Kavanozdaki Adam

Geçenlerde kızımı okuluna bırakırken, zaman zaman torunuyla gördüğüm fakat şahsen tanımadığım, bir teyze yolumu kesti:

Biraz kaygılı, biraz da telaşlı bir hali vardı… “ Evinizde televizyon yokmuş diye duydum, inanamadım, doğru mu?” dedi. Şaşkınca, merakına tebessüm ettim. “ Olur mu hiç öyle şey… Hiç televizyonsuz ev olur mu?” deyiversem rahatlayacaktı sanki. Büyük bir hayretle onu baş başa bırakacağımın farkında olsam da, “ Evet evimizde 5 yıldır televizyon yok” dedim.

Tam da zihnimde dönüp dolaşan kavanoz resmiyle aynı günlere tevafuk etti bu hadise. Kavanoz derken, öyle fasulye konservesi falan değil. İçine iki büklüm tıkıştırılmış bir adam olan, kapağı sıkıca kapatılmış bir kavanoz… Hani geçmişten bir şarkı çalınır dilinize, ister istemez mırıldanırken bulursunuz ya kendinizi… İşte bu “kavanozdaki adam” da son günlerde sık sık uğrar olmuştu zihnime. Hem de adını tam koyamadığım bir huzursuzluk hissini de beraberinde getiren bir kabusa yakın.

Derken, bu görüntünün çocukluğumda izlediğim bir diziye ait olduğunu hatırladım. Sahi, dedim, bu diziyi arasam bulur muyum,  neymiş, nasılmış? Bir göz attım internete ve buldum.  Kavanozdaki Adam… Ama ellerim titredi açarken. Bir iç sıkıntısı, bir kasvet, korku, kaygı… Hepsini barındıran bir girişi var dizinin, gerilim dolu bir de müziği…

Bir bölümü dahi izlemeye cesaret edemedim. Neredeyse 30 yıl önce zihnime bir şekilde yerleşmiş, ama hala izleri ve verdiği gerginlik taze.

“Televizyon çocuk dünyası ile yetişkin dünyası arasındaki farkı ortadan kaldırır.” demiş İletişim profesörü Joshua Meyrowitz. Bugünlerde olsa bu sözün yanına telefon ve bilgisayarlardaki görüntüleri de eklerdi sanırım.

Bu sözün doğruluğuna şahidim… Çocuksu neşemin o kavanozun içinde kapalı kaldığını hissediyorum, yıllar sonra bile.

Televizyonun, çocuğu pasifleştirdiği, empati gücünü azalttığı, iletişimini zayıflattığı, aşırı hareketlendirirken yorduğu, zihinsel gücünü yavaşlattığı, duygularına zarar verdiği… ve daha pek çok zararını biliyordum da… Yetişkin dünyası ile çocuk dünyasının arasındaki çizginin televizyon ile silikleşmesi, gerçeği, beni bir hayli sarstı.

Yetişkinlerin dünyasını düşündüm… Vuranlar, kıranlar, ölenler, öldürenler… Zulümler, zulmedenler…  kandıran, dolandıran, haksızlıklar, adaletsizlikler… Hastalar, hastalıklar… yalanlar, hakaretler…

Ya çocuk dünyası? Bütün bu karmaşayı taşıyamayacak kadar sade… Büyüklerin yalan dolanını anlayamayacak kadar masum… Ve bu masumiyetleri de sebepsiz değil ki, her birimize bir zamanlar sunulan büyük bir lütuf.

Duygularını pozitif hislerle olabildiğince genişletmeye ihtiyaçları var çocukların. Belki de bu yüzden dünyadan bihaber yaratılışları. Gelecek günler için içlerinde güç büyütmeliler, yetişkinler kırıp, dökmeden önce. Huzur ve enerji ile doldurmalılar depolarını, o kaygısız çocukluk döneminde. İleriki yıllarda zorluklarla karşılaştıklarında, ilk sığınacakları yer olacak çocukluk anılarının dokunulmazlığı.

Çocukları oyundan, aileden, arkadaştan,  sokaktan alıkoyup, ekranlar karşısına sabitlemek… Ve doğal ortamlardan uzakta, kurgulanmış yaşamlara ve negatif görüntülere maruz bırakmak. Bütün koruma kalkanlarını ellerinden almak demek, güçsüz ve savunmasız kalmalarına göz yummak demek.

Çocukların erkenden büyüklerin dünyasında kaybolmalarına razı olmak, çok büyük bir haksızlık değil mi?

Gonca Anıl
cocukaile.net

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: