İrade-i Cüziyyemizi Kullanarak Vücudumuzu Yönlendirelim

İnsanların anlayış ve kabiliyetleri, insanlar adedince farklı ise de, Âdem Aleyhisselamdan başlayarak kıyamete kadar İnanan ve inanmayanlardan oluşan iki gurup, devam etmektedir. “Biri Fırka-i Naciye” (Kurtuluşa eren gurup) denilen, Yaratana inanıp Onun emirlerinin karşısında boyun büküp, zorda olsa sonuna kadar o yolda devam eden guruptur. Bu gurup nefsin kötü isteklerinden, şeytandan ve iki ayaklı şeytanların teşviklerine kanmamak için hazır vaziyette durmak için Allahtan yardım dilemeğe devam eden guruptur.

Bu fırkaya bağlı olanlar, imanlarının kuvvetine göre farklılık gösterseler bile, sağlam imana sahip olanlar bütün hayatlarında istek ve arzularını tatmine teşebbüs ederken, Allah’tan izin var mı yok mu? Helal mı? Yoksa haram mı? Anlamak için, kafalarındaki akıllarına değil,  Allah tarafından, verilen bu vücut makinesini bozmamak için insanlara ihsan olarak gönderilen kanuna müracaat ederler. Çünkü, insanları mesut etmek için insanlara Peygamberimiz (a.s.m.) vasıtasıyla gönderilen O Kur’an-ı Kerimin elmas terazisi ile tartmak şart olduğunu bilirler. Yalnız yiyecek ve içecekleri değil, bütün ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken hiç felsefe yapıp fikir yürütmeden, o kanunun terazisinden geçirdikten sonra göz ve baş üstünde diyerek alırlar. Çünkü O Kanunu yapan Allah, insanları yoktan var etmiştir. Onların bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek nimetleri önlerine O serdiği için, O’na karşı  itaati, ana vazife bilirler. Hatta bütün hareketlerini ona göre yaparlar. Alış verişte nasıl davranılır, komşu, eş dost, ve akrabalara karşı nasıl bir tavır takınmak icap eder, evden çıkıp eve girerken, oturup ayağa dikilirken, yatağa yatıp yataktan kalkarken dini ölçüler nasıldır, hatta tuvalete nasıl girilip çıkıldığını. Tuvalete sol ayakla girip sağ ayakla çıkıldığının adabını dini kitaplardan öğrenirler. ve ölünceye kadar bütün yaşayışlarını.  Allah’ını memnun etmek için çaba sarf ederler, böylece dünya ve âhiretlerini cennet yapmaya çalışan bu gruba bağlı olan kimseler, mutlu fırkaya kendilerini dahil etmiş olurlar. Örnek verdiğim bu kimselerin davranışları, Allaha sağlam inanan, İslam kanunlarına sağlam bağlı olanların davranışlarıdır.

Öteki gurup olan: “Fırkai dalle” (Sapık gurup) denilen meşru yoldan sapmışların gurubuna bağlananlar kanun tanımayıp kafasına göre serbest yaşama arzusunda olan  gurubun fertlerinin hepsi aynı olmasa bile, onların çoğu nefsin kötü isteklerine uyan, kendi beğenip benliklerine  güvenen guruptur. Halbuki şairin dediğine bakarsak demişki: “Akila mizan olamaz, kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” Evet iyi ve akıllı olmak için kendimizi kusurlu göreceğiz. Halbuki bu fırkanın-grubun fertleri, hiçbir kayıt altına girmek istemezler. Hayatları boyunca nefsin isteklerini tatmine çalışırlar. Onlardan çoğu; ben keyfime göre yaşarım. Benim hürriyetime hiç kimsenin karışma hakkı yoktur. İstediğimi yaparım. Hoşuma giderse alırım gitmezse almam. istersem yaparım, istemezsem yapmam. Yemek, içmek, konuşmak gibi, hepisin de keyfime göre davranırım …

Bu yolda yürüyenin ölçüsü, şehvani duygularını tatminden geçer. Evet Allah’ın sıfatlarını tanımak maksadı ile, insana ölçü birimi olarak verilen, görme, işitme, düşünme, bilme ve dokunma gibi duyguları, kendine verilen azaları lazım olan yerlerde değil, kötü yerlerde kullanarak hislerini tatmin etmeğe çalışmakla hayatlarına devam edenlerdir. Onlar Allah’tan değil devletin kanunlarından korkarlar. Çünkü onlar yaptıkları hatalara karşı devletin kanunlarından alacakları peşin cezadan korkarlar. Kanundan gelen cezaya çarpılmama endişesi ile yaşarlar. Aman polise yakalanmayayım korkusu ile suç yapmaktan çekinirler.

Bunlar, dinlerine bağlı olan Müslüman’lara bakarak Allah’a ve Âhiret gününe inanmaya karşı kendilerinde bir acaba olsa bile, günahlarla kalplerini siyahlandırdıkları için ölümlerini çok uzak ve yaptıkları kötü işlerin cezalarını, belki olmaz düşüncesi ile, Allah’ın kanunlarına itaate yanaşmazlar. Helal mi, haram mı, bakmadan yerler içerler yakalanmama garantisi elde ettikten sonra,  hırsızlık  ve buna benzer insan ahlakıyla bağdaşmayan ve ahlaka ters hareketlerde bulunabilirler.

Çünkü insanı insan eden kalpteki imandan gelen sevaba ve günaha inanmaktır.  Yoksa imansızın başındaki aklı  zararlı haşerat  gibi, başkasına zehrini sokmaktan hoşlanır.

“Komşusu onun zararlarından emin olmazsa, o kimse cennete giremez” (kütübü sitte 208) hadisiyle cennete girmek komşuya zarar vermemeye bağlıdır, kötü komşuların şerlerinin ne kadar büyük olduğuna bununla dikkat çekilmiştir. Yine bu gibi şer kimselerle yaşamak tehlikeli olmasından dolayı dinimiz hükümet olmayan yerde yerleşip yaşamayı müsaade etmemiştir.

Evet benliğini putlaştırıp her şeyi isteğine göre yapmaya kalkışan kimse,  alçak bir firavun olur. Adeta nefsini ilâh kabul ederek kendi isteklerini yerine getirme gayreti ile ömrünü tüketir. Başkasını ancak menfaatinin hatırı için sever, menfaati tükendiği yerde öz kardeşi olsa bile, ona karşı daha önce beslediği muhabbeti tükenir.

Müslüman bunun tam aksine kendine güvenmez. Kurtuluşun en büyüğü olan Allah’ın yolunu bulup, Ona bağlanmak için  bile Allah’tan yardım ister. Çünkü “ Sana güzellikten her ne ulaşırsa, bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse anla ki sendendir!” (Nisâ 79) Bu İlâhi bir emir olduğunu bilir ve kabul eder. Allah’ına karşı minnettarlığını şükür ve hamd ile ilan etmeye çalışır. Evet Her şeyi yapma kuvveti Allahın’dır. Fakat bize düşen O cüz’i irademizi kullanırız, sonra İsteğimizin yapılmasına Allaha Havale ederiz.

Tabii ki böyle birisinden korkmak şöyle dursun, aksine onu herkes sever.

Evet, kendini beğenip nefsin her istediğini yerine getirmeye çalışmak, dünya ve âhiretini perişan eden baş sebeplerden birisidir. Nefsin arzularını tatmine kalkışan benliğinin esiridir. Allah’ına isyan ederek yaşamaya devam eden bu kimse, kendinden başka kimseyi beğenmez ki sevsin. Bu hâl insan için bir felakettir. Halbuki insanın iyi olması için tek şart var; o da kötülükle emreden nefse taraf çıkmamaktır. Nefsin şerrinden kurtulmak için, kendi nefsini kötü görmek fikrini taşımaktır.

Müslüman için en büyük hüner, günaha karşı dikkatli olmaktır. İnsan olduğu için hata edip günah da yapabilir ama, yaptığı hatalardan hemen pişman olup, o kötülükleri kendi üzerine alabilmesidir. Kendini övmesi değil, yerebilmesidir. Ancak bu şekilde insan, insanlığa layık olan o yüce mertebeye erebilir.

İşte görün Müslüman’ın güzel ahlâkını ve dalalete düşenlerin kötü ahlaklarının aradaki farklarını. Birisi alçak gönüllü, diğeri kendi fikrini beğenir. Birisi kendi yükünü başkasına atmaya çalışır. Diğeri, kardeşini rencide etmemek için çok dikkat gösterir.

Kısacası bize verilen aklımızı Allah hesabına kullanırsak ne mutlu bize. Yok onu nefis ve şeytan hesabına kullanırsak, o başımızdaki akıl bizim için cehennemi boylamaya bir sebep olabilir. Allah’ın sıfatlarını anlamak için bize verilen hayat, akıl, görme ve işitme duygusu, kibrit gibidir. Onunla ısınmak için sobayı da yakabiliriz. Yemeğimizi pişirmek için ateşi de yakarız. Ayni kibrit bir düşmanın veya bir çocuğun eline geçse, evimizi veya samanlığımızı da yakabilir. Yani biz bu duygularımızı kullandığımıza göre, bizi Cennete götürmeye de sebep olabilirler. Cehenneme birer odun parçası de olmaya onları sebep yapabiliriz.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: