İstikamet Orta Yoldur

BİR ADAMIN İYİLİKLERİ FENALIKLARINA KEMİYETEN VEYA KEYFİYETEN ZİYADE  GELSE,  O  ADAM  MUHABBETE  VE  HÜRMETE  MÜSTEHAKTIR.

        “İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını (iyiliklerini) örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında (çokluk ve azlığa göre)  hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı (sebepleri) çok ve vücudları (yapılmaları) kolay olduğundan, bazan bir tek hasene (iyilik) ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten (sayı çokluğu) veya keyfiyeten (kalite ile) ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie (kötülük) ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet (düşmanlık) eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” (13. Lem’a : 88)

MÜ’MİN  KARDEŞİNİ  SEVER  VE  SEVMELİ.  FAKAT  FENALIĞI  İÇİN  YALNIZ  ACIR.

        “malûmdur ki: Adavet ve muhabbet, nur ve zulmet (karanlı ve ışık) gibi zıddırlar. İkisi, mana-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adavet mecazî olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek (konuşmayı kesemez).” (22. Mektub: 263)

ÖYLE   ZAMAN   OLUR  Kİ,  BİR  KARDEŞİMİZİN  ALEYHİNDE  BULUNMAK  AZÎM  HIYANETTİR

        “Aziz, sıddık kardeşlerim Re’fet, Mehmed Feyzi, Sabri! Ben şiddetli bir işaret ve manevî bir ihtarla sizin üçünüzden Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki, dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünki gizli düşmanlarımız iki plânı takib edip.. biri beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkid ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır. Ben size ilân ederim ki; Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünki şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki, benim sobamın parçalanması gibi acib, sebebsiz bir hâdise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi, bu manasız ve çok zararlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatım var. Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız. Said Nursî”  (Şualar:517)

BİLİRSİN  Kİ,  BÜYÜK   BİR   HASENE   VE  İYİLİK  ÇOK  GÜNAHLARA  KEFFARET  OLUR

        “Senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken, bilakis üç cihetle Nur’a zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş? diye, iki-üç gün sonra haber aldım ki; Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah dedim, “Ya Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış ve onu da afvet ve helâl et. Çünki o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki; büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nur’a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatasını afvettirir. Sizin âlîcenablığınızdan, o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.”(E:205-T:502)

BİR  MESLEĞİN  HAK  VEYA  BÂTIL  OLMASI

“Meslekler, mezhebler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak bir hakikat bulunur. Eğer, âsarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müsbet cihetlerine mağlub ise, o meslek hakdır. Eğer içindeki hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müsbet cihetine  galebe ediyorsa o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur. İşte bu kaideye binaen  Âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat menfi ciheti , ya garaz veya inad gibi bir sebeble o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.”  (Osmanlıca 28. Mektub 6. Mes’ele:583)

ÜSTADIMIZIN   AZ  SÖYLEMEK  ÂDETİDİR

“Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; her halde düstur-u hikmet olarak pek manidar ve pek şümullü birer câmi’-ül kelimdirler. Üstadımız ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâliktir ki, hattâ kendisi hakkında bir nâseza (hoş olmayan) söz tebliğ edene; “Hâşâ, bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zât, böyle söylemez.” buyururlar.” (T:326) 

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır