İnsanlık Huzur İstıyorsa Zekât Köprüsünden Geçmeli

Mehmet Abidin KARTAL

Köprü kültürel, toplumsal ve sosyolojik tanımlama olarak ortak bir bağ kurma inancını da taşımaktadır. Zekât “köprü kurmaktır”, gönül köprüsü zekâttan geçer. Zekât, fakirleri ve zenginleri birbirine yaklaştıran, kaynaştıran, toplumda sosyal barışı, ekonomik adaleti sağlayan köprüdür.

Cenab-ı Hak “Namazı hakkıyla eda edin, zekâtı verin ve peygambere itaat edin ki mer­hamet olunasınız”[1]  derken kurtuluşumuzun şifresini veriyor. Kâinatın Efendisi (asm) “Zekât İslâm’ın kantarasıdır (köprüsüdür)” buyurmaktadır. “Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi zekât da İslam’ın kantarası yâni köprüsüdür. Demek, biri dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar.”[2]

Gönül köprüleri kurmak için zekât köprüsünden geç­mek gerekiyor. Sırat köprüsünden geçmek mi istiyorsunuz, gönül köprüleri kurun, zekât köprüsünden geçin.

Namaz ve Zekât

İslam’da Kur’an ve sünnete uygun olduğu sürece ibadet hükmüne geçmeyen he­men hemen hiçbir davranış yok gibidir. Yeme, içme, uyuma ve konuşma gibi günlük basit hareketlere kadar bile durum böyledir. Namaz ve zekât en büyük ibadetlerden­dir. İbadet, manası çok geniş olan bir kavramdır. Bediüzzaman ibadeti şöyle tanımla­mıştır:

“Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren ancak iba­dettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, alem-i İslam’ın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir. Ve kezâ ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlata vasıtadır ve Halık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.”[3]

Burada göze çarpan en önemli nokta ibadetin insanın olgunlaşmasına sağladığı katkıdır. Bu tür ibadetlerin en başta gelenleri ise şüphesiz ki namaz ve zekâttır.

Kur’ân’da müminlerin sıfatlarından bahsedilirken en çok namaz ve zekât gibi sos­yal içerikli ibadetler üzerinde durulmaktadır. Örneğin Mü’minun ve Meâric surelerin­de mü’minlerden söz edilirken en çok onların şu özelliklerine vurgu yapılmaktadır: O müminler namazlarında huşu içindedir, namazlarını korur ve namazlarına devam eder, zekâtı verir yahut zekât vermek için çalışır, ırzlarını korur, boş şeylerden yüz çevirir, emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.[4]

Namaz bütün insanları değil sadece iman edenleri ilgilendiren bir ibadettir. Na­maz insanın günlük işlerini düzene koyduğu ve hayatı planlı ve programlı yaşamayı öğrettiği gibi, insanı kötülükler ve çirkin işler yapmaktan da korur. Namaz insanı doğ­ru ve güvenilir bir kişi yapar. Namazla namaz kılan kişinin kişiliği arasında doğrusal bir ilişki bulunması gerekirken gerçek hayatta bunun aksi durumlarla da karşılaşılır. Bu durum namaz kılan kişinin namazdan hakkıyla nasibini almadığını gösterir.

Namaz Allah’ı anmak, her türlü ahlaksızlık ve kötülüklerden arınmak için kılınır. Kılınan namaz bu özellikleri sağlamayıp kişinin yalan konuşma, faiz yeme, harama bakma, zina yapma, yetim ve kul hakkı yeme, Müslüman kardeşi öldürülürken seyirci kalma ve Müslüman’ın yerine münafığı, kâfiri dost edinmesine mani olamıyorsa o na­maz ibadet olmaktan çıkar ve insanı Allah’a yaklaştıracağı yerde O’ndan uzaklaştırır.

Bu kişilerin namazı için Allah “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar namazların­dan gafildirler, onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar”[5] buyurmaktadır.

Zekât genellikle mal ve servetle ilgili olduğu için çoğu zaman ekonomik mesele­lerle birlikte gündeme gelmektedir. Bu yüzden zekâta genellikle iktisadî bir kavram gözüyle bakılmaktadır. İslamî literatürde de durum böyledir. Oysa zekât iktisadî bir kavram olduğu kadar toplumsal bir kavramdır da. Ayrıca zekât sadece toplumun bir kurumu olan ekonomi ile değil toplumun bütünüyle alakalı olan bir kavramdır.[6]

İslamiyet hayatın her yönüyle alakalı olduğu için temelde insanın bu dünyadaki ferdî ve toplumsal hayatı ile ahiret hayatının mutluluğunu esas alır. Bunun için or­taya koyduğu ve insanlığa sunduğu bütün ilkeleri bu amaç doğrultusunda olmuştur. İslamiyet’e ait hiçbir kurum ya da kavramın insanın tahakküm altına almasına izin verilmemiştir. Dolayısıyla zekât gibi sosyal hayatı düzenlemeye yönelik kurumlara bu gözle bakmak gerekir.

Her bir kurumu ayakta tutan insandır. Bütün hukukî düzenlemeler insan eseri ol­duğu gibi kurumlarda değişik pozisyonlarda çalışan ve iş görenler de yine insandır. Bundan anlaşılıyor ki toplumsal kalkınma içinde yer alan her bir kurum ve o kurumun gelişimi insan faktörüyle doğrudan alakalıdır. Dolayısıyla sosyal kalkınma için öyle bir vasıtaya ihtiyaç var ki hem insanın çalıştığı kurum veya iş gördüğü alanla ilgili olsun hem de insanı etkileyen ve insana bir sorumluluk bilinci yükleyen bir özelliğe sahip olsun. İşte zekâtın ayırt edici özelliği burada ortaya çıkmaktadır. Denilmiştir ki her şe­yin zekâtı vardır. Örneğin malın zekâtı olduğu gibi ilmin, vücudun, güzelliğin vb. şeyle­rin de zekâtı vardır. Bediüzzaman da zekâtın sadece mal ve parayla sınırlı olmadığını aynı zamanda ilim, fikir, kuvvet, amel ve nasihat gibi şeyleri de içerdiğini belirtmekte­dir.[7]

Bu açıdan bakıldığında aslında toplumda zekâtla mükellef olmayan hiç kimsenin bulunmadığı açığa çıkmaktadır. Zekât doğrudan vermekle alakalı olduğu için her in­sanın bir başkasına vereceği mutlaka bir şey vardır. Belki her bir insan toplumsal bir varlık olmasının icabı olarak bir başkasına bir şeyler vermekle yükümlüdür.

İslamiyet’te kişinin ahlakî olgunluğu esas olduğu için İslamiyet’e ait her bir kuru­mun da ahlakî özelliği vardır. Toplumda bir yönüyle bir sosyal güvenlik mekanizması olarak işlev gören zekât da esasında toplum içindeki konumu ve statüsü ne olursa ol­sun (zengin-yoksul, kadın-erkek, bilgili-cahil, avam-havas vb.), insanın ahlaklı bir kişi olmasını amaç edinir. Örneğin zengin bir kişiyi malından infak etmeye çağırarak onu hırs, açgözlülük ve aşırı isteklerden kurtarmaya çalışır. Keza yoksul bir kişiyi çalışma­ya ve kanaatli davranmaya davet ederek onu tembellik ve zillet içinde yaşamaktan kurtarır. Keza bilgili birisini bildiğiyle amel etmeye ve bilgisini başkalarıyla paylaşma­ya teşvik ederek onu bencillik ve gurur gibi kötü hasletlerden arındırmak ister. [8]

Ahlakî açıdan meseleye yaklaşan Bediüzzaman da aynı hakikati dile getirmiştir. Ona göre yeryüzünde görülen bütün ahlâksızlıkların kaynağı insanların birbirlerine olan duyarsızlığıdır: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!” Yine ona göre yeryüzündeki bütün karışıklıkların ve ihtilallerin kaynağı da kolay yol­dan veya çalışmadan kazanç elde etme isteğidir: “Sen çalış, ben yiyeyim.” Ya da doy­mak bilmeyen hırslar insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi: “Sen zahmetle içinde yorul ki ben rahat edeyim.” Bediüzzaman’a göre bu iki anlayışı devam ettiren de zekâtın toplumda genel bir kanun hükmünde işlememesi ve faizin serbest olmasıdır. Çözümü zekâtın farz kılınması ve faizin yasaklanmasında bulan Bediüzzaman insanlığın bu dünyadaki mutluluğu ve bekâsını da zekâta bağlamakta­dır. İlgili cümle şudur:

“Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saa­det-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk zekâttır.”[9]

Ekonomik ve Sosyal Krizlerin Adı: Kapitalizm

Birkaç asırdır dünyaya hâkim olan kapitalist ekonominin en kötü tarafı ahlakî il­kelerden yoksun olmasıdır. İnsanlığa mutluluk ve insana huzur getiremeyişinin en önemli nedeni budur. Kapitalist ekonomi bir üretim ekonomisi olduğu kadar bir tü­ketim ve israf ekonomisidir. Üreten kesimi hırs ve açgözlülükle doymaz bir hayvan derecesine indirgemiş, tüketen kesimi de israfa ve savurganlığa teşvik ederek ma­neviyattan yoksun tek boyutlu bir varlığı dönüştürmüştür. Bu durum hem kapitalist ekonomiyi periyodik krizlerle karşı karşıya getirmiş hem de ekonominin iki tarafında yer alan üreten ve tüketen kesimleri mutsuz bir hayatı yaşamak zorunda bırakmıştır.

Kapitalist ekonominin öncülerinden Adam Smith “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” sözünü serbest teşebbüsü cesaretlendirmek için söylemiştir. Fakat bu ser­bestlik “hırs”ın tuzağına düştüğü her fırsatta “bırakınız soysunlar”a dönüşmüştür.

Kapitalizmin yol açtığı krizler kontrolsüz hırsın kaçınılmaz sonucu olarak yaşanmış ve yaşanıyor.[10]

Kapitalist ekonominin temeli faize dayanır. Faizin olumsuz sonuçları fert planın­dan devletler arası ilişkilere varıncaya kadar her yerde görülür. Fertleri ahlaksız ve hazırcı yapan faiz, elinde imkanı olmayan fakirleri de isyancı ve anarşist bir mizaca sahip kılar. Ferdî sahadaki bu tesir merhaleler halinde hayatın diğer sahalarına intikal eder. Böylece meşru kazanç yolları tıkanmaya yüz tutarken ekonomik hayatta buhran­lar baş gösterir. Üretimde elde edilen kazancın büyük kısmı alınan borçları faizleriyle birlikte ödemek için harcanır. Böylece fertlerden devletlere kadar ekonomik bağımlı­lık hadiseleri ortaya çıkar.

Avrupa devletleri bilhassa 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında kendi top­lumları içerisinde avam tabakasından aldıklarının yanında diğer dünya devletlerinin de paylaşma sahasına giriyorlardı. Faiz esası üzerine kurulu medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip kötülükleri güzelliklerine üstün gelmekle Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşta medeniyet –yine Bediüzzaman’ın tespitiyle– “Kurûn-u ûlânın mecmu-u vahşetini bu medeniyet bir defada kustu.”[11]

Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nda paylaşılması için kavga edilen Osmanlı İmpara­torluğu savaştan çok daha önceleri ekonomik yapısını kemiren faizle çökertilmiş ve Düyun-u Umumiye ile teslim alınmış durumdaydı.

Bediüzzaman Birinci Dünya Savaşı sonlarında kaleme aldığı bir eserinde faiz (riba) hakkında “Kur’ân’ın adaleti bâb-ı âlemde durup ribaya der: ‘Yasaktır, girmeye hakkın yoktur.’ Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini yeme­den, dinlemeli” [12] diyordu.

İnsanlık acaba bu emri dinledi mi? 1929 Dünya İktisadî Buhranı insanların Kur’ân’ın bu emrini dinlemediğini gösteriyordu. Bütün dünyanın o tarihe kadar geçir­diği en büyük sekte olan 1929 Buhranı’nda piyasalar batıyor, fabrikalar kapanıyordu. İşsizlik Almanya’da 1930’da yüzde 22’ye, 1931’de yüzde 33’e, 1932’de yüzde 43’e fır­larken aynı dönemde İngiltere’de faal nüfusun yüzde 22’si işsiz duruma düşüyordu. ABD’de işsiz sayısı 15 milyona fırlamıştı. 24 Ekim 1929’da Wall Street Borsası çök­müştü. Bankalar iflasa yaklaşmıştı. 19. asır sermayedarlarının tipik temsilcisi olan Ro­thschild’lerin Kreditanstalt Bankası ilk iflas eden banka oluyor ve onu diğerleri takip ediyordu. Millî ve beynelmilel ticaret durma noktasına gelmişti.[13]

John Maynard Keynes bu buhranın en mühim müsebbibi olarak faizi görecekti. Bu buhran vasatında bir taraftan tatbikat sahasını genişleten sosyalizm diğer yandan devlet şeklinde teşkilatlanarak ortaya çıkan faşizm ve nasyonal sosyalizm –ki her biri kapitalist sisteme alternatif olma iddiasındaydılar– iktisadî bağımsızlığın daha güçlü bir şekilde sağlanması lüzumunu hissederek millî sınırları genişletme gayretine giri­yorlardı. Bu da İkinci Dünya Savaşı’nı netice veriyordu.

İkinci Dünya Savaşı’nda 50 milyon kişi can verirken yüz milyonlarca kişi yaralandı, sakat, dul, öksüz veya yetim kaldı. Şehirler, köyler ve sanayi merkezleri imha ve tahrip edildi. Bu savaş Kur’ân’ın faizin yasak olduğu mealindeki emrine uymamanın ikinci ve daha müthiş bir tokadı demekti.

Beşer Kur’an’ın faiz yasaklayıcı emrini dinlememeye devam ediyor. Sonuç olarak tokat yemeye de devam ediyor. Bu tokatlar bazen kendini ekonomik, finansal ve sos­yal krizler, savaşlar, terörizm şeklinde kendini gösteriyor. 2008 finansal ve ekonomik krizinde dünya bir tokat daha yedi ve bu tokadın tesirleri hala devam ediyor.

Faize dayalı beşerî sistemler teknoloji, bilim ve sanatta yükseldikçe aç gözlülükle­ri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttırdı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. İnsanların sofralarındaki ek­meği çaldılar. Sonuç ise insanlar huzursuz, toplumlar da huzursuz.

Bu itibarla dünya hayatında huzur ve sükûn isteyen insanlar bunun için faize karşı mücadele etmek zorundadır. Esasen faiz medeniyet seviyesiyle çok yakından alakalı bir hadisedir. Ahlâken alçalmış, sosyal yardımlaşma ruhu inkişaf etmemiş ve kardeşçe yaşama anlayışına henüz erememiş toplumlar faizden kurtulamaz. Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın bu hususta söyledikleri dikkat çekicidir:

“Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamayacağı hissi çoğalmaya ve faizin meşru­iyetine çare aranmaya başlandı mı, orada alçalma ve cahiliye devrine dönüş başla­mıştır. Bugünkü beşeriyetin faizden kurtulabilmesi ciddî bir sosyal ıslahata bağlıdır. Fakirlik azalıp toplum hayatı ilerledikçe faizler düşecek ve bir gün gelip kalkacaktır. Fakat faiz devam ettikçe de servetler inhisardan kurtulamayacak, fakirlik azalmaya­caktır. Umumî nokta-i nazardan bugünün dünyasında faizin kaldırılması bir fikir ola­rak düşünülmeye başlanmış ise de, mevcut temayüller sadece faizlerin düşürülmesi üzerinde dolaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz tahakkuk ettiremediği bu emel, Allah tarafından İslâm cemiyetinde tahakkuk etmişti. Demek ki, Kur’ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki beşeriyete dahi, en yüksek bir tekâmülün ilhamını bahşedecek bir ki­tab-ı mübîn, bir İlâhî kanundur.”[14]

Sosyal ve Ekonomik Adaletin Kaynağı: Zekât

Krizlerin aşırı kâr kaygısından kaynaklandığını düşünen Nobel ödüllü Fransız aka­demisyen Prof. Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli eseri Batı’nın yerleşik ekonomik yargıları hakkında ezber bozan önemli tespit ve ikazlar içeriyor. Hakkında­ki değerlendirmelere bakılırsa bu eser hırs ve hevesleri kışkırtan Batı sistemini hem sorguluyor hem de eleştiriyor. Fransız akademisyen kitabında şu tespitlerde bulunu­yor:

  • Batı ekonomisi “Kâr nasıl artar” arayışına dayanır.
  • Ekonomi büyüyor, fakat gelir, orantısız şekilde zengin tabakaya gidiyor. O derece ki nüfusun yüzde1’i servetin yüzde 50’sini alıyor.
  • Sefalet ve adaletsizlik doymak bilmeyen “kâr” iştahından kaynaklanıyor.
  • Büyük sermaye büyüyen ekonomiden kendisine düşen “arslan payı”na el koy­makla yetinmiyor; gelirlerini daha da artırmak için dar ve orta gelirli kesimleri kapa­sitelerinin çok üstünde borç altına sokuyor. Gelire uygun olmayan yüksek miktarlı bu kredi borçları ödenemeyince iflaslar başlıyor ve bankalar batıyor. ABD merkezli 2008 krizi bu ortamda kaçınılmaz hale geliyor.

Bu dramatik sonucu gözleyen Prof. Piketty Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli eserinde ekonominin “kâr” değil “adil gelir dağılımı” odaklı düzenlenmesini öngörü­yor. Gelir dağılımındaki uçurumu ortadan kaldırmak için dar gelirli kesimlere gelir transferi zaruretinden bahsediyor. Gerekli gördüğü en acil tedbir ise zengin çevrenin elindeki büyük servete “ek vergi” konmasıdır. Böylece zenginlerin servetine sosyal adalet amaçlı bir sorumluluk yüklenecek ve tüketim gücü zayıf kesimlere “kaynak” aktarılacaktır. Gelir dağılımındaki dengesizliği gidermek için bu akademisyenin bir şans yakaladığı, Fransa başbakanına danışmanlık yaparak düşüncelerini hayata geçir­me fırsatı bulduğu ve bu yönde kanunlar çıkarttığı ifade ediliyor.

Gelir dağılımında sosyal adalet öngörüsü elbette dikkate alınmalıdır. Faiz oran­larıyla oynayarak parasal düzenlemelere hasredilmiş arayışlar yaşanan krize çözüm

olmadı ve olmuyor. Aksine yeni bir krizin gelmekte olduğu son zamanlarda sıklıkla seslendiriliyor. Gelir dağılımında sefalete varan bozukluk sosyal adalet odaklı tedbir­leri gerektiriyor.

Ekonomide katma değeri üreten emektir. Sermayeyi büyüten de emektir. Bunun içindir ki Fransız akademisyen çareyi emek-sermaye ilişkisinde makul dengenin gö­zetilmesinde arıyor. Emeğiyle geçinen dar gelirli çevrelere zenginlerden alınan ek vergiyle kaynak transfer edilerek kitlelerin geçim sıkıntısına bir ölçüde çözüm bulu­nabileceğini savunuyor.

İşte burada “İnsan, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister” diyen Bediüzzaman’ın insan odaklı öngörülerini gündeme getirmenin tam vaktidir. Bediüz­zaman 1921’de Lemaat adıyla yazdığı bir eserinde dünyada en önemli sosyal proble­min ne olduğu sorusuna cevap olarak “Say’in sermaye ile mücadelesidir” diyordu.[15]

Hatta yeni yaşanmış 1917 Ekim Devrimi’ni de dikkate alarak emek-sermaye arasın­daki mücadelenin çözüm üretilememesi halinde “ihtilal” boyutlarında bir insanlık krizine dönüşeceğini söylüyordu. Emek-sermeye arasındaki ilişkide Kur’an’ın eme­ği üstün tutan ayetinden hareketle “Sa’y asıl esastır” diyerek tercihini emekten yana yapıyordu. Hatta “Servet-i insaniye zalim ellerde toplanmaz” diyerek servetin “tahak­küm” aracı yapılmasının sakıncalarını işaret ediyordu.

Emek-sermaye çatışmasına son vermek için “Acaba ikisini barıştırmak çaresi yok mudur?” sorusuna iki şıklı cevap veriyordu: Birinci şart olarak İslam’ın etkin bir sos­yal adalet kurumu olan “zekât”ı gündeme getiriyor ve ona evrensel bir çözüm mis­yonu yüklüyordu. Faizin yani “riba”nın yasaklanmasını da ikinci etkili çözüm olarak görüyordu. Hatta bu cevabının devamında “Şu ribâ taşını altından çeksen, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir”[16]  öngörüsünde bulunuyordu. Kişi ve kurumlar hatta bir­çok ülke maliyesinin faiz yükü sebebiyle nasıl batağa saplandığı, birçok devlette kamu maliyesinin iflas ettiği taze örnekleriyle düşünüldüğünde bu sözlerin anlamı ve önemi daha iyi kavranacaktır.

Burada dikkat çekilmesi gereken husus Fransız ilim adamının “ek vergi” yoluyla servete yüklediği hukukî sorumluluk ile Bediüzzaman’ın “zekât” yoluyla servete yük­lediği sorumluluk aynı sonucu yani gelir adaletini amaçlamaktadır. Fransız akademis­yen kendi kültüründe servete sosyal sorumluluk yükleyen “zekât” gibi bir kavram ve kurum olmadığı ve bilmediği için çareyi iktidar gücünün formel ve yasal düzenleme­sinde aramaktadır.

Nobel ödüllü bu akademisyen başta olmak üzere gelir dağılım adaletsizliğinden kaynaklanan sefalete gerçekçi ve kalıcı bir çözüm düşünülüyorsa herkes Bediüzza­man’ın şu sözünü mutlaka dikkate almalıdır:

“Desatir-i hikmet nevamis-i hükûmetle; kavanîn-i hak revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz.”[17]

Yani iktidarların çıkardığı yasalar ilmin, hikmetin ve fıtratın öngörülerine uygun olmazsa ve müeyyide ile uygulanma gücüne sahip kılınmazsa etkili olamaz. Hukukî düzenlemelerin olumlu sonuç vermesi hikmete uygunluğu yanında toplumun manen gönüllü katılımına ve rıza-i kabulüne bağlıdır.

Fransız akademisyenin gelir dağılımında adaleti sağlamak için siyasî otori­tenin servet üzerinde kanunla “ek vergi” getirme öngörüsü hukukî boyutlu tek­lif olmakla beraber, bir iman esası ve dinî mükellefiyet olan “zekât”ın servete yüklediği sosyal, ekonomik ve manevi müeyyide boyutuyla kıyaslandığında oldukça yü­zeysel, cılız bir çözüm teklifidir. Servete kanun yoluyla “ek vergi” salınması teklifini hiç düşünülmemiş ve bilinmedik bir formül gibi heyecanla karşılayan Batı kamuoyunun bu tutumuyla ne kadar çaresizlik içinde olduğu çok açık görülüyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dar gelirlilere “kaynak” transferi yoluyla kapa­tılması için “yardım köprüsü” kurulması elbette gereklidir. Sosyal yardımların kanun yoluyla hayata geçirilmesi şüphesiz bir çözümdür. Fakat gelir adaletini sağlamada kanun gücü tek başına yeterli ve etkili bir enstrüman değildir. Zekâtın bu konudaki farkına dikkat çeken Bediüzzaman “Zekât İslam’ın köprüsüdür” mealindeki hadisi bu bağlamda şu ifadelerle açıklıyor:

“Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır. Zira yardım vasıtası zekâttır. İnsanların heyet-i içtimaiyesinde intizam ve asa­yişi temin eden köprü, zekâttır. Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muavenet­ten doğar. İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.” [18]

Yukarıdaki ifadelere göre İslam’ın sosyal adalet amaçlı düzenlemesi sadece mad­dî müeyyide ile sınırlı değildir. Yardıma gönüllü bir katılım için şefkat ve merhamet temelinde insanî bir boyut mutlaka bulunmak gerekir. Mesnedini inançta bulan bir yardımlaşma öngörüsü kanunun amaçladığı “cebrî” müeyyideyi aşan, “rıza”ya dayalı bir tesire sahiptir. İki yardım öngörüsü arasındaki bu fark görmezden gelinemeyecek kadar belirleyici ve etkilidir. Bediüzzaman’ın “muavenet” kavramıyla inanç kökenli zekâta yüklediği rızaya dayalı müessiriyet insanlığın yaşadığı “isyan ve ihtilal fela­ketlerinin ilacıdır.” O, böyle bir yardımlaşmayı sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için gerekli görmektedir. “Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz’ etmeli, ribâyı kaldırmalı” sözü bunun açık göstergesidir. [19]

Sınıf çatışmalarının yo­ğunlukla yaşandığına ve bunun ihtilallere yol açtığına dikkat çekmekte ve çözümü de etkili olacağına inandığı tedbirlerin uygulamasında aramaktadır. İslam’ın beş te­mel şartından birisi olan zekât Bediüzzaman’ın nazarında sorun çözücü olarak özel bir önem taşımaktadır: “Eğer ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler”[20]

toplum süratle kalkınacaktır. Dikkat edilir­se Bediüzzaman bu ifadeleriyle sadece zenginleri (ağniya) mal varlıklarıyla toplumsal dayanışmaya davet etmekle yetinmiyor, aydın kesimlerin (ezkiya) de bilgi ve tecrübe­leriyle kalkınma çabalarına katkı yapmaya davet ediyor.

Batı sermayesi katma değeri üreten emeği her zaman otoritesi altında tutup yö­netmek istedi. Sermayenin sağladığı gücü emeği sömürmenin aracı olarak asırlarca kullandı. Emek-sermaye arasındaki kavga hep buradan beslendi. Yöntem değişse de sömürme realitesi değişmedi. Bediüzzaman insanların, “taht-el arz madenlerde” sağ­lıksız koşullarda, “kut-i lâyemut” yani ölmeyecek kadar bir ücretle boğaz tokluğuna çalıştırılarak emeğin sömürüldüğünü ve bunun 1789 Fransız İhtilal-i Kebiri’ne yol açtığını söyler.

Prof. Piketty’ye göre bu sömürünün son örneği 2008 krizinde yaşandı. Emeği ile geçinen insanları altından kalkamayacakları kadar borçlandırarak ellerindekini geri almak isteyen “hırs” bankalar eliyle soyguna dönüştü. Sonuç kâr hırsının sevkiyle ge­lir dengesinin aşırı bozulması ve kitlelerin fakirleşmesi oldu. Şimdi küçük bir azınlığın elindeki büyük servetten “ek vergi” ile pay almanın hesabı yapılıyor.

Toplumlardaki gelir adaletsizliğini “ek vergi” ile çözmek mümkün olsaydı ne bir ihtilal ve ne de bir kriz yaşanırdı. “Zalim ellerde toplan”mış “servet”in sadece arzî ve maddî şartlarda vergilendirilmesi gelir adaletsizliğine çözüm değildir. Gelir dağılı­mındaki problem insan kimliğinin yani fıtratın derinlerinde yatıyor. Yapılması gere­ken serveti zengin ve fakir tabakalar arasında rıza ile paylaşmayı ibadet haline getiren bir anlayışın benimsenmesidir. Bu ise zekât ve benzeri yardımlaşma vasıtalarıyla in­sanî boyutlu yardım “köprü”lerinin kurulmasına bağlıdır.”[21]

Yukarıdaki tespitler ve Prof. Piketty’nin Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital isimli ese­rinde ekonominin “kâr” değil “adil gelir dağılımı” odaklı [22] yaklaşımı toplumdaki sosyal ve ekonomik ilişkileri insanın fıtrî yapısına göre düzenleyen ve ahlakî ilkeleri içerisinde barındıran İslamiyet’teki zekât ve benzeri yardımlaşma kurumlarının uy­gulanmasını gündeme getirmektedir. Bu kurumların işlemesi için toplumun ille de dinî kurallarla yönetilmesi gerekmiyor. İnsanoğlu –en azından bu dünyadaki mutlulu­ğu için bile olsa– İslamiyet’in zekât, infak ve benzeri yardımlaşma kurumlarını gözden geçirmelidir.

Zekât İslam’ın köprüsüdür. İnsanlık huzur istiyorsa bu köprüden geçmelidir. Böy­lece açlık ve yoksulluk meselesi çözülür, savaşlar sona erer, farklı toplum kesimleri arasındaki nefret, kin, zulüm gibi olumsuz duygular ortadan kalkar. Bunların yerine de karşılıklı anlayış, şefkat, saygı gelir ve neticede toplum rahat ve huzura kavuşur. Dünyada küresel barış isteniyorsa küresel yardımlaşma uygulaması elzemdir. Söyle­diklerimizin uygulaması hayal değil. Beşeriyet için başka çare yok. Çünkü hakikî in­saniyet İslamiyet’tir. Kur’an bütün insanlığın tabakalarına hitap, problemlerine deva­dır. Dünya barışı için insanlık zekât köprüsünden geçmemekte ısrar ederse fakirlik, açlık, sefalet ve savaşlar, terörizm devam edecek. İnsanlık onarılmaz sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş naralarıyla hem güçlüler hem de güçsüzler, hem zenginler hem de fakirler korku ve endişe içinde hayatlarını yaşamak zorunda kalacaklardır. Adaletin, faziletin, haklının, yardımlaşmanın, dayanışmanın, refahın hakim olacağı, Yeni dünya düzeninde zekât dünya gündeminde olacaktır.

Kaynakça

  1. Açıkgöz, Reşat. “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Na­maz ve Zekât”. Köprü 109 (Kış 2010).
  2. Köprü 72 (Mart 1984).
  3. Mürsel, Safa. “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”. 16 Mayıs 2019 tarihinde eri­şildi. http://www.risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm
  4. Nursi, Bediüzzaman Said. İlk Dönem Eserleri. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  5. ____. Risale-i Nur Külliyatı. 1. İstanbul: Nesil Basım, 1996.
  6. ____. Risale-i Nur Külliyatı. 2. İstanbul: Nesil Basım, 1996.
  7. ____. Sözler. İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012.
  8. Piketty, Thomas. Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital. Trc., Hande Koçak. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014.
  9. Yazır, Elmalılı M. Hamdi. Hak Dini Kur’ân Dili. 2. İstanbul: 1960.

Not: Bu makale, Köprü dergisi• Sayı: 143 • Mayıs-Ağustos 2019 • ISSN: 1300-7785 • s. 97-108’de yayımlanmıştır.

[1] – Nur suresi 24/56.ayet

[2] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2 (İstanbul: Nesil Basım, 1996), s. 1173.

[3] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2,  s. 1215.

[4] – Mü’minûn suresi 23/1-11 ayetle; Meâric 70/22-35. ayetler

[5] -6 Maûn suresi 107/4-6.ayetler

[6] – Reşat Açıkgöz, “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Namaz ve Zekât”, Köprü 109 (Kış 2010).

[7] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, s. 1173.

[8] – Açıkgöz, “Bireysel Gelişmenin ve Toplumsal Kalkınmanın İki Kaynağı: Namaz ve Zekât”.

[9] – Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 1 (İstanbul: Nesil Basım, 1996), s. 475.

[10] – Safa Mürsel, “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”, 16 Mayıs 2019 tarihinde erişildi. http://www.risa­lehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[11] – Bediüzzaman Said Nursi, İlk Dönem Eserleri (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), 250.

[12] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 325.

[13] – Köprü 72 (Mart 1984): 11.

[14] – Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 2 (İstanbul: 1960), 955.

[15] – Nursi, İlk Dönem Eserleri,s.278.

[16] – Nursi, İlk Dönem Eserleri, s. 278.

[17] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, , c. 1,s. 572.

[18] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, s. 1173.

[19] – Bediüzzaman Said Nursi, Sözler (İstanbul: Söz Basım Yayın, 2012), s. 962.

[20] – Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. 2, 1951.

[21] – Safa Mürsel, “Prof. Piketty Bu ‘Köprü’den Geçmeli”, 16 Mayıs 2019 tarihinde erişildi. http://www. risalehaber.com/prof-piketty-bu-kopruden-gecmeli-16047yy.htm

[22] – Thomas Piketty, Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital, trc., Hande Koçak (İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2014), s.627.