Kul hakkından kurtulmak mümkün mü?

İnsan bilerek veya bilmeyerek birisine haksız bir davranışta bulunmuş olabilir. Hatta onu mağdur bir duruma düşürmüş ve bazı haklarının elinden çıkmasına sebep olmuş da olabilir. Kendimizi her ne kadar korumaya, hakperest olarak kalmaya çalışsak da, birtakım hata ve kusurlar mutlaka elimizden çıkıyor.
Öyleyse bu durum karşısında ne yapmalıyız? “Bir defa oldu, bir daha yapmam. Keşke yapmasaydım” dememiz, iç dünyamızda hesaplaşmamız vicdanen rahatlamamıza yeterli gelir mi? Yoksa hatamızın telafisine çalışıp da onu düzelterek, hak sahibinden helallik dilemeli miyiz?

İslamda genel anlamda, bir Allah hakkı, bir de kul hakkı kavramı vardır. Allah hakkı, her insanın Rabbine karşı yapması gereken kulluk görevleridir. Bu konuda yaptığı bir kusur, günah ve eksiklikten dolayı affı için Allah’a yalvarır. Tevbe ve istiğfar ederek affını diler.

Fakat kul hakkı öyle değildir. Onun bir tek telafisi vardır. O da, haksızlığa uğrayan, zarar gören kişiyle bizzat görüşüp özür dilemektir. Gerekirse, helâllik dilemekle birlikte, maddî bir kaybı varsa karşılama yoluna girmektir.

Bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar:

“Bir kimse, kardeşinin onuruna yahut malına haksız olarak saldırmışsa, karşılık olarak verilebilecek altın ve gümüşün bulunmadığı günden (Kıyamet) önce helalleşsin. Aksi halde, yaptığı haksızlık nispetinde onun iyi amellerinden alınıp hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden adama verilir.” (Buharî, Mezalim: 10.)

Bu durumda helalleşmekten başka çıkar yol yoktur. O kadar ki, insan şehit bile olsa kul hakkından kurtulamıyor. Eğer üzerinde kul hakları varsa, Allah, diğer günahlarını bağışladığı halde, kul hakkını bağışlamıyor. Bu yüzden tek çare hak sahibinin gönlünü almaktır.

Yapılacak olan bellidir: Zarara uğramasına sebep olduğunuz kimseye gider, önce hata yaptığınızı itiraf edersiniz. Özür beyan edersiniz. Sizi affetmesini, hakkını helâl etmesini rica edersiniz. Maddî bir kaybı da varsa, imkânınız ve onun razı olabileceği nispette hakkını verirsiniz.

Böylece elinizden geleni yapmış olursunuz. Karşınızdaki insan da sizi hoş karşılarsa, hoşgörü ve anlayış gösterirse, suçluluğunuz kalkmış olur. Hadis-i şerifte açıklandığı gibi, daha dünyadayken helâlleşerek âhiretteki hesaplaşma kurtulmuş olursunuz.

Bununla birlikte hâlâ vicdan azabı çekiyorsanız, ayrıca tekrar tekrar tevbe ve istiğfar edersiniz. “Pişmanlık tevbenin kendisidir”, “Günahından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur” mealindeki hadis-i şeriflerin sırrıyla Allah katında da rahata kavuşmuş olursunuz.

Bir insan tevbesinin kabul olduğunu, günahtan kurtulduğunu nasıl anlar, nasıl fark eder, bu hal nasıl bilinir?

Cevabını Peygamber Efendimizden (a.s.m.) öğrenelim: “Bir günah işledikten sonra tevbe edip iyilik işleyen kimse, üzerine çok dar bir zırh giyinen bir adama benzer. Günahtan sonra bir iyilik yaparsa, zırhın halkalarından biri çözülür. Bir iyilik daha işlerse öbür halka da çözülür. Yapılan iyiliklerin sonunda zırh yere düşer.” (et-Tergib ve’t Terhib, 4:106)

Gerek bir günah işleyen, gerekse haksız bir davranışta bulunan bir kimse, o günah ve hatanın arkasından pişmanlık duyarak sevaplı ameller işlerse, bu durumunu değiştirebilir. Artık bundan sonra bir vicdan azabı çekmesine, huzursuz olup üzüntüye kapılmasına gerek kalmaz. Çünkü o, bir kul olarak, iyi niyetle elinden geleni yapmış sayılır.

Kul hakkı ahirette nasıl alınır?

Peki, kul haklarıyla âhirette helalleşmek nasıl olacak? Bu ortamda alacağımız da, borcumuz da oluyor.

Bir defa kul hakkını âhirete hiç bırakmamak lazım. Çünkü dünya ölçüleriyle paha biçilmeyen en değerli şeyler âhirette beş para etmiyor.

Çil çil altınlar, göz kamaştıran elmaslar, pırlantalar; en lüks arabalar, yatlar; en alımlı köşkler, saraylar, leb-i derya yalılar âhiret açısından bir değer taşımıyor.

Şanlar, şöhretler, makamlar, rütbeler, koltuklar, gözümüzde büyüttüğümüz dünyalık hiçbir şey orada bir işe yaramıyor.

Biz gittikten sonra geride kalan, bizimle gelmeyen, giderken götüremediğimiz hiçbir varlığımız o pazarda alıcı bulmuyor.

Onun için hak hukuk meselesini burada çözüp bitirmek işin en kestirmesidir.

Sevgili Peygamberimiz, hak hukuk meselesini önemsemeyip âhirete bırakanları asırlar öncesinden uyarıyor ve şu noktalara dikkatimizi çekiyor:

“Bir kimsenin kardeşinin haysiyetine yahut malına haksız olarak taarruz etmişse, (iltimas olarak verebilecek) altın ve gümüşün bulunmadığı günden önce helalleşsin. Aksi halde yaptığı haksızlık oranında onun iyi amallerinden alınır, hak sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınır, haksızlık eden adama yükletilir.” (Buharî, Mezâlim10)

Bir başka hadiste bu anlatım değişik bir şekilde dile getirilir, aynı konuya ağırlık verilir. Akıllarda kalması, insanların önem vermesini sağlamak amacıyla Peygamberimiz bazen sual-cevap metodunu kullanırdı.

Bir defasında sahabilere sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Sahabiler: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.

Peygamberimizin cevabı ahiret açısındandı, şöyle cevap verdi:

“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekat sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnat ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.” (Müslim, Birr:59)

Mesele oldukça önemli ve hayati bir değer taşıyor. Bunun için hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz; hakkın azı çoğu, ucuzu pahalısı olmaz. Kur’ân’ın ifadesiyle, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onun karşılığını görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görür.” (Zilzal Suresi, 99:7,8)

Bir sahabinin “Ey Allah’ın Resulü, eğer o hak değersiz bir şey de olsa mı?” sorması üzerine, Peygamberimizin verdiği cevap âyetin bir açıklaması şeklindedir:

“İsterse misvak ağacından bir dal parçası olsun” (Müslim, İman:218)

Bu açıdan dünyaya ait işleri âhirete bırakmamak, âhirete sarkıtmamak için, alacak ve borç meselesi başta olmak üzere, bir şekilde üzdüğümüz, mağdur ettiğimiz, sıkıntıya soktuğumuz, kalbini kırdığımız birisi varsa, telafisi yoluna gitmekten başka çare kalmıyor.

Haklar aynî/maddi türden bir şey ise bir an önce ödemek; şayet iftira, gıybet, hakaret ve benzeri manevi haksızlılar ise helalleşmek, özür dilemek, karşının gönlünü kazanmak gerekiyor.

Bu konuda göstereceğimiz hassasiyet, aynı zamanda iman derecemizi, Allah katındaki yerimizi, insanlar arasında da şeref ve karakterimizi belirliyor.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi / 105. Sayı

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: