Kıssalardan Pratik Dersler!

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrud karşısındaki duruşu, Allah’la bir olmanın, Allah’ı yanında bilmenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’un tüm çabalarına rağmen yine Firavun’un sarayında ve kucağında büyümesi, hakikatin serpilmek için kimseye muhtaç olmadığını resmeder. İblis’in Hz. Âdem (a.s.) için “topraktan” diye secde etmeyi reddetmesi, yeryüzünü kana bulayan ırkçılığın işaret fişeğidir.

Hz. İbrahim’in (a.s.) Nemrud karşısındaki duruşu, Allah’la bir olmanın, Allah’ı yanında bilmenin ete kemiğe bürünmüş halidir. Nemrud’un İbrahim’e (a.s.) ateşten bir cephe açması, “ben ateştenim, o ise topraktan” diye kibirlenen İblis geleneğinin devamıdır.

Hz. İbrahim’in (a.s.) ateşte gül buluşu, Âdem’in (a.s.) toprağını değil de üflenen ruhunu görerek secde eden meleklerin secdesinin “serinlik ve selamet”le sonlanışıdır.

Nemrud’un İbrahim’e (a.s.) “Ben de hayat verir ve öldürürüm” iddiasıyla iki mahkûmdan birini bağışlayıp diğerini öldürmesi, insanın Allah’ın fiilini kendi fiili sanma yanılgısının klasik fotoğrafını tamamlıyor. İbrahim’in (a.s.) “Benim Rabbim güneşi doğudan doğdurur, sen de batıdan doğdur” diye meydan okuması ise, Nemrud’u kendinde var sandığı kudret ve güç yanılsamasından uyandırmayı amaçlıyor: “Gerçekten bir şey yapabiliyorsan, sana verilenle değil sana verilmeyenlerle (güneşi batıdan doğdurmak) yap!

Hz. Musa’nın (a.s.) Firavun’un tüm çabalarına rağmen yine Firavun’un sarayında ve kucağında büyümesi, hakikatin serpilmek için kimseye muhtaç olmadığını resmeder.

Evet, hakikat insanı aşar, insana ait değildir, insan hakikate aittir; görünenin yanında duran kalabalıklardan ve kabalıklardan korkmamalıdır. Allah’la beraber olan kendini az sanmamalıdır. Musa (a.s.) bir ümit çağrısıdır. Firavun ve ordusunu yutan Kızıldeniz, ahiretsiz dünyanın sembolüdür. “Ne kadar çok olursan ol, ne kadar çok biriktirirsen biriktir, karşı kıyıya geçemeyeceksin. Dünya tarlasından sonsuzluk hasadı biçemeyeceksin.”

İşin aslını Hızır anlatır

Hz. Musa’nın (a.s.) Hızır’la (a.s.) yürüyüşü, insanın hayat karşısındaki hazırlıksızlığının nezaketli anlatımıdır. “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” sırrını fısıldar. “Aklınızı gözünüze indirmeyin!” diye uyarır. Önce gemisi hasarlanır insanın. Hatalar olur, günahlara düşer, isyanda kalır. Böylece delikler açılır özgüveninde. Sonra masumiyeti ölür insanın. Oysa hep masum kalsın isterdi. Ve ömrünün sonunda sayısız pişmanlıkla baş başa kalır.

İşin aslını anlatır Hızır: “Hiç hatan olmasaydı, hepten kusursuz olsaydın, bütün varlığına el koyacak kibir/büyüklenme korsanının elinde kalırdın. Kusurlarınla mahcup olman, hata edebilir olduğunu görmen, senin için daha hayırlıdır. Masumiyetinin ölmesi senin hakkında daha hayırlıdır; çünkü böyle olunca hatalarıyla, kusurlarıyla, günahlarıyla, isyanlarıyla tövbe edip Rabbine samimiyetle dönen, kurtuluşu Rabbinin affında gören bir güzel kul oldun. Masum çocuk gitti, daha hayırlısı geldi. Hem sonra merak etme, senin o kötülükleri ‘henüz cahilken’ yaptığını bilen/gören Rabbin, o kötülükleri Senin için örtecek, Senin ebedî hayatını doğrultacaktır. Seni değerli ve hayırlı yapan o pişmanlık hazinesini eline asıl ihtiyaç duyduğun anda verecektir.”

Âdem’in evladına üflenen

İblis’in Hz. Âdem (a.s.) için “topraktan” diye secde etmeyi reddetmesi, yeryüzünü kana bulayan ırkçılığın işaret fişeğidir. “Ben ateştenim, o ise topraktan” sözü, bütün zamanlara “Ben beyazım, o zenci”, “Ben Türküm, o Rum/Ermeni/Kürt”, “Ben Sünnîyim, o Alevî”, “Ben erkeğim, o kadın” şeklinde yankılanmaktadır. O sahnede melekler Âdem’e üflenen ruhu gördü, İblis ise Âdem’in toprağına takıldı.

Hâlâ daha o sahnedeyiz; kimimiz meleklerin safında olurken, kimilerimiz İblis’in kollarında yürüyoruz: İnsanı, üzerindeki “Allah” markasıyla değil de eti kemiğine, parasına ve mevkiine, elbisesine ve rengine göre değerlendirmeye devam ediyoruz.

Said Nursî’nin Yirmi Üçüncü Söz’de tarif ettiği, “iman intisabı”nı görenler ve görmeyenler olarak ikiye ayrılıyoruz. Birinciler “bakır para”yı üzerindeki mühre göre değerlendiren “antikacı”lar, ikinciler ise üzerindeki mührü dikkate almaksızın bakırı etiyle buduyla tartmaya kalkan “bakırcı”lar. Tüm ayırımlar, ırkçılıklar, aşağılamalar, dışlamalar, cemaatçilikler, garazlar, taraftarlıklar, gıybetler, iftiralar tam da o “intisab”a kör olmaktan, Âdem’in evladına üfleneni görememekten kaynaklanıyor. Örneğin, Veda Hutbesi’nde Peygamberimizin (a.s.m.) “Arabın Aceme üstünlüğü yoktur” diye ifade ettiğin gerçeği, “Türkün Kürde üstünlüğü yoktur” diye asıl anlamıyla tercüme etmekten ödümüz kopuyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganıyla Âdem (a.s.) karşısındaki yerimizi belli ediyoruz. Acaba neresi?

Bir de şu var: İblis, “o topraktan olduğu için secde etmedim” derken, “o ateşten olsaydı, secde ederdim” diye ima eder. Tam da burası bizim kederimiz ve kaderimizdir. Bu ima, hakikate “şartlı” tâbi olmayı ifade eder. Gerçek karşısında “siyasî” duruşu açığa vurur. Zira hakka hakkın hatırına tâbi olunur. Hakka tâbi olmak için haktan başka bir şeyi şart koşmak, başka bir konumun hesabını yapmak, “hasbî” değil “hesabî” duruştur. Hakka bir hesapla tâbi olanlar, hakka değil hesabına tâbidir; İblis gibi. Gerçeği kendi yanında olduğu, kendisine yararlı olduğu için benimseyenler, gerçeğe değil kendi heveslerine tâbi olurlar. Bu duruş, “şeytanî” duruşla, “siyasî” duruşu yan yana getirir, eşitler.

İşte Said Nursî’nin “euzubillahimineşşeytânivessiyase” ifadesi, bu evrensel duruşu taşır(ır) hayata. Sanıldığının aksine, Said Nursî, burada “siyasette olup bitenler beni ilgilendirmez” safdilliğinden yana olmuş değildir.

Senai Demirci / Moraldunyasi.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: