Kibirden Kurtulup Mütevazi Olmak,  İnsanlığın En Yüksek Mertebesidir

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ indindeki (katındaki) izzeti bilindiği ve sonsuz lutf-u ilâhîye mazhar olduğu halde sahâbe-i kirâmdan duâ isteyecek kadar mütevâzî davranabilmiştir. Hz. Ömer şöyle anlatır; Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘den umre yapmak için izin istedim. İzin verdi ve:

“– Bizi duadan unutma, sevgili kardeşim!” buyurdu.

Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in bu sözüne karşılık bana dünyayı verselerdi bu kadar sevinmezdim. (Ebû Dâvûd, Vitir, 23)

Fahr-i Kâinât Efendimiz evindeyken elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder (İbn-i Sa’d, I, 366) ve koyununu sağardı. (Heysemî, IX, 20) Yine eşyâsını O kendisi taşır, hiç kimseye yük olmak istemezdi. Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-‘in anlattığı şu hâtırâsı bunun pek güzel bir misâlidir:

“…Birgün Efendimiz ile berâber çarşıya gitmiştim. Peygamberimiz oradan elbise satın aldı. Hemen koşarak onları elinden almak istedim. Bunun üzerine:

«Bir kimsenin, eşyâsını kendisinin taşıması daha uygundur. Ancak taşımaktan âciz olursa Müslüman kardeşi ona yardım eder.» buyurdu.” (Heysemî, V, 122)

Enes -radıyallâhu anh-‘ın anlattığına göre Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- hastaları ziyâret eder, cenâze teşyîinde bulunur ve herkesin binek olarak kullandığı şeyleri kullanmaktan çekinmezdi. Meselâ merkebe binmekten kaçınmazdı. Nitekim Hayber’in fethedildiği, Kureyza oğullarına sefer yapıldığı günlerde yuları hurma lifinden olan bir merkebi binek olarak kullanmıştı. (Hâkim, II, 506) Bineceği hiçbir hayvan olmazsa yaya olarak yürüdüğü de çoktu ve bu onun için gâyet normal bir hâldi. Câbir -radıyallâhu anh anlatıyor: “Hastaydım, Resûlullâh beni ziyâret etti. Hiçbir şeye binmeden yürüyerek gelmişti.” (Buhârî, Merdâ, 15) sözleriyle onun bu mütevâzî davranışını anlatmaktadır.

Mescid-i Nebevî inşâ edilirken herkes gibi kerpiç taşıyan, hendek kazımında herkes açlıktan karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, 2 ashâbı arasında onlardan fark edilmeyecek şekilde yaşar ve kendini onlardan üstün görmezdi. Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise anlatır:

“Fahr-i Cihân Efendimiz’in dört kişinin taşıyabildiği «Garrâ» adlı bir yemek kazanı vardı. Kuşluk vakti girip kuşluk namazı da kılındıktan sonra, içinde tirit bulunan bu kabı getirdiler. Ashâb-ı kirâm etrafına toplandı. Sahâbîler çoğalınca Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- diz çöktü. Bunu gören bir bedevî, hayâtında hiçbir zaman bu kadar yüce bir tevâzû görmemiş olmanın verdiği şaşkınlıkla:

– Bu nasıl oturuş, diye sordu. Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:

«– Allâh Teâlâ beni inatçı bir zorba değil, şerefli bir kul olarak yarattı.» buyurdu. ” (Ebû Dâvûd, Et’ime, 17)

Fuzûlî, Allâh Resûlü’ne ezelde bahşedilen büyüklüğün, bir kul gibi davranmasıyla aslâ yok olmayacağını bir temsille şöyle dile getirir:

Saâdet-i ezelî kâbil-i zevâl olmaz

Güneş yer üstüne düşmekle pâymâl olmaz.

Allâh Resûlü bir kimsenin kendisini arkadaşlarından farklı görmesini sevmezdi. Bir sefer esnâsında ashâbına koyun kesip pişirmelerini emretmişti. Ashâbından biri; “Yâ Resûlallâh, onu ben keseyim.” dedi. Başka biri; “Yâ Resûlallâh, yüzmesi de benim vazifem olsun.” dedi. Bir başkası da; “Yâ Resûlallâh, pişirmesi de bana âit olsun.” dedi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de:

“– O hâlde odunu toplamak da bana âit olsun.” buyurdu. Sahâbîler; “Yâ Resûlallâh! Biz onu da yaparız, senin çalışmana gerek yok.” dedilerse de Peygamberimiz :

“– Sizin benim işimi de yapabileceğinizi biliyorum. Fakat ben, size göre imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allâh Teâlâ kulunun, arkadaşları arasında imtiyazlı durumda olmasını sevmez.” buyurdu. (Kastallânî, I, 385)

Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem devlet başkanlığı hem de ordu kumandanlığı gibi pâyeleri şahsında topladığı halde, eşine rastlanmaz bir tevâzû örneği sergilemiştir. Bu azim ve gayretleri, Allâh Teâlâ’nın inâyeti ile buluşunca kendisine büyük fetihler müyesser olmuştur. Ancak bunların hiçbiri Fahr-i Kâinât Efendimiz ‘in tevâzûunu en küçük bir şekilde zedelememiştir. Efendimiz’in fetihten sonra Mekke-i Mükerreme’ye girişi en büyük tevâzû örneklerindendir . Orada bulunan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvir ederler:

“Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allâh’ım! Hayat ancak ahiret hayâtıdır!» diyordu.” (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1) 3

Peygamber Efendimiz, bunca zaferlere rağmen insanlara karşı mütevâzî davranmaktan hiçbir zaman geri durmamıştır. Meselâ ashâbından birisi deve üzerinde giderken o, sâde bir insan gibi yaya olarak yürüyebilmiştir.

Birgün Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-, muhacir ve Ensâr’dan bâzı kişilerle birlikte Muaz bin Cebel’i Yemen’e vâli olarak uğurlamaya çıkmıştı. Muaz -radıyallâhu anh- binek üzerinde gidiyor, Resûl-i Ekrem Efendimiz ise yanı sıra yaya yürüyor ve kendisine bazı tavsiyelerde bulunuyordu. Muâz:

– Yâ Resûlallâh! Ben binekteyim, sen ise yaya yürüyorsun! Ben de inip seninle ve ashâbınla birlikte yürüsem olmaz mı, diye mahcûbiyetini dile getirdi. Onu teskîn eden Efendimiz, kendisini meşgul eden esas meselenin ne olduğunu açık bir şekilde gösteren şu cevâbı verdi:

“– Ey Muâz! Bu adımlarımın, Allâh yolunda atılan adımlar olmasını arzu ediyorum.” (Diyârbekrî, II, 142)

Nâmık Kemâl, tevâzûun en büyük yücelik, halka hizmetin de efendilik olduğunu ve bunların en güzel örneklerinin Peygamberimiz’in hayâtında bulunduğunu şöyle dile getirir:

Tevâzû ayn-ı rif’at, hizmet-i millet siyâdettir

Olunsun hulk-i Peygamber’le istişhat lâzımsa.

Yine Server-i âlem Efendimiz, bu derin tevâzuu sebebiyle yolculuk esnâsında arkadan gider, yürümekte güçlük çeken kimseleri terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94)

Böylesine derin bir tevâzuun özünde, dünyâdaki makâm ve mevkîlerin bir kıymet ifâde etmemesi vardır. Onun gözünde hayât ancak âhiret hayâtı idi ve yarışanların bunun için yarışması gerekiyordu.

Bütün bu rivâyetlerde gördüğümüz misâller onun yüksek tevâzûundan bize akseden pırıltılardır. O ise anlattığımızdan daha yükseklerde, daha ötelerdedir. Çünkü tevâzû onun şiârıdır. Ümmetin vazifesi de onun izini tâkip etmek ve münevver yolunda yürümek olmalıdır. Bu hakîkati Mevlânâ hazretleri, çevresindekilere tatbîkî olarak ne güzel anlatmıştır:

Hz. Mevlânâ’yı görmek üzere Konya’ya gelen bir papaz, maiyyeti ile birlikte yolda giderken hazrete rast gelir. Hürmet ederek huzûrunda eğilir. Mevlânâ da aynı hürmetle mukâbele eder. Papaz başını kaldırdığı zaman Mevlânâ’yı aynı ihtirâm vaziyetinde bulur. Nihâyet bu tevâzu karşısında hayrân kalıp Müslüman olur. Mevlânâ eve döndüğü zaman oğlu Sultan Veled’e şu müthiş sözü söyler:

– Bir râhip tevâzû faziletini elimizden almak istedi. Allâh’a şükür ki bu yolda biz onu mağlûb ettik. Çünkü tevâzu ve hilim, Âlemlerin Efendisi’ne mensup olanların şiârıdır.

Faydalı yazıları derleyip kardeşlerle paylaşmaktan mutlu olan Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: