Kadere inanmasak ne olur? (2)

Varlıklarda gözlemlenen ölçülü düzenlemeler ve düzenlenmiş ölçüler, umumi hikmet ve tam bir inayet, düzenli kader (plânlar) ve ürün veren kazâlar (uygulamalar), belirlenmiş eceller ve göz önündeki erzaklar, düsturlarının sağlamlığıyla kâinattaki fenleri sonuç veren itkanat (kusursuz yapılar) ve herşeyi süslendiren ihtimamat (özenler) ve gayet mükemmel imtiyaz (seçkinlik) ve ittizan (denge) ve intizam (düzenlilik) ve itkan (kusursuzluk) ve herşeyin yaratılışında görülen mutlak kolaylık nâmına hiçbir şey yoktur ki, herşeyi bilen bir Allâmü’l-Guyûbun ilminin kapsayıcılığına şahit olmasın.” 29. Lem’a’dan…

Sık düştüğümüz bir yanılgı var. O da şudur: Biz kaderi ‘sadece bireysel seçimlerimizle ilgili birşey’ sanıyoruz. Halbuki kader yalnızca ferdî hayatlarımızla ilgili birşey değildir. Kader aslında bize ‘kainatın nasıl bir düzenle yaratıldığını’ anlatır. Daha doğrusu, yaratış için gerekli olan tek şeyin ‘kudret’ olmadığını (yani yaratıcının mucib-i bizzat olmadığını) bilen bir mü’min için kader, ilim-irade ikilisinin yaratış içindeki fonksiyonunu da tayin eder. Netleştirir. Şekillendirir. Bu nedenle, insan kadere iman ettiğinde, fazladan birşeye iman etmiş olmaz. Çünkü ona iman zaten tevhide imanın içindedir. Ahirete imanın içindedir. Kitaplara imanın içindedir. Nübüvvete imanın içindedir. Meleklere imanın içindedir. O onlardan varlığına delil bulduğu gibi şunlar da ondan kendilerine medet alırlar.

Bakmayın siz Kur’an müslümanlığı(!) sapkınlarının “Kur’an’da geçmiyor!” deyu onu inkâr etmelerine. O aptalların aklı hastadır. Gözünde hastalık olana güneş dahi ışık vermez. Dilinde hastalık olana bal bile kezzap gelir. Şunların cehaletini Kur’an yüklenmez. Çekmeye de mecbur değildir. Öyle ya. Aslında kadere esmaü’l-hüsna adedince işaretler vardır Kur’an’da. Çünkü Allah’ın tüm isim ve sıfatlarında sonsuzluğu kaderle mümkündür. Hatta sırf kainattaki düzen dahi kaderin bir delilidir. Ki kaderin Kur’an’da en sık tekrar edilen burhanı ‘bilişten yaratışa sirayet eden ölçülülük’tür.

Kadere iman ettiğimiz zaman aslında Allah’ın ‘yüzü ilme ve iradeye bakan’ her ismine iman etmiş oluyoruz. Tüm sınırsızlığı ve sonsuzluğuyla hem de. Aksi halde, yani kadere imanın olmadığı bir düzlemde, Allah’ın nasıl (hâşâ) kusurlu bir ilah olacağını bir önceki yazımda anlatmaya çalışmıştım. Bilmeden yaratan… Sonradan öğrenen… Bilmek için olmasına muhtaç olan… Kadere iman edilmediğinde ‘Allah tasavvurumuzda’ ve ‘tevhid inancımızda’ meydana gelecek erozyonun telafisi mümkün değildir.

Hatta şöyle düşünüyorum ben: İnsan, Allah’ı (hâşâ) ‘insanlaştırmaya/sınırlamaya’ kadere iman etmeyerek başlıyor. Kadere imanın sarsılması şirke doğru atılmış ilk adım. İlk sapma. İlk yıkım. Madem imanın altı şartı içinde en sonuncu olarak o söyleniyor. Ve madem Bediüzzaman, Kader Risalesi’nde onun için;  “Kader ve cüz-ü ihtiyarî, İslâmiyetin ve imanın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir imanın cüzlerindendir…” diyor. Bu direklerin yıkılışı da herhalde en ahirkinden başlıyor. Çünkü her gerileme ‘nihayetten/sondan’ başlar.

İşaratü’l-İ’caz‘da Bakara sûresinin 7. ayetini tefsir ederken mürşidimin; “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ, ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile, tesir-i hakikîyi, esbaba; Ehl-i İ’tizal, halk-ı ef’ali, abde; Mecusîler, şerri, ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır. Güya zuumlarınca Cenâb-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez! Demek, akılları vehimlerine esir olanlar, bu gibi gülünç şeyleri doğururlar…” demesi mezkûr ‘insanlaştırmaya’ bir izahtır denilebilir.

Kaderle kainatın düzeni arasındaki ilgiye geleyim. Bu ilgi aynı zamanda Kur’an müslümanlığı taifesinin “Kader Kur’an’da geçmiyor!” safsatasına da güzel bir cevap olacak. Ve Kur’an’da düzenden/ölçülülükten bahseden her ayetin aslında kaderden bahsettiğini bize gösterecek. Şuradan başlayalım. Şöyle söylüyor mürşidim bir eserinde:

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünkü, görüyoruz, her masnu, vücudunda gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır.

Bu tesbite katılmak için, değil imana, azıcık insafa sahip olmak yeterli. Çünkü varlıktaki düzen tüm bilim dallarının yüzümüze haykırdığı birşey. Hatta bilimin kendisi zaten bu düzenin keşfî üzerine kurulu. Düzeni olmayan birşeyin bilimi olabilir mi? Rastgelelik bizzat bilginin düşmanıdır. Daha doğrusu ‘nasıllığın’ bir kaideye/kanuna bağlı olmadığı bir sahada (zaten kendisi bizzat kaide/kanun keşfine dayanan) ‘bilim’ diye birşey yapılabilir mi? Demek bizim kainattan okuduğumuz her kanun/kaide (nasıllık bilgisi) aslında o şeyin belirli bir düzen/ölçü içinde yaratılmasının delilidir. (Herhalde ateistlerin bile reddemediği bu gerçeği Kur’an müslümanları reddetmezler. Yoksa ederler mi? Onlardan herşey beklenir.)

İşte Bediüzzaman da diyor ki: Madem bu düzeni reddedemiyorsun, o halde o düzenin ardındaki şu üç şeyi de reddedemezsin: İlim, irade, kudret. Yani herhangi bir fiil vücuda geldiğinde yalnızca kudret ile vücuda gelmez. Yaratıcı aynı zamanda o fiili bilir, seçer ve yaratır. Yaratıştan öncesi (bu ancak biz kullarca bir öncedir) yani ilim ve irade yönleri, Kur’an’da ‘takdir’ lafzıyla zikredilen şeyin içeriğini doldurur aslında. Ve kader konusunda takıntılı olanların da kafalarının basmadığı şey budur: Allah, elbette, yarattığı şeylerin ne olduğunu ve ne olacağını bilir, iradesiyle seçer ve kudretiyle de yaratır. Düzen dediğimiz şey de Allah’ın ‘takdiri’ dediğimiz bu ‘ilimle/ölçüyle ve iradeyle/seçilerek’ vücuda gelişin bir tezahürüdür.

Eğer Allah, ne olacağını bilmeden yaratıyor olsaydı, kainatta bir düzenin varlığından bahsedebilir miydik? Öyle ya. Fiillerin arkasında, onları sınırlayan küllî irade olmasaydı, kanunları/eşyayı kalıp içinde ne tutabilirdi? Bütün kainatta varolan sanatlar, düzenler, işleyişler bir ‘bilenin/seçenin’ yaratışının eseri değil midir? Küllî iradenin ‘hikmetli’ seçişleri ile kuşatılmış değil mi her bir yanımız? Allah’a Hakîm diye bu yüzden iman etmiyor muyuz? O halde, kainattaki ‘bölünme kabul etmez’ düzenden bakıp, Kur’an müslümanına Kur’anca soralım: “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?”

Elbette ‘başıboş’ bırakılmaz. O da bu ‘takdire’ dahildir. Takdire dahil olan ‘bilişe’ de dahildir. “Bir küll ne şeye muhtaç ise, cüz’ü de o şeye muhtaçtır. Meselâ, bir şecerenin meydana gelmesi için ne lâzımsa, bir semerenin vücuduna da lâzımdır.” Onun da iradesiyle yaptığı/yapacağı seçimler Allah’ın ilminde bilinmektedir. Küllî iradesiyle onaylanmaktadır. Kudretiyle de yaratılmaktadır. Bu noktada yine Bediüzzaman’ın kaderle takıntı yaşayanların psikolojisine dair yaptığı şu tesbit ne kadar anlamlıdır: “Evham, şübehat, dalâletin menşe’ ve mahzenlerinden biri: Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

En başta da söylediğim gibi: Kader yalnızca bizimle ilgili birşey değil. Böyle düşünmekle en büyük yanılgıya düşüyoruz. Kader varlığın yaratılışındaki kudret-ilim-irade birlikteliğini açıklayan birşey. Biz sadece bu bütünlüğün bir parçasıyız. O kadar. Ona inanmaktan başka mantıklı çözüm yok. O halde, varlığın düzenini ilim ve iradeden öte açıklayabilen meczup varsa, o beri gelsin, kendisini de o ilim ve iradeden bağımsız açıklasın. Açıklasın da bir görelim. Sonra da o gerizekalı bize tevhide imanı nasıl anladığını bir izah etsin. Etsin ki hep beraber gülelim.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: