilin öfke, su-i kast, namus ve kan davası, cihad ve nefsi müdafaa gibi bir sebeple başka birisini öldürme arzusu ile adamın elindeki tüfeğe basmasını ve o tüfekten çıkan mermi ile maktulü öldürmesini beraber takdir ediyor. Bütün gerekçeler bir araya gelince o takdir yapılıyor. O adam, oraya gelmeseydi ne olurdu? Ölür müydü? Ehl-i hak der: Meçhul… Ölmez denilmez, Allah isterse başka yerde de öldürür. Kesin ölür de denilmez. Çünkü ölümü gerektirecek hususlar meçhul…

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dengeli bakıyor. Ne kulun iradesini Cebriye gibi yok sayıyor. “ Sen tüfeğe sıkmasan da adam kesin ölecekti ” der. Ne de “ Sen sıkmadan adam o tüfekle ölebilir mi? Bu mümkün değil ” der. Kaç defa olmuştur ki, adam tüfeği yere bırakırken tüfek patlar ve birini vurur. Ya da tüfek yere düşüp patlar birini öldürür. Veya mekanizma kilitlenir, kontrol ederken patlar karşısındakini vurur. Demek kişi irade etmese de onun elindeki tüfekle birisi ölebilir.

Cebriye, İlâhî İrade’nin mutlak hâkimiyetini kabul edip kul iradesini yok sayıyor. Adam kendisi değil, Allah yazdığı için zorla tüfeği sıkıyor, diyor. Bu durumda kulun iradesi yoksa neden katil o olsun? İslam böyle zorlama ile yaptırılan fiilde kişiyi mes’ul tutmuyor.

Mu’tezile ise, insan iradesini yaratıcı gibi görüyorlar. “ İnsan istedi mi her şeyi yapar ve yaratır. O istemedi mi hiçbir şey meydana gelmez ” gibi bir algıyla olaylara bakıyor. Mu’tezile, Kaderi ve İlahi İrade’yi inkar ediyor. Bu manada kuldan çıkan güzel veya çirkin bütün fiilleri kulun gördüğü için övgüyü de yergiyi de kula ait bilir. Cebriye ise, kulun iradesini yok saydığı için, kuldan çıkan zulüm ve adalet bütün fiilleri Allah’ın bilir. Bu manada Allah’a kusur ve çirkinlik atfeder. Oysa kuldaki bütün güzellikler, onun potansiyel yeteneğine bağlı; potansiyel yetenekler ise Allah’ın irade ve ilmine dayanıyor. Potansiyelleri aktif hale getirecek şartları kuran, o şartlar dahilinde zevk ve merak içinde o potansiyelleri açtıran Allah’tır. Bu manada mimarlık potansiyelini Mimar Sinan’a veren, Onu Osmanlı Enderun’unda terbiye edip kemale eriştiren, Onu Kanuni Sultan Süleyman’ın serveti ve iktidarı ile buluşturan kim ise, Sinan’ın elinden zuhur eden güzellikler de Onundur. Hamd ve sena Sinan’a değil, Sinan’ın mimarına Ona aittir.

Bu noktada Ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet, itidalli olarak bakıp kulları gurur ve firardan kurtarıyor. İnsanları cürümlerinin bihakkın mahkumu olarak gördüğü ve gösterdiği gibi, sevap ve hayırların da mecburu olarak gösterir. Evet, cumhurbaşkanlığına seçilen birinin o makamın gereği gibi davranması ona mecburdur. O makamın gereği gibi davranırsa normal bir şey yapmış olur. Eğer kötüye kullanırsa, bütün suç ona ait olur. Bu manada kula Allah’tan gelen veya bir kula diğer kullardan akseden bütün güzellikler Allah’tandır. O kuldan başka kula yansıyan veya Allah’tan kuluna gelen bir kötü muamelenin mes’ulü elbette ve elbette bulunduğu yaratılış makamını kötülüğe kullanan insanın nefsidir. İyiliği Allah’tan, kötülüğü kullardan bilip kendini aklamak; münafık ahlakıİyiliği kendinden, kötülüğü Allah’tan, Kader’den veya kullardan görüp kendini aklamak ve suçunu inkâr etmek, müşrik ve kâfir ahlakı… Kimden gelirse gelsin bütün iyilikleri Allah’tan bilip görmek ve hamd etmek; başına gelen bütün kötülüklerin mes’ulü ve müstehakkı olarak kendi nefsini bilmek ve görmek, nefsini levm edip Allah’ı tenzih ve takdis etmek ise, bir mümin ve ârifin ahlakıdır. [1]

[1] Nisa suresi, 74-79.