İslam “İmanı”nın ve “Ahlakı”nın Önemi

Bir ay kadar önce, Türkiye’nin en çok satılan gazetelerinden birinin ilk sayfasında “Kan donduran cinayetler” başlığı altındaki haber metni “Bolu, İstanbul ve Konya’dan peşpeşe gelen cinayet haberleri kamuoyunu şoke etti.” cümlesiyle başlamakta, onun yanındaki resimde de bir üniversitemizin dekanlık binasından çıkarılan bir tabut, tabut önlerinden geçerken ağlayan kız öğrenciler ve “Doçent, boğazı kesilerek öldürüldü, zanlı profesör” haber başlığı altında haberin özeti verilmekteydi. Ayni gazetenin “Gündem” sayfasında da, ilk sayfada çok kısa olarak bahsedilen Bolu, İstanbul ve Konya’daki “Kan donduran cinayetler”in haber detayları yer almaktaydı.

Üniversiteler, bir milletin beyni hükmündedir; beyindeki ârıza, bütün vücudu birinci derecede ve çok etkiler. En yüksek tahsil müessesesi olan üniversitelerimizden, halkının muhafazakârlığı ile tanınmış bir ilimizdeki bir devlet üniversitesinde, en yüksek akademik unvanıyla ve ayni zamanda bir bölümün başkanlığı idarî göreviyle ve özel hayatında da o üniversitenin bir fakültesinin dekanının eşi sıfatıyla bir profesörün, o üniversitedeki sekreter bir bayanla zina ilişkilerinin rekabetiyle kıskançlık paranoyasına girdiği kendi üniversitesindeki bir doçentin katil zanlısı olması ve o cinayetini itiraf ettiğinin de ayni haberde yer alması, kamuoyunu şiddetle şoke edebilecek bir mahiyet arzetmekteydi.

Kur’an’da Nisâ Sûresi’nin 93. Âyetinde “Kim de bir mü’mini (katlini helal sayarak) kasden öldürürse,artık cezası, içinde ebediyen kalıcı olarak Cehennemdir. Hem Allah ona gazap etmiş, ona lâ’net etmiş ve onun için (pek) büyük bir azâb hazırlamıştır!” hükmü vardır. Bahsedilen olayda o cinayetin helal sayılarak mı işlendiğini bilmiyoruz; adliyeye intikal etmiş bir konunun adlî yönü üzerinde fikir de beyan edilemez. Fakat, ayni tarihli bir gazetede “Kan donduran cinayetler”den birkaç tanesinin haberinin yer alması, alkol ve uyuşturucu kullanma yaşının ülke genelinde daha genç yaşlara doğru inmesi, ailelerde boşanmaların ve parçalanan ailelerin, kadına şiddet ve kadın cinayetlerinin artması, bunlardan başka hemen her gün hakikî insanlıkla bağdaşmayan çeşitli olayların haber kaynakları tarafından ardı arkası kesilmeden duyurulmağa devam edilmesi ve bütün bunlarla da ilgili olarak; o çok müessif olaydan bir ay kadar önce de başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsünün “Ekonomideki başarıyı manevî alanda gösteremedik” samimî itirafının sanki çok çarpıcı bir delilinin verilmiş olması, ülkemizde son on yıldır Batı ülkelerindeki gibi sathî ve yetersiz şekilde gündemde olan insanî değerler eğitimi yönünden çok ciddî uyarılar niteliğiyle, bizi “gerçek insanî değerler eğitiminin nasıl verilmesi gerektiği” konusunda çok iyi düşünmeğe ve hakikî, köklü çözümleri üretmeğe sevkeden sebebler olmaktadır.

Cemiyetlerin maddî ve manevî kalkınması, asâyişi, huzuru ve refahı, fertlerinin ahlâkî yapısıyla yakından ilgilidir.
İnsanların ferdî ve içtimaî meselelerinin odak noktasında bulunan ahlâk, çok geniş ve çok mühim bir konudur. İnsanlara ahlâk olarak neyi, niçin ve nasıl telkin etmek gerektiği, ferdî ve içtimaî hastalıkları önlemek ve gidermek için iyi bilinmeli ve iyi yapılmalıdır.

Batı dillerinde biraz farklı yazılışlarla karşılığı sathî ve yetersiz açıklamalarla “moral” kelimesiyle verilen ahlâk, İslâm’da kaynağı Kur’an ve Sünnet-i Seniyye olan ve geniş açıklamaları yapılan çok mühim bir dinî terimdir.

Gazete havadisleri veya bizzat karşılaşılan hadiseler vesilesi ile, cemiyetteki bazı insanların ahlâkî zaaflarından sadece “dert yanmakla” kalınır ve gereği yapılmazsa, şikayet sebepleri ortadan kalkmaz ve şikayetler devam edip gider. “Kırk gün karanlıktan şikayet etmektense, bir gün bir mum yakmak daha hayırlıdır.

İnsanların maddî hastalıkları için nasıl mütehassıs hekimlere müracaat ediliyorsa, manevî hastalıkları için de, bu sahada ulaşılabilecek en iyi mütehassıs araştırılmalı; onun teşhis ve tedavi usulleri dikkate alınmalıdır.

Beşeriyetin en yüksek temsilcisi olan Peygamberimiz (a.s.m.), ahlâk hususunda da en önde gelen rehberimizdir. “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim“, “İslâm güzel ahlâktan ibarettir” gibi hadis-i şerifleriyle ahlâkın asıl mahiyetine ve bunun büyük ehemmiyetine dikkatimizi çeken Resulullah’ın ahlâkının nasıl olduğu sorulduğunda Aişe validemiz; “Onun ahlâkı Kur’an ahlâkıydı” şeklinde kısa ve tatminkâr bir cevabı vermeyi kafi görmüştür. Bediüzzaman da, “Yaşayan Kur’an” olan Peygamberimizi anlayabilmemiz için, onu “Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarriften biri” olarak tanıtmağa çalıştığı Risale-i Nur eserlerinde (Bediüzzaman, Sözler), aynı zamanda bize en mühim ahlâk derslerini de vermiş olmaktadır.

Ahlâkı çeşitli bakış açılarından ele alan çok sayıda kitap vardır. Ahlâkın temeli semavî dinler ve onlar arasında da asliyetini bozulmadan muhafaza etmiş olan İslâm dinidir. İnsanı kâinatın misal-i musağğarı (kâinatın küçültülmüş bir misali), eşref-i mahlukât ve arzın halifesi olarak yaratan Allah (C.C.), elbette uyması için ona yapması ve yapmaması icap edenleri de bildirmiştir ki, bunlar da âyetler ve hadisler başta olmak üzere, İslâmî kaynaklarda mevcuttur. Bu sebeple, ahlâk mevzuundaki İslâm dışı çeşitli felsefî görüşlerde boğulmamalı; İslâm ahlâkı üzerinde durulmalı, İslâm ahlâkının bilhassa Peygamberimizin (a.s.m.) örnekliğinde lâyıkı ile tanıtılması yolunda mesai sarf edilmelidir.

Bediüzzaman, âyet ve hadislerden süzülmüş manâlar halinde İslâm ahlâkından Risale-i Nur Külliyâtı eserlerinde geniş olarak bahsetmiştir. Onun bu zamanda en mühim mesele olarak üzerinde büyük ehemmiyetle durduğu İslâm imanıyla ilgili Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarını okumak, onların okunduğu sohbetlere iştirak etmek, onları anlamağa ve usulüne göre anlatmaya çalışmanın cemiyetimizin içinde bulunduğu içtimaî ve ahlakî problemlere nasıl çözüm olabileceğini –bazılarının bu mevzudaki haksız tenkitlerinin de yanlışını daha iyi anlamağa çalışır gibi– biraz daha iyi düşünmeğe çalışalım:

Peygamberimiz (a.s.m.) başlangıçta tek kişi olmasına rağmen, bugün onun getirdiği dine bağlı olanların sayısı 2 milyara yaklaşmıştır. Allah (C.C.) peygamberlerin görevinin ancak tebliğ olduğunu Kur’an’da bildirmektedir. O tebliğe muhatap olan insanlar, Allah’ın (C.C.) kendilerine verdiği aklı ve cüz’î iradeyi iyi kullanarak hakikate meylederlerse, Allah (C.C.) onlara hidayeti nasip eder. “Hidayet Allah’tandır” sözü bu manâdadır.

Peygamberler bile insanlara karşı sadece hakkı tebliğle vazifeliyken, Peygamber olmayanların diğer insanlara karşı bu mevzudaki vazifesi de hakkı tebliğden daha ötesi değildir. Bilhassa Risale-i Nur Külliyâtı kitaplarından aldığımız derslerle, hakkı ve hakikati insanlara anlatmaya çalışarak, çok kişiye tebliğ yapsak da bir yılda ancak bir kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, bir yıl sonra onunla birlikte iki kişi oluruz. Bu çalışmamıza ayni şekilde iki kişi olarak devam etsek ve bir yıl sonra ancak birer kişinin daha hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, ikinci yılın sonunda dört kişi oluruz. Bu dört kişi ayni şekilde bir yıl çalışmakla ancak birer kişinin hakkı ve hakikati kabulüne ve yaşamasına vesile olabilsek, üçüncü yılın sonunda sekiz kişi oluruz. Ayni şekilde yıllar ard arda geçtikçe, hakkı kabul ederek ona uygun şekilde yaşayan insanların sayısı da her yıl iki misli artar: 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, 128, 256, 512, 1024, 2048, 4096, 8192, 16384, 32768, 65536, 131072, 262144, 524288, 1048576, 2097152, 4194304, 8388608, 16777216, 33554432, 67108864, 134217728, …

Bu hesap şekli ile, halis niyet, sabır, sebat ve gayretlerle böyle bir çalışmanın yapılması halinde, çok kişiye tebliğ yapılsa da bir yıllık çalışmayla ancak bir kişinin hakikati anlaması, kabulü ve yaşamasına vesile olunsa bile, yıllar bu şekilde birbirini takip ederse, katlanarak artışlarla ortaya çıkabilecek hesabın neticesi olarak hakkı kabul eden ve ona göre yaşayan insanların sayısı çok büyük rakamlara ulaşabilir.

İnsanların ebedî hayatlarını kurtarmakla ilgili bu çalışmanın semeresi her yıl böyle ikiye katlanırsa, bunun zahmet ve meşakkatine katlanılmaz mı?

Bu basit matematik hesabı ile, meselenin kesin çözümü gayet açık bir şekilde göz önünde olmasına rağmen, bilhassa “sekülerizm” (dünyevîleşme) hastalığına tutulmuş olan insanların büyük bir kısmı, kendi ailesi içinde bile bu kesin çözümle ilgili gereğini yapmamakta; bu çözümden uzak yaşayışın neticesi olan eşleri veya çocukları ile ilgili istenmeyen bir hadiseyle karşılaştıklarında da, bunun sebebini merak etmekte, başka yerlerde aramakta ve ekseriya da yanlış yorumlara saplanmaktadırlar.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

www.NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin