İNSAN İRADESİNİ EMZİREN ANNE: “ KADER ” ( 3 )

İnsan Eseri Olan İşlerde İnsan İradesinin Payı: Halk-Kesb Meselesi

  1. Vecih: [1]Cüz-ü ihtiyarînin üssü’l-esası olan meyelân, Maturidîce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arîona mevcutnazarıyla baktığı için, abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariyece bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zaruret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’ etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki, “Şu şerdir, yapma.”

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder.

Elcevap: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vakidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir?

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bi’l-masdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bi’l-masdar, Hakkın mahlûkudur. Mes’uliyeti işmam eden bir şey, hâsıl-ı bi’l-masdardan müştak kılınmaz.

Bu bölüm Said Nursi’nin dipnotta belirttiği gibi, gayet ince ve derin bir tefekkür isteyen bir yer… Kilit nokta burası diyebiliriz. Burada bazı kavramları açıklamak lazım… Meyelan, kişinin içindeki çeşitli konulara dair şiddetli istekler, eğilimler demektir. Said Nursi başka bir yerde insandaki meyillerin kökünün, onun o konudaki kabiliyetleri olduğunu; kabiliyetlerin kaynağının ise insandaki istidadlar olduğunu bildiriyor.[2] Demek bizim irademizi yönlendiren asıl unsur arka planda bizim potansiyel yeteneklerimizdir.

Emr-i itibarî, bir açıdan var bir açıdan yok denilebilecek özellikteki mesele demektir. Aynadaki görüntümüzü örnek alırsak… Bu görüntü, elle tutulamayan ve bir ağırlığı olmayan bir şey… Bu manada maddi dünya açısından “ Var ” diyemeyiz. Var olan her şeyin bir ağırlığı vardır. Oysa buradaki görüntünün ağırlığı yoktur. Fakat gözle görünüyor, belirli bir şekli, rengi ve sanatı içeriyor. Bu manada da yok diyemeyiz. Manevi bir varlık demek zorundayız. İşte insandaki meyiller, Maturidi mezhebine göre bu manada bir emr-i itibaridir. Maddeten var diyemiyoruz, tamamen yoktur da diyemiyoruz.

Cüz’-ü ihtiyari ile bağına gelirsek, bir şey emr-i itibari olunca üzerinde değişiklik yapmaya çok müsait oluyor fakat emr-i hakiki manasında maddi bir hale gelen bir şeyi değiştirmek çok zordur. Maturidi mezhebi, insandaki meyillerin varlığının insanın iradesine tabi olduğunu kabul ediyor. Bu bir açıdan doğru, bir açıdan yanlış… Yanlış yönü şurası: İnsandaki meyiller, insan istemese de potansiyel olarak varlar. Bu açıdan onları yok edemeyiz. Biz irademizle, onların uyanmasını engelleyebiliriz.

Mesela takvalı olan bir kişi, harama bakmamaya çalışır. Bakmazsa, bakma sonrasında meydana gelebilecek gayr-ı meşru sevgiler ve fiillere meyillerin uyanmasını engellemiş olur. Bu açıdan ömrünü inzivada geçiren bir kişi kendindeki şer potansiyellerini uyandırmadan dünyadan göçebilir. Fakat günah ortamına giren kişi, kendindeki olumsuz meyilleri uyandırtır. Uyanan meyiller de, birer ihtiyaç manasında çeşitli şeylere yönelir. Karşılanmayan ihtiyaç üzüntüye, bunalıma ve manevi acıya yol açar. Bu da, insan iradesini zorlar. Şeytan da bu noktada yanlışları süslü gösterir. “ Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür ” atasözünde olduğu gibi… Sonra kişi yanlış fiili işler. Bu noktada Maturidi mezhebi der ki: “ Haram ortama girmezsen, sendeki şer meyilleri uyanmamış olur. Şer meyilleri uyanmayınca, hayır noktasında iraden daha güçlü olur. Bu açıdan kişinin hayra yönelik tercihlerini belirleyen ana kriter kişinin meyillerinin uyanıp uyanmaması konusundaki yetkisidir. ”

Eş’ari mezhebi, meyelanların varlığını sabit görüp, onların uyanmasını insanın engelleyemeyeceğini fakat kişinin o meyiller üzerinde tasarrufta bulunabileceğini söyler. Onlara göre meyelan, emr-i hakikidir; fakat onlara tabi olup olmama yetkisi bir emr-i itibaridir. Kişi meyillerinde önce ve sonra şeklinde bir sıralama yapabilir. Eş’ariye göre kişide ne kadar hayır meyli bol olsa da şerri irade edebilir; ne kadar şer meyli çok olsa da hayrı tercih edebilir. İnsanda bu manada geniş bir tercih yelpazesi vardır; iradesi de hangi şartta olursa olsun hayrı ve hakkı tercih edebilir. Bu açıdan insan tercihlerinden tamamen mes’uldür.

Bu iki mezheb, itikad noktasında Ehl-i Sünnet’in 2 ana yoludur. Bizim bildiğimiz 4 mezheb olan Hanefi, Şâfii, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri bizim amel noktasında mezheplerimizdir. Hanefiler, itikadda Maturidî’dir. Şafii ve Mâlikîler, Eş’aridir. Hanbelîlerde, itikad ve amelî mezheb tektir. Onlara göre imanı olan amel eder, ameli olan itikad sahibidir.

Vücud-u harici, maddi varlık, dış dünyada gözle görünür yapı demek… Maturidîlere göre, meyelan; Eş’arilere göre, meyelanda tasarruf birer emr-i nisbîdir, vücud-u haricisi yoktur. Yani kişilerde belirli oranlarda ve çeşitli bağlantılarla ortaya çıkan, fakat maddi varlığı olmayan şeylerdir.

İllet-i tâmme, bir şeyin dış dünyada vücuda kavuşabilmesi için gerekli bütün şartların bir araya gelmesidir. Bu şartlar, kudret-ilim-irade’dir. Özel manada illet-i tâmme, İrade-i İlahiye manasında kullanılır.[3] Yani O irade etmeden hiçbir şey vücuda gelemez. Basit bir örnekle meseleyi izah edebiliriz:

Mutfakta un var, yağ var, şeker var, ocak var. Helva yapmayı mükemmel şekilde bilen bir annemiz var. Yani bütün maddi ve manevi imkânlar var ama ortada helva yok. Niçin? Çünkü annemiz helva yapmak istemiyor… İşte iradenin etkinliği! Kudret de olsa, ilim de olsa, İrade-i İlahiye istemedi mi, yaratma da olmaz, yaşatma da olmaz. Fakat hiç kimse helva yemek istemese, annemiz istese, mutfaktan helva kokuları gelmeye başlar.

Meyelân ve tasarruf için, illet-i tâmme gerekmiyor. Normalde illet-i tâmme oluşabilmesi için o şeyin lüzum derecesine gelmesi gerekir. Yani bir tarafı tutmak zorunlu olursa… Mesela bütün davaları Allah’ın birliği ve Âhirette ebedî insan hayatı olan peygamberlerin bildirdiği üzere ölülerin diriltilmesi ve ebedî hayata kavuşturulması gibi… Diriliş olmazsa kâfirler, müşrikler ve münafıklar tasdik edilmiş olacak… Veya zaruret derecesine çıkması lazım… Mesela boğulmak üzere olan fakat ölmesi istenilmeyen bir âcizin ızdırar diliyle duasına cevap vermek gibi… Veya vücub derecesine çıkması gerekir. Yani olsa da olan olmasa da olan bir hususiyetten çıkması… Mesela günahkâr bir kişiye şefkat etmek, Allah için imkan dahilindedir; fakat tevbe edip af dileyene şefkat etmek Onun Kendine yazdığını söylediği üzere Ona vâcibdir. İşte acz ve çaresizlik içinde, işkence ve baskıya maruz kalan, ebedî hayatın varlığı ve Allah’ın birliği konusundaki fikirlerinden dolayı alay konusu olan peygamberlere, sahabelerine ve Allah dostlarına İlahî bir ikram olan mucizeler ve kerametler için illet-i tâmme meydana geldiğinden elbette ve elbette mucizeler ve kerametler zuhur etmiştir, denilir.

Fakat zaruret yoksa, göreceli durum varsa; vücub yok, imkanlar ve ihtimaller söz konusu ise, illet-i tâmme oluşamaz.  İllet-i tâmme oluştuğunda, o nesne vücuda gelir, iradeler ve tercihler söz konusu olmaz. Çünkü şartlar ne olması gerektiğini daraltır, tek bir şık kalır. Fakat illet-i tâmme oluşmadan sayısız ihtimaller vardır; irade de zorlanmaya tabi değildir, hürdür. Bu manada irade sahibi biri, o meyelan ve tasarrufu kullanarak tercih değiştirebilir.

Mesela, birisi kötü bir ortama girdi. Arkadaşlarının hepsi de kalpazan… O da onlardan para basmayı öğrendi. Sonra onların yanından ayrıldı. Paraya da çok sıkıştığı bir ortam oluştu. Aklına para basma fikri geldi. Hemen zihni hesaplamalara başladı. Sonra içinden bir ses “ Dur, yapma! Biliyorsun bu iş haram! Cehennem hapsi gibi kesin bir cezası var. Ayrıca dünyada da kirli bir para yüzünden hapse girme ihtimalin çok yüksek. Vazgeç bu pis işten. Alnının teri ile para kazan. Çoluk çocuğuna haram mal yedirme! ” Bu sesi dinlemeyip kararını kesinleştirebilir ve o işe teşebbüs edebilir. İşte ona o işin cazip gelmesi, sebeplerinin üstün görünmesiyledir. Fakat tam tercih yaptığı anda, ayağıma bir vazo düşüp kırsa; İlâhî bir yardım ve ikram gelmiş olur. O da bu kırılmış ayağın acısıyla bu tercihi unutsa ve vazgeçse işte iradesi şerden uzaklaşmış oldu. Veya vazoya gerek kalmadan kendi vicdanının sesini dinleyip o yanlıştan dönebilir, kötü niyetinden dolayı tevbe edebilir. O an hayrı tercih edip “ Allah’ım! Sırf Senin rızan için bu yanlışı terk ediyorum. Ne olur bana sen helal ve temiz bir rızık kapısı aç ” diye dua etse, takva ile yapılan bu dua kabul olur. Çünkü âyet var: “ Ve men yettekillâhe yec’allekum mahracan ” ( Siz takvalı olursanız, Allah sizin için bir çıkıp kapısı açar. )[4]

İnsanın, bu manada şer niyetine girip haram olduğuna dair bir iç muhasebe yaparak haramı terk etmesi, bir vâcibi işlemiş hükmünde sevap kazandırır. Bir vacibi işlemek, çok sayıda sünneti yerine getirmekten daha kıymetlidir. Bu açıdan takva çok kıymetlidir.

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref olurdu. Çünkü ilm-i usul ve hikmette, مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki, “Birşey vâcip olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, malûlu, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.

Bu kısım izahı zor bir yer. Önce bir kuralı ele alalım: Dünyada meydana gelen her şey, vâcib olmadan vücuda gelemez. Yani Cenab-ı Hakk, insanların imtihanı ve kâinatın kemalatı açısından olması gereken, her şeyin fıtratıyla olmasını istediği, bir çeşit ihtiyaç olan şeyler yaratıyor. Mesela mideyi yaratır, onun için olmazsa olmaz bir ihtiyaç olan suyu ve rızkı yaratır. Midesi rahatsızlık hissedenler için maden suyunu ve sodayı yaratır. Hakikati bilmeye muhtaç olanlar için, peygamberlere vahiy gönderir, suhuf ve kitap indirir. Bu manada maddi ve manevi ne meydana gelmişse, vâcib kıvama geldiği için meydana gelmiştir. Bu noktada iki çeşit vücub var:

  1. a) Vücub-u Sâbık: Bu bir şeyin meydana gelmesinin Kader noktasında kesin takdir edilmesidir. İrade sıfatı, bu manada onu vâcib kılıyor. Mesela İstanbul’un fethi kesin kader olarak bir vücub-u sâbık içeriyor. Hadis de haber veriyor.
  2. b) Vücub-u Lâhık: Bir şeyin kudret ile icad edilmesi şeklinde gözle görünür hale gelmesiyle ortaya çıkan vaciblik…

İlk vücubda, dış dünyada gerçekleşme olmuyor. Biz kendi iç dünyamızda her iki aşamayı yaşıyoruz. “ İradem kesin. Ben bunu kesinlikle yapacağım ” deyip sabit karar verdiğimizde ve kararı gerçekleştirene kadar devam ettirdiğimizde vücub-u sâbıkı yaşamış oluyoruz. O karar gerçekleştiğinde artık o bizden çıkıyor, dış dünyanın malı ve bizim dış dünyadaki mühür ve imzamız oluyor. Bütün olumlu ve olumsuz sonuçları amel defterimize yazılıyor. Bir hayrı başlatan kişinin hayrını örnek alan herkesten ona sevap gelir; bir şerri işleyip başkalarına o konuda örnek olanların günahından bir hisse de ona gelir. Bu manada ikinci vücub, tehlikeli… O yüzden hadis der: “ Allah’a ve Âhiret gününe iman eden ya hayır söyle ya sus![5] Yani hayra yol açacaksa ağzını aç ve zihnindekileri veya kalbindeki ortaya saç…

Bir şeyin vücuda gelmesi, illet-i tâmme istiyor. O halde bir konuda ilim varsa, kudret ve imkânlar da varsa, o şeyi yapmaya istek ve irade de bulunuyorsa onun meydana gelmemesi için hiçbir engel yok demektir. Annemizin helva yapmayı istediği durum… Bu durumda biz istesek de istemesek de o helva yapar. Çünkü o, helva yapmak istiyor.

İşte bu noktada ince mevzu geliyor: İllet-i tâmme meydana gelince ve bu illetler güçlendikçe kişide seçim hakkı azalır. Evet insan cahilliğinden, nefsinin-şeytanın ve benliğinin hilelerinden dolayı şerri, kendisi hakkında hayır zannedip seçebilir. Fakat ilim bize kesinkes gösterse ki bu tercih çok fena bir şerre yol açacak, canlı ve yakından örneklerle benzer tercih yapanların akıbetlerini gözümüzle görsek, tiksinsek ve korksak… Diğer şıkkı tercihin muazzam güzel sonuçlar verdiğini canlı örneklerle görsek, o tercihin daha kolay ve güvenilir olduğunu fark etsek, o güzelliklere karşı içimizde bir meyil uyansa ve muhtaç da olsak elbette ve elbette bizim artık tercih yapmamıza gerek kalmaz. Sonuç zaten bellidir. İşte  bu noktada illet-i tâmme, vücub ve zaruret ile o nesnenin varlığını istiyor. Bu durumda kişide bu mu şu mu hayırlı şeklinde bir seçim yapmaya gerek kalmıyor. Kişi doğrudan hayırlı görüneni tercih ediyor.

İşte bu noktada sebepler dünyasının günah-sevap, şer-hayır şeklinde işleme sistemi devre dışı kalır. Kulda illet-i tâmme olsaydı, şerri işlemezdi; bu durumda da gelişmesi olamazdı; daima iyilik isteyenler ve hayrı seçen melekler gibi olurdu. İmtihan dünyasının ana direği kulun cehaleti, nefsine ve ihtiyaçlarına söz geçirememesidir. İradesi keskin ve güçlü olsa, ilmi derin ve kuşatıcı olsa, nefsinin hile ve oyunlarını fark etse, tercihinin nereye varacağını yakinen bilse bir insan şerri tercih edemez. Bu ince nokta Cenab-ı Hakk’ın yaratma sisteminin daima hayrı sonuç verecek şekilde olduğunu gösterir. O, mutlak ilmiyle en hayırlı ihtimali bilir. Mutlak İrade ve İhtiyarı ile daima hayrı sever, seçer ve ister. Fakat bazen imtihan sırrı gereği “ razı    olmasa ” da şerri seçer, tercih eder ve yaratır. Fakat Onun seçimlerinde geri dönme olmaz; çünkü mutlak ilme dayanır. İnsanlarda ise geri dönme olur. Bu manada insan iradesi ihtimaller arasında sarkaç gibi gider, gelir. Bunun sebebi bilgisizlik, duygularını kontrol edememek, ihtiyaç ve heveslerinin önüne geçememektir. İrade güçlendikçe, bilgi arttıkça insanın seçimlerinde de yanılma ve geri dönme sayısı azalmaya başlar. Bu durum gösterir ki ilim ve irade sonsuzlaştıkça, her tercih hayır, her karar isabetli ve geri dönülmez bir seviye kazanır.

Kulda illet-i tâmme tam tahakkuk etmediği için, çeşitli ihtimaller ve şıklar arasında biz tercihlerde bulunuyoruz. Bazen karar veriyoruz, sonra vehim, korku ve saire gerekçeye o kesin karardan dönüyoruz. İmtihanımız bu manada çeşitli gerekçelerle irademizi hayırdan yana kullanıp kullanamamada… İşte bu noktada tefekkür ve ilim çok kıymetli oluyor. İlim bizi bir kalıba sokuyor; irademizi besleyen kaynak oluyor. Bize ihtimalleri elemede, zarar ve yararlarını fark etmede bir göz oluyor, nur veriyor. Ondan sonra doğru şık belirmeye başlıyor. Aynı İlahî İlim ve İrade arasındaki ilişki gibi… Takva da, duyguların ve nefsin etkisini kırıyor.  Bu durumda hak ve hayır ayan-beyan oluyor.

Eğer desen: Tercih bilâ müreccih muhaldir. Halbuki, o emr-i itibarî dediğimiz kisb-i insanî, bazan yapmak ve bazan yapmamak, eğer mûcip bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâ müreccih lâzım gelir. Şu ise, usul-ü kelâmiyenin en mühim bir esasını hedmeder.

Elcevap: Tereccuh bilâ müreccih muhaldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhaniyet muhaldir. Yoksa, tercih bilâ müreccih caizdir ve vâkidir. İrade bir sıfattır; onun şe’ni böyle bir işi görmektir.

Bu kısımda bizim irademizle bir konuda yapacağımız tercihlerin işleme sistematiğini Bediüzzaman veriyor. Biz, bir konuda 5 ihtimal varsa, çeşitli gerekçeler ile bir tanesini diğerine üstün tutarız. Burada üstün tutan ve tercih eden biziz. Bu manada hakikatte 3. şık daha iyi iken, biz gerek bilgisizliğimiz, gerek öngörü azlığı, gerek nefsin hevesleri ve hırsı, gerek gelecek endişesi gibi sebeplerle 5. ihtimali seçeriz. İşte Bediüzzaman buna “ tercih bilâ müreccih ” ( bir şıkkı diğer şıkka üstün tutturucu gerçek bir sebep olmadan öbür şıkkkı diğer iyi şıktan üstün tutma ve tercih etme ) diyor. Bizler, şıklar ve ihtimaller arasında, tercih yaparız. Bu manada ilmin takdir ettiği ve gösterdiği ihtimalleri irade sıfatı, seçer; kudret ise yaratır. Bu noktada, ilim, irade sıfatı karşısında pasif ve edilgendir. İlmin gösterdiği ihtimaller kendi kendine üstün gelip, tercih edici bir sebep olmadan iradeyi zorlayamazlar veya kaderde yazılı ihtimaller, irade ve kudreti baskı altına alarak vücud âlemine gelemezler. Bu duruma kelam ilminde “ tereccüh bilâ müreccih ” ( tercih edici bir sebep yok iken iki ihtimalden birinin vücud âlemine gelme noktasında öne geçmesi )  denilir.

Bu mana iyi anlaşılırsa, vücud âlemine gelebilme noktasında her şey bir olasılıktır; gelmesi ve gelmemesi eşit ihtimaldir. Bir irade sahibi, onlardan birini seçip vâcipleştirmeden vücuda gelemez. İlim, yaratmada temel sıfatlardan biridir. Fakat yaratıcı asıl unsur, İrade’dir. İsterse yaratır, istemezse yaratmaz. Her çekirdek bir ağaç programını ilim bazında içeriyor. Fakat bütün çekirdekler değil bazı çekirdekler ağaç oluyor. Çünkü İrade ve Hikmet öyle ister. Ki hikmet temelinde iradeye dayanır. Evet irade sıfatı, mutlak hürdür. Hz. Peygamber’in (ASM) sözüyle “ Mâşâallâhu kâne vemâ lem yeşe’ lem yekün ” ( Allah’ın dilediği olur ve oluşur; Onun dilemediği olamaz ve oluşamaz. )[6] Cevşenü’l-Kebir duasında bir bölüm, Allah’ın meşietine          ( dileme ) vasfına ayrılmıştır. Hz. Peygamber (ASM) o bölümde İrade-i İlahiye’nin mutlak hür olduğunu şöyle işler:

Yâ Men yahlüku ma yeşâu

Yâ Men yef’alü ma yeşâu

Yâ Men yehdi men yeşâu

Yâ Men yudillü men yeşâu

Yâ Men yağfiru limen yeşâu

Yâ Men yü’azzibü men yeşâu

Ya Men yetûbü alâ men yeşâu

Yâ Men yüsavviru fı’l-erhâmi keyfe yeşâu

Yâ Men yezîdü fi’l-halki mâ yeşâu

Yâ Men yahtassu bi rahmetihî men yeşâu

Sübhâneke yâ lâ ilahe illâ ente’l-emâ-ne’l-emâne neccinâ mine’n-nâr.

  1. Bab olan bu bölümün kısa meali şu şekilde:

Ey dilediğini yaratan,

Ey dilediğini yapan,

Ey dilediğine hidayet eden,

Ey dilediğini saptıran,

Ey dilediğini bağışlayan,

Ey dilediğine azap eden,

Ey dilediğinin tevbesini kabul eden,

Ey anne rahimlerindeki yavruları dilediği gibi şekillendiren,

Ey yarattıklarında ve hilkatte dilediği şeyi ziyâde kılan,

Ey rahmetini dilediğine tahsis eden,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin, Senden başka İlah yok ki bize imdat etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

İlahi İrade’nin mutlak hür olması bir hakikat olmakla beraber, bu bölümde Said Nursi biz insanların iradesinin de göreceli manada hür olduğunu, hatta kendi hakkımızda şer olacak bir ihtimali dahi seçebileceğimizi işleme sistemiyle gösteriyor. Cahillik, aklını kullanmama, hesap edememe, baskılar, hevesler, arzular, ihtiyaçlar, endişeler, korkular, beklentiler v.s. sayısız sebep bizim irademizi esnetiyor; hayır ve şer arasında dalgalandırıyor.

Eğer desen: Madem katli halk eden Haktır. Niçin bana kàtil denilir?

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fail, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kàtil ünvanını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. Mes’uliyeti işmam eden birşey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

Burası dil bilgisi ile ilgili bir izah… Türkçe üzerinden meseleyi ifade etmek istiyorum. Bazı kelimeler, bir nesnenin sıfatına dayanarak yapılır. Mesela ayağında aksama özelliği olana, “ topal ” deriz. Bazı kelimeler ise, yapılan bir fiile dayanır. Mesela bir yerde bekleyerek oranın güvenliğini sağlayan kişiye “ bekçi ” diyoruz. Bu manada dildeki birçok kelime fiilden türetilir. Mesela yazar, oyuncu, çiftçi gibi… Kelime türetme ilmine Arapça’da “ ilm-i sarf ” denilir.

Fiilin olduğu yerde fiilden etkilenen nesne ve kişi de olur. O fiil, o kişi ve nesnede bir iz bırakır. Mesela “ bıçaklama ” fiilinde, bıçaklayan kişi var, bıçak var, bıçaklama fiili var; bir de bıçak darbesiyle bıçaklanan kişi var. Bıçaklama fiili, “ masdar ” oluyor. “ Hâsıl-ı bi’l-masdar ”, ölüm oluyor. Yani bıçaklamanın sonucunda meydana gelen olay… Yaralama da buna dâhil… Ölüm, sabit bir hal… Buna “ emr-i sâbit ” deniliyor. İsm-i fâil, fiilden türetilen isim demek… İşte bıçaklama fiilinde bıçaklanan kişinin üzerinde bıçak bir iz bırakır. Bu iz, eğer öldürücü bir yer değilse, yara izi olarak kalır; fakat kalp ve boyun gibi öldürücü bir yere darbe alırsa o kişi ölebilir. Şimdi burada bıçaklama fiili, öldürmeye döndü. Hakikat noktasında bir kişinin diğer kişiyi öldürme hakkı yoktur. Nefsi müdafaa yaparken öldürürse veya savaş meydanında öldürürse ayrı mesele… Zaten hukuk bilimi burada adamı suçlu bulmaz. Aksi takdirde kan davaları çıkar. Bu manada bir cinayeti, ancak devlet cezalandırabilir. Şimdi bu vakada, bıçaklama fiili adamın ölümüne yol açtı. Burada katil kim?

Bıçaklama olayı olmasaydı, bıçaklamayı yapan kişiye bir suçlama olabilir miydi? Hayır. Çünkü iradesini bu yönde kullanıp birine bıçak saplamadı. Ölüm hakikati, bir kanundur. Şartlarını bulunca, bıçaklamada da meydana gelir, kurşun sıkmada da, kalp krizinde de ve sairede de meydana gelebilir. Bu vakada, bıçakla vurmayı irade eden kişi, ölmesini istediğini gösterir şekilde maktülün öldürücü bölgelerine vuruyor. Adam da ölüyor. Katil kelimesi Arapça’da, haksız yere bir kişiyi öldüren demek… Mümit ise, öldüren demek… Bütün ölümleri Allah yaratır. Hayatı veren O olduğu için hayatı almada da tek hak sahibi Odur. Bu manada Allah’a, “ Mümit ” denilir fakat katil denilemez. İradesini kötüye kullanıp başkasını haksız şekilde öldürmeye teşebbüs eden kişiye “ katil ” denilir. Diyemeyiz: “ Adamın vadesi dolmuş. Öleceği varmış. Ben bıçağı vurmasaydım da adam ölecekti. Adamın ölümü kesin olduğu için ben katil olamam, olmamam lazım. Öldüren kimse, katil odur. ” Evet bunu diyemeyiz. Bu Cebriye mantığı… Bu durumda dünyada düzen kalmazdı. Hırsızlar, hırsızlığında; zâniler, zinalarında mazur olurlardı. Çünkü onlar yazılmış şeyi mecburen uyguluyor olacaklardı. Oysa kader, onların iradeleriyle tercih edebilecekleri şeyleri yazıyor, sonra da kul o ihtimali vakti gelince tercih ediyor “ Yarat Allah’ım! Çok istiyorum ” diyor. Allah da “ Mes’uliyeti sana ait olmak kaydıyla yaratıyorum ” diyerek o menfi hadiseyi yaratıyor fakat yaratılış sistemi içinde onu hayırlara dönüştürüyor.

Bu noktada, ölüye bakarak; “ Bunu biri öldürmüş. O halde onu öldüren katildir ” demek bir iddiadır. Çünkü ölüm, bir sonuçtur. Tıpkı helva gibi… Her sonucun ise bir sebebi vardır. O kişi eğer, bıçakladığı kişiye birisi o an saldırsaydı ve kalkıp onu savunmaya çalışıp diğer adamı bıçağıyla yaralayıp onu kurtarsaydı, bıçak ona bela değil kahramanlık vesilesi olurdu. İlk durumda katlettiği adamın nefretini kazanmışken; işlediği cürümle kaçak bir hale girebilecekken; saklanmayı ve gizlenmeyi isterken ikinci durumda sevgiyi hak eder. Halktan kaçmak değil bilakis görünmeye çalışır ve takdir edilmeyi ister. Demek fiilin, tatlı ve acı sonuçları var. İlkinde cezayı kendine layık görmeyen, ikincide de mükâfâtı layık görmemeli.   “ Adamın vadesi dolmamış. Zaten kurtulacakmış. Ben olmasam da adam kurtulurdu ” der miyiz? Hayır. O halde insan, işlediği fiillerine göre unvan alır. İlim elde ederse “ âlim ”, zulmederse “ zâlim ” ünvanını alır. Ebedî Cennet’e girmenin yolu Mü’min, Müslim ve Muhsin isimlerini, iman-islam-ihsan fiilleriyle, müttaki-ârif-âbid-zâhid-câhid-şâhid ünvanlarını takva-irfan-ibadet-zühd-cihad ve şuhud fiilleriyle elde etmeye çalışmakladır. Burada da İrade vasfımız her şeyin temelidir.

[1] Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.

[2] Sözler, 29. Söz, 2. Maksad, 2. Esas, 5. Medar.

[3] Said Nursi, Talikat.

[4] Talak suresi, 2-3.

[5] Tirmizi, Kıyamet 51, (2502).

[6] İmam-ı Azam Ebu Hanife, Risaleler, Oğlu Hammad’a Öğütler, Ebu’d-Derda’dan (ra) rivayeten…

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: