İslamî literatüre göre Risale-i Nur ve müellifine yaklaşım usûlu

Risale-i Nur ve müellifi, sahabe ve selef-i salihinden beri süregelen silsileden hariç bir mevkide değerlendirilemez. Dört büyük mezhep imamları ile diğer büyük müctehidlerin hayatlarındaki nassları pratik hayata aktarma usûlu, Risale-i Nur müellifinde de aynen devam etmiştir.

Risâle-i Nur, cüz’i, bireysel veya dar bir meslek ve meşreb yerine, Sahabe ve tabiîn’in Peygamberimizden anladıkları cadde-i kübrâ yolunu tercih etmiştir. Bir önceki ‘Risale-i Nur’a göre zâhirilik’ adlı yazımızda belirttiğimiz gibi, Risale-i Nur ve Müellifi, Şeriatın genel ve külli maksadları üzerinden bir metodu izlemeyi tercih etmiş, nazarî meselelerde kabul ettiği veya ictihad ettiği bütün konularda bir usûlu ve menheci takip etmiştir. Risale-i Nur müellifi de telif etmiş olduğu tefsirinin ucunun, Peygamber efendimiz (asm), sahabe ve müctehid imamlara dayanan bir silsilenin ucu olduğunu yüksek sesle dillendirmiştir. Başka bir ifade ile, Sahabe, tabiîn ve büyük müctehid imamlar Kur’ândan hüküm çıkarmada ve âyetleri tefsir etmede hangi metod ve prensipleri kabul edip takip etmişlerse, Risale-i Nur müellifi de o minvâlde gitmiştir.

Risâle-i Nur müellifinin Afyon mahkesinde kendisine ve telif tarzına yapılan itirazlara karşı yapmış olduğu savunmada (14. Şuâ’da Hata-Sevap cetvelinde bu cevaplar mevcuttur.) vermiş olduğu delillerin hepsinin, Selef-i Salihin’in takip etmiş oldukları kaynaklardan verildiğini görüyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığı, Ezher Üniversitesi ve diğer ilmi müessese ve heyetlerin tetkikinden geçen bu eserler, bu mânada tasdikler ve tahsinlerle teyid edilmiştir. Dolayısıyla Risale-i Nur âlem-i İslamdaki ilmi heyetlerin takdir ve tahsinine mazhar olduğuna dair icmâ vardır, diyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman hazretleri metot hatası yapmamıştır, doğru olanı takip etmiştir, denilebilir.

Ancak şeriatın nazarî meselelerdeki ictihadları veya kendisinin şerî tercihleri konusunda, şer’î şerîfin kaide ve usûluna muvafık ve mutabık kalmak şartıyla, Bediüzzaman hazretlerinin ilmi ictihatlarını, tahkik ve tetkikata tabi tutabilir. Konuyu somutlaştırmak adına iki örnek verelim; Biri kalkıpta Haşir risalesi neden 1930’lu yıllarda yazıldı, diye bir tenkit Üstad’a yaparsa cehaletini ilan etmiş olur. Ancak Haşir risalesini neden 100 sayfa değil de 150 sayfa yazmadı diyebilir. Yani bu konuda kendi kanâatlerini gerekçelendirerek aktarabilir. Biri, Üstad hazretleri evlenmekle şeriatın haricine çıkmıştır derse cehaletini ilan etmiş olur. Ancak ‘Bu konuda şeriatın şu prensibini tatbik etmesi daha evlâ olurdu.’ diyerek kendi kanâatini ibrâz edebilir.

Risale-i Nur ve müellifinin hayatında hiçbir mesele yoktur ki şeriatla alakası, bağı, ittisalı olmasın denilirse ifrat edilmemiş, tam aksine isabet edilmiş olur. Ancak şer’i şerîfin ve usûlunun kaidelerine mutabık ve muvafık kalmak şartıyla, kişi bu meselelere karşı kendi kanaatini ibrâz edebilir.

Şunu da belirtmek gerekir ki Üstadın muasırı olan ve ondan sonra gelen âlimler, onun izlediği, ruhsatları esas alan metod yerine, azimeti esas alan metodu, hayatında başarılı bir şekilde, ödün vermeden takip etmesine, hayranlıklarını ifade etmekten başka bir şey diyemedikleri de bir vakıadır.

Sosyal fıkıh anlayışında azimeti takip eden Üstad’a, hayatında yamalı bir giysi giymeyen biri kalkıp ta Risale-i Nur müellifi, ‘Bu kadar parayı cebinde saklamıştır.’ diyemez. Hadîs konusunda en azından bin hadîsin cerh ve ta’dîl’ini yapamayan bir insan, ‘Vay! Bediüzzaman bu hadîsi nasıl böyle tevil etmiş’ diyemez. En azından elli tane tefsirin içerisine her yönüyle rahatlıkla girmeyi başaramayan bir insan, ‘Vay! Bediüzzaman bu âyeti neden şöyle tefsir etmiştir’ diyemez. Çünkü Bediüzzaman’ın en azından İmam Suyûtî, Burhaneddin Zerkeşî ve İbni Teymiyye kadar tefsir usûlunde vukûfiyetini gösteren Muhâkemât adlı eseri, belâğât dahileri olan Abdülkahiri Curcânî, Sekkakî ve Zemahşerî kadar belağat ilminde vukûfiyetini gösteren İşârâtu’l-İ’câz’ı, Sadüddin-i Taftazanî’nin Makâsıd’ı, Seyyid Şerif Cürcanî’nin Mevâkıf’ı kadar mantık ve kelâm ilminde kalem oynatabildiğini ibrâz eden, Kızıl-Îcâz, Gelenbevî şerhi, İmam Ğazalî’nin Tehâfutu’l-Felâsife adlı eseriyle ile kendi dönemindeki felsefecileri tokatladığı gibi, bu asırda batı dünyasının bütün materyalist felsefecilerinin dayanak noktalarını tarumar edip bu haliyle 21. yüzyılın rivâyet ve dirâyet alimlerini kendisine hayran bırakan Risâle-i Nur adlı tefsir eseri vardır.

Onun için Risâle-i Nur ve müellifine usûl noktasında, başarısını kanıtlamış olduğu îmânî/kelamî mevzularda itiraz, selef-i salihine yapılan bir itirazdır. Risale-i Nur’un bu mânada bağlı olduğu hayt-ı nurânî, sarsılmayacak derecede kuvvetli olan bir halattır. Öndürcüncü Şuâ’da bulunan Hata sevab cedvelindeki itiraz ve kritiklerde olduğu gibi, Risale-i Nur’daki meselelerdeki icmâl ve ibhâm’ın ortadan kalkması için ilmi tahkikat ve tetkikât önerilebilir. Ancak bu tenkitleri yapanların da Selef-i Sâlihînden iktibas etmiş olduğumuz esaslara riâyet etmeleri şarttır. Yine Afyon mahkemesinde ehl-i vukûf’un sathi yönlendirmeleriyle kendisine yöneltilen iddianamede yüz tane yanlışlarını, ilmen hata ve mesnedsiz olduklarını ispat ettiğini burada not etmekte fayda vardır.

Bütün âlimler gibi Bediüzzaman hazretlerini sevmek şahsı itibariyle değil de yaptığı hizmet itibariyle olmalıdır. Kur’ân’ın esrarına ahkamına ve güzelliklerine ayine olması itibariyle olmalıdır. Yani mânayı harfi ile olmalıdır.

Dolayısıyla onun şahsi meziyetleri üzerinden bir referans oluşturmaktan çok, eserleri üzerinde ilmi çalışmalar yapıp ilmi değerini ortaya çıkararak, onu referans kabul etmek daha makbul olacaktır ki Zât-ı âlilerinin de arzuları bu yöndedir.

امين     اللهم لا تؤاخذنا ان نسينا او اخطئنا

Nizamettin MELİKOĞLU

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org