Kadere inanmazsak ne olur? (3)

Yaratan bilmez mi hiç? Şüphesiz O, Latîf’dir, Habîr’dir.
(Mülk sûresi, 14)

Serinin diğer yazılarında da altını çizmeye çalıştım: Kadere iman, sadece irademizle Allah’ın iradesi arasındaki ilişkiyi açıklamak için değil, topyekûn (ve her an olan) yaratılışı anlayabilmek için de zarurî birşeydir. Onu, sadece ‘seçimlerimiz’ ve ‘Allah’ın yaratışı’ arasındaki ilişkiyi açıklamak için kullanmamız, hem meseleye kapsamlı bakmamızı engelliyor, hem de kadere imanın neden ‘akaidin bir parçası olacak kadar kıymetli olduğunu’ anlamamızı zorlaştırıyor.

Şunu farketmeliyiz: Eğer kadere iman etmezsek Allah’ın yaratışının ‘ilim’ ve ‘irade’ boyutlarını anlayamayız. Sadece kudretle irtibatlı birşey sanırız. Halbuki kainatın, mürşidimin ifadesiyle, ‘tecezzi kabul etmez bir küll’  (yani hiçbir noktası tasarımın dışında bırakılamayacak bir bütünlük) olduğunu idrak edersek, o zaman ‘ilim’ ve ‘irade’ ile sürekli bir ‘takdir’ kalıbının çalıştığını kabul etmemiz kaçınılmaz olur. Yani, en öz ifadesiyle, denilebilir ki: Eğer tevhide iman ediyorsanız kadere iman etmeniz kaçınılmazdır. Zira herşeyi yaratanın ‘herşeyi bilmesi’ lazımdır. Zamanı yaratanın zamandan aşkın bir şekilde o zamanda olacakları bilmesi lazımdır. Tıpkı 29. Lem’a’da denildiği gibi:

Herşeye gücü yeten Yaratıcı herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Onun iradesi herşeyi kaplar; dilediği olur, dilemediği olmaz. Herşeyi kaplayan zâtî ve mutlak kudretiyle herşeye gücü yeter. Nasıl şu günkü günde güneşin ışıksız ve ısısız olması mümkün ve mutasavver değilse, öyle de, Göklerin Yaratıcısı olan bir İlâhın kapsayıcı illim ve mutlak kudret sahibi olmaması mümkün değildir ve tasavvur olunamaz. Demek, zorunlu olarak, zâtına lâzım olan kaplayıcı ilmiyle O herşeyi her şe’niyle (haliyle) bilir. Öyle bir ilmin herşeye taallûku (bağı) lâzımdır ve hiçbir şeyin ondan gizlenmesi mümkün değildir; çünkü huzur ve şuhud ve nüfuz ve nuranî ihata vardır (yani herşey Onun huzurunda ve gözetimi altındadır. Güneşin ısısı gibi herşeye nüfuz eder ve herşeyi kapsamı içine alır).

Bu noktada, kaderi inkâr edenlerin (büyük bir hata olarak), Allah’ın bilişini insanın bilişine kıyasladıklarını görüyoruz. En çok sürçtükleri yerlerden birisi burası. Allah’ı da ‘öğrenir bir biliş sahibi’ olarak tasavvur ediyorlar. Bir ölçüde ‘insan gibi’ bir Allah’a inanıyorlar. Halbuki herşeyi yaratan için sonradan öğrenme nasıl mümkün olur? Birşeyi yaratanın, o şeyin yaratılmasında gerekli olan ilmi, sonradan hasıl olmuş gibi yarattıktan sonra öğrenmesi Allah tasavvurumuz adına büyük bir nakise/çelişki değil midir? Öyledir. Zira bu zeminde Allah artık aynı fiille hem ‘etkileyen’ hem ‘etkilenen’ konumuna gelir. Ne eylediğini bilmeden yaratır. Adı Allah’tır ama hakikatte (yüzbin kere hâşâ) bilinçsiz bir kudrettir.

Meselenin bu kısmını biraz daha açarsam: Bir fiili yaratırken (yaratmak bir tür etkilemedir) içeriği olarak okuduğumuz ilmi Allah yarattıktan sonradan öğreniyorsa (öğrenmek bir etkilenmedir), yani kaderin bize öğrettiği gibi zamanlar üstü kuşatıcı bir bilişi yoksa Allah’ın, bu, ne yarattığını kendisi de sonradan öğreniyor demektir. Hem ‘etkiliyor’ hem de ‘etkileniyor’ demektir. Hatta yarattıklarının sonuçlarını da bilmeden (kestiremeden) yaratıyor demektir. Hâşâ, yüzbin defa hâşâ, Allah yarattığının cahili demektir.

Etkilemek için yarattığı şeyden kendisi de daha sonra etkileniyor, yani etkilemek için yarattığının nasıl etkileyeceğini önceden bilmiyor, bu iş bir nevi tesadüflere kalıyorsa, sormak gerekir: Kader inkârcılarının iman ettiği ilah nasıl bir ilahtır? Bu şekilde kurgulanmış öncelik-sonralık ilişkisi Allah’ı zamanla mukayyet hale getirmez midir? Ne olacağını bilmeden yaratan bir ilahın sonuçlarını kestiremediği fiillerle örülü bir âlemi tevhid ile idare ettiği nasıl açıklanır? Deistler gibi: ‘Allah makinayı kurdu bıraktı. Artık karışmıyor!’ mu deriz? Ne halt ederiz?

Düzeni, ölçülülüğü, estetiği, sanatı, hikmeti vs, bütün bunları, kaderin bize öğrettiği ‘kuşatıcı biliş’i kabul etmeden kabul edemeyiz. Zira düzen de, ölçülü yapış da, sanat da, hikmet de bir ‘kuşatıcı biliş’in eseri olabilir ancak. Yani denilebilir ki: Kör tesadüfler böyle sanat eserlerinin yaratıcısı olamayacağı gibi, kader inkârcılarının itikat ettiği türden ‘olacaklara kör bir ilah’ da bu âlemi yaratamaz. Kur’an’ın buyurduğu gibi: Yaratan elbette bilir. Bilmek yaratmanın öncesidir. İlim kudretin evvelidir.

Yaratan elbette o fiili her cihetiyle yaratandır. Her detayıyla yaratandır. Kudret kısmını karşılayıp lazım olan ilmi sonradan farkedecek değildir. Yarattığını sonradan öğrenecek değildir. Allah işini tesadüflere bırakmaz. İnsanın en küçük teknolojisi bile bir biliş, takdir ediş, planlayış olmadan ortaya çıkmaz. Önceden bir telefon üreteceğini bilmeden kim telefon üretebilir? Bu kader inkârcıları, itikatlarının, her fiile bir ‘yarım ilahlık’ vermek anlamına geldiğini farketmiyorlar mı? Yalnız kudreti Allah’a bırakıp ‘iradeyi’ ve ‘ilmi’ gasbettiklerini görmüyorlar mı?

İhlas sûresinin faziletine dair anlatılanlar bu noktada bize ayrıca bir ışık tutuyor. Bediüzzaman’ın İşaratü’l-İ’caz’da kaderle temas eden izahlarda bulunduğu kısımda altını çizdiği birşeydir: “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Kader inkârcılarının da düştüğü en büyük varta bence bu. Allah’ın bilişinin kendi bilişlerinin ötesinde bir biliş olabileceğini kabul edemiyorlar. Onlara göre kendi bilişlerinin yukarısında/ötesinde, onlardaki sınırlardan münezzeh (subhan) bir başka biliş olamaz. Kendileri birşeyi olduktan sonra öğreniyorlarsa o halde olmadan önce bilen bir ilah mümkün değil. Kafaları böyle çalışıyor. Geri kalan bütün demagojileri bu temel hatalarının üstünü örtmeye çalışmaktan ibaret.

İhlas sûresini itikadın selameti anlamında büyük bir rehber kılan, tam da Bediüzzaman’ın yukarıda dikkat çektiği şekilde, Allah tasavvurumuzda oluşabilecek hatalardan bizi kurtarıyor oluşudur. Nasıl? Belki biraz şöyle: Vacibin mümküne kıyasının ‘mümkün olmadığını’ biz en çok İhlas sûresinden ders alıyoruz.

Mesela; sûrede vurgulanan Allah’ın Samediyeti, yani ‘hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç oluşu’ hakikati bize kader açısından şunu öğretiyor: Allah yarattığından birşey öğrenmeye de muhtaç değildir. Eğer Alîm-i Külli Şey (herşeyi bilen) olmazsa, o zaman birşeyleri de öğreniyor olacaktır ki, bu, Onun Samediyetine nakise getirir. Subhanlığına leke kondurur. Çünkü öğrenmek bir aczin ifadesidir. Bilmekten aciz olan ancak öğrenir. Bu bir muhtaçlıktır. Bir cehalettir. Bir doğurulmadır.

‘Onun doğurmamış ve doğmamış’ olduğunu vurgulayan ayet ise bize kader konusunda der ki: Allah doğmadığı ve doğurmadığı gibi, yaratışı da Onun ilmine bir ‘doğma’ ve ‘doğurma’ sayılabilecek ‘öğrenme’ katkısı yapamaz. Yani Allah’ın fiillerinden Onun haberdar olmadığı bir sonuç/ilim doğmaz  ki, Allah kendi ilminden hariç bir bilgi doğurmakla, onu sonradan öğreniyor olsun. Son ayet ise sanki Bediüzzaman’ın dikkat çektiği temel sorunu da ona öğreten ayettir:Onun hiçbir dengi yoktur… Yani, Onu kendinizle veya mümkünden başka birşeyle bu şekilde kıyaslamayınız ve benzetmeyiniz. “Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garip ve gülünç şeyler çıkar.” Hem Mesnevî-i Nuriye’de de diyor ki mürşidim:

Vâcibü’l-Vücud, zâtında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef’âlinde de benzemiyor. Çünkü, Vâcibü’l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev’, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vâcibü’l-Vücudun ef’âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.

Demek, arkadaşım, fiili failsiz zannedenle, yaratılışı kadersiz sanan arasında çok bir fark yok. İkisinin de takıldıkları yer, aşağı yukarı, aynı. Aynı taşa çarpıyorlar fakat yorumları başka oluyor. Ne diyelim? Allah bizim ayaklarımızı istikametten ayırmasın. Âmin.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: