Kadere İman, İmanın Kemalidir

Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr sûresi, 21)

Kadere iman neden önemli? Yahut da şöyle genişleteyim sorumu: Kader, akaid-i imaniyeye (hatta altı şartının içine) girecek kadar neden önemli? Bu soruyu bugünlerde zihnimde daha çok evirip çeviriyorum. Zira, nübüvvet anlayışlarındaki sorunlarıyla bu ümmetin ‘ehl-i kitabı’ olmak noktasında hızla ilerleyen Kur’an müslümanlığı taifesinin (hakikatte sünnet reddiyecilerinin) kader noktasındaki takıntılarıyla daha sık karşılaşmaya başladım.

Bugün de twitter’da bu taifenin rüzgarına kapılmış bir arkadaşla kader konusunu konuştuk. (Yoksa ‘tartıştık’ mı demeliyim?) Ve şu sonuca vardım bu müzakerenin/münakaşanın nihayetinde: Kadere imanın ‘nasıl bir Allah’a iman ettiğiniz’ konusuyla büyük bir ilgisi var. Yani, kadere imanın akaid içine girmesi, değil niceliği, inandığınız Allah’ın niteliği (esma, sıfat ve şuunatı) adına yorumlarda bulunurken kendini ele veren bir öneme sahip. Ve kadere iman, ‘esmaya iman’la da yoğun şekilde irtibatlı bu yönüyle. O esmanın temsil ettiği mananın sınırları, sizin kadere iman edip etmeyişinize göre genişliyor veya daralıyor. Kadere iman edende farklı bir esma, iman etmeyende farklı bir esma manası zuhur ediyor.

Nicelik ve nitelik kelimelerini özellikle kullandım. Çünkü meseleyi fehminize yaklaştırırken işime yarayacaklar. Şöyle ki: Zâhire baktığınızda, ‘nicelik’ bakımından Kur’an müslümanlarının sizden başka birşeye iman ettiği yok. Yine sizin kelimelerinizi/kavramlarınızı, yani Kur’an’da geçen terminolojiyi (o terminoloji tüm müslümanların ortak dilidir) kullanıyorlar. Onlar da sizin gibi Allah’a Allah ve vahid ve ehad ve ekber diyorlar. Ancak bu kelimelerle aslında neyi kastettiklerine dikkat ettiğinizde; yani zâhirden bâtına, nicelikten niteliğe doğru indiğinizde; aynı isimlerin farklı tanımlara karşılık gelmeye başladığını görüyorsunuz. Örneğin: Alîm ismi üzerinden meseleyi incelediğinizde, Kur’an’da da geçen ve karşılık olarak (özetle) ‘herşeyi bilen’ dediğimiz bu ismin, onların dünyasında pek de ‘herşeyi bilen’ karşılığını bulmadığını görüyorsunuz.

Bunu bize ne söyletiyor? Bunu bize kadere imanda yaşadıkları sorunlar söyletiyor. Bu taifenin, ‘Allah’ın olup olacak herşeyi bilmesi ve ezel denilen manzara-i âlâdan takdir etmesi’ olarak iman ettiğimiz kadere imanda yaşadıkları sorunların altı biraz kazıldığında, ‘Allah’ın herşeyi bilip bilmediği’ şüphesiyle karşılaşıyorsunuz. Abdulaziz Bayındır gibi kimi isimler bunu açıkça ifade ediyorlar. Diğerleri ise bunu daha üstükapalı/kinayeli göndermelerle gündeme getiriyorlar.

Yani ‘nicelik’ olarak onların inandıkları esma ve sizinki arasında bir fark olmayabilir. Fakat ‘niteliğine’ indiğinizde işin rengi belli oluyor. Esma kusurlanmaya/sınırlanmaya başlıyor. Alîm olan Allah, onlara vardığınızda, ‘herşeyi bilen Allah’ olmayabiliyor. Bazılarını sonradan/zamanla öğreniyor. (Yani ilah kendi yarattığı zamanın/sınırların mahkumu oluyor.) Yahut da hepsini bilemiyor. (Nasıl oluyorsa?) Yani mutlaka bilmediği birşeyler kalıyor ve bu kalış, onların kadere iman etmesini engelliyor. (Çünkü ederlerse, Allah’ın Alîm ismine sizin gibi inanmak zorundalar.) Bunun Allah’ın Allah’lığına nakise getirmesinden bir rahatsızlık duyup duymadıklarını sorduğunuzda ise türlü demagojilere sapıyorlar. Kaderin iradeyi esir aldığından bahsedip duruyorlar. Halbuki siz çocukluğunuzdan beri biliyorsunuz: Allah’ın bilmesi, insanın seçmesine engel olmuyor. Allah’ın bilmesi, Allah’ın zorlaması demek değil. Mesele bu kadar açık ve basit inanmak isteyen için.

Bu noktadan itibaren ikinci bir zihinsel (hem de itikadî) sorunla daha karşılaşıyorsunuz. Sünnet ehli için çok kolay birşey, ama onlar için nasıl olmuşsa zorlaşmış. Bilmekle zorlamak arasındaki ayrımı yapamadıklarını, dolayısıyla Allah’ın ‘bilmesi’ ve ‘kudretiyle yaratması’ arasındaki farkı anlayamadıklarını görüyorsunuz. Hatta onlar, Allah’ı da zamanın dışında düşünemiyorlar. Ezel için düşledikleri tanım herşey başlamadan öncesi, yani yine zamana ait bir tanımlama. Zamandışılık değil. Allah’ı zamanın dışında görmüyorlar. Kaderin ezelden takdirini Allah’ın herşey başlamadan önce oturup herşeyi tahmin etmesi gibi zannediyorlar. Halbuki Bediüzzaman’ın tarifiyle ezel bir kuşatıcı bakıştır. Allah’ın zamanla kayıtlı olmayarak bize göre önce/sonra olan herşeyi birden görmesidir.

“Hem ezel, mazi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mazi ve halve istikbali birden tutar, yüksekten bakar bir âyine-misaldir. Öyle ise, daire-i mümkinat içinde uzanıp giden zamanın mazi tarafında bir uçta hayyül edip, ona ‘ezel’ deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhakeme etmek hakikat değildir.”

Zaten Allah’ın Allah olabilmesi için de böyle olması lazımdır. Eğer Allah birşeyleri sonradan öğreniyorsa, bu onun için bir sınır/kusur değil midir? Samediyeti yara almaz mı bundan? (Çünkü öğrenmek için olmasına muhtaçtır.) Ve buna ilaveten, eğer Allah’ın olacaklardan haberi yoksa, yaratışı nasıl mümkün olmaktadır? Yaratan başkası mıdır ki, Allah yarattığını yarattıktan sonra öğrenmektedir? Yine Bediüzzaman’ın “Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur…” derken dikkatimizi çektiği şey bu: Yapanın bilmesi gerek. Bilmeden yaratamaz. Evrenin nizamı, bu yaratışın bir ölçüyle ve öncesinde varolan ilmî kalıplarla olduğunu gösterir bize. Kur’an da defaatle bunu söyler. Kadere iman da en zirve noktasında bu ‘biliş’e iman etmektir. Kainatı muhteşem bir nizam içerisinde yaratan Allah, elbette yarattığının ne olacağının, nasıl olacağının bilgisine sahiptir. Yoksa, Yaratıcının ne yaratacağını bilmeden yarattığını söylemek gerekir ki; bu Allah’ın yaratışı adına hem bir çelişki, hem de bir sınırdır. Bu noktadan sonra kadere imana duyulan şüphe dalga dalga diğer esmaya doğru yayılmaya başlar. Allah tasavvurunuzun her zerresine ilişir.

Allah’ın Mütekellim ismini ele alalım. Esbab-ı nüzûl üzere nazil olan Kur’an, eğer Allah geçmişi ve geleceği bilmiyorsa, demek ki o an için nâzil olmuştur. Tarihseldir. Günübirlik bir metindir. O an düşünülmüştür. Gelecekteki insanlara nasıl deva olabilir? Gelecekteki insanlardan ondan nasıl sorumlu tutulabilir? Öyle ya! Gelecekteki insanların durumunu, halini, psikolojisini, sosyolojisini, yaşayacaklarını bilmemektedir ki Allah? Kur’an’ı da tıpkı Mütekellim olan Allah’ı sınırlandırdığınız gibi sınırlandırmak zorunda kalırsınız böylece. Bir kafese de Kur’an’ı kapatırsınız. Her sınır bir diğer kardeşini doğurur. Varın siz düşünün: Artık bunca sınırdan sonra Allah’ın Allah’lığı ne kadar kalır?

Halbuki Rûm sûresindeki, sûreye ismini veren ayet (ve sebeb-i nüzûlü) bile kadere iman etmeye yeterlidir. “Rûmlar galip gelecektir…” Ve Rûmlar hakikaten galip gelirler yıllar sonra. Siyer kaynakları bize bu ayetin sebeb-i nüzûlünü ve ardından yaşananları tüm ayrıntılarıyla anlatır.

Peki, Allah bunu sadece tahmin mi etmiştir? Vahyine, tutacağı belli olmayan, kendisinin de sonradan öğrendiği bir zannını mı sokmuştur? Yoksa ezelî ilmiyle bildiği şeyi kullarına beyan mı etmiştir? Bu ayetin geliş sebebini etraflıca inceleyenler/okuyanlar meseleyi daha açık idrak ederler. Zaten bu Kur’an müslümanlığı taifesinin ihbar-ı gaybî türünden hadisler ve ayetlerle ayrıca takık olmaları, bu tür ayet ve hadislerin onların işlerini bozmasındandır. Gelecekten haber veren bir Allah’ın ve onun izniyle haberdar olan bir Resulün varlığında kader nasıl inkar edilecek, Allah nasıl sınırlanacaktır? Sorunlar, sorunlar… Kur’an bükücülerin elinde bundan çok var. Hasılıkelam: Kadere iman, imanın kemalidir. Kadere iman etmeyenin Allah’a imanı eksik kalır. Çünkü bizzat Allah kelamında buyurur: “Muhakkak ki biz herşeyi bir kaderle yarattık…” (Kamer sûresi, 49)

Ahmet Ay

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: