Kur’an bizi nasıl tedavi eder?

Hep iddia ederiz ama hiç altını kazımayız: Kur’an bizi nasıl tedavi eder? Allahu’l-alem kaydıyla ben diyorum ki: Kur’an bizi öncelikle ‘bütüne çağırmakla’ ve/veya ‘bütünü hatırlatmakla’ tedavi eder. Çünkü insan, yaratılışı hasebiyle parçada boğulucu, tevhid bütünlüğünü unutucudur. Muhakemat’ta geçen Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir… cümlelerinin verdiği dersin izlerini takiben farkettiğimiz, hayrın ‘ancak küllî olana bakılmakla görülecek olan asıl’ ve şerrin ise ‘kuşatamamaktan’ ve/veya ‘parçada boğulmaktan’ dolayı görülen tebeî bir ilizyon’ olduğu gerçeği, delil olarak sunabileceğimiz ayetlerle ve hadislerle birlikte, bunu söyler bize.

“Akıbet takva sahiplerinindir!” veya “Yine Ona döndürüleceksiniz!” hatırlatmalarından tutunuz daha belki yüzlercesi ‘hesaba katılmayanı anımsatma’ merkezlidir. Kur’an’da geçen cennet-cehennem, haşir, mizan, hesab günü, geçmiş kavimlerin başına gelenler, adalet, gayb ihtarlarının tamamı aslında küllî/kapsamlı bakışa bir çağrıdır. Çünkü insan, eğer bir yerde takılmışsa, ayağı sürçmüşse, yaşadığını veya eşyayı hikmetsiz sanmışsa bu onun cüz’i’de boğulması ve mezkûr takıntısını bütünün kendisi sanmasıdır. Hatta ebeveyn hukukunu anlatan ayet bile bir açıdan bütünü hatırlatmaz mı bizlere? “Biz insana ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürer.” Demek emrin hikmeti ve adaleti de ancak bütüne bakılabildikçe görülür. Bütün bilgisi parçada takınılacak tavrı dengeli kılar.

Bu noktada Kur’an’ın en büyük tedavisi, insanın (yine Muhakemat’taki ifadesiyle) hurdebini olan aklıyla göremeyeceği bütünü net bir şekilde görmesidir. Ve insana/hayata dair her sorunsalda bizi ‘farkında olmadığımız bütüne’ bihakkın çağırabilmesidir. Ki mürşidim de 13. Söz isimli eserinde Kur’an’ın bu ballar balı yanını şöyle bir temsille ifade eder:

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki: Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.

İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine ‘Maşaallah, bârekâllah’ deyip, ‘Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!’ demişler.

Kainatın tılsımı, derine değil, bütüne bakmakla görülendir. Uyum ve ahenk ancak bütüne bakılınca görülen şeylerdir. Denge bütündedir. Uyum bütündedir. Güzellik bütündedir. Bütüne hâkim olamayanın fikri, kuşatabildiği kadarın vurgusuyla/dengesizliğiyle ifrat ve tefrite düşmekten kurtulamaz.

Kendimize dönelim. Bir taziye, bir teselli, bir ümit veya güzel bir akıl vermek istesek ne yaparız? Yine bütünü hatırlatmaz mıyız insanlara? “Geçecek bunlar!” veya “Gün doğmadan neler doğar!” veya “Allah büyüktür!” gibi tesellilerimizin tamamı aslında birer ‘bütüne çağrı’ değil midir? Hatta, diyebilirim ki, psikoloji dediğimiz bilimdalı dahi tastamam buna dayanıyor. Hastaya ‘sorununa daha geniş bir perspektiften bakmayı’ veya ‘daha farklı açılardan görebilmeyi’ öğretme meselesi bütün tedavinin içeriği. Vahiy de bunu yapmıyor mu?

Kur’an-ı Hakîm ‘bütüne çağıranların’ en hakikatlisidir. Zaten hakikat de ancak bütüne bakınca görünendir.

Önceki üç yazımızda olduğu gibi bu yazıda da Ene Risalesi’nin ahirine atıf yapalım ve soralım: Bediüzzaman neden orada Kur’an’ın ayetlerinin cilvelerini ‘asansör’ olarak tarif eder? İnsanın nazarını daha yukarıya kaldırıp bütünü temaşa etmesi ve dengesini kazanmasını sağladığı için olabilir mi?

Zaten hak ve hakikat dediğimiz şeyler de ancak bütünün kabulüne vabeste olan şeylerdir. Yani hakikat bilgisi dediğimiz bilgi, keşf gibi görecesi olmayan, izah ettiğinizde herkesin “Evet bu böyledir…” dediği bilgidir. Allah’ın bir isminin Hak oluşu da varlığın işaret ettiği hakikatin O oluşundandır. Varlık Cenab-ı Hakka dairdir. Onun hakkındadır. Yaratışının gerçeği, doğrusu, hakkı, özü… Odur. Ondan gayrısı veya Ona dair olmayan herşey varlığın hakikatinden de sapmıştır. Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir.

Bu noktada esmaü’l-hüsnaya dair de birşeyler söyleyelim: Bence esma onlardan bakılınca tevhidin bütününe nazır manzaralar görünen pencerelerdir. Rahmet, hikmet, adalet, nizam vs… Bunlar bütün kainatın her köşesinde câri ve izleri okunabilen, bir yönüyle kainatı birbirine bağlamış ve bütününde rengi okunan şeylerdir. Esma tefekkürü ve bilgisi bu yönüyle bize ‘bütünlüklü bir bakış’ sağlar. Fakat isimler arasında geçiş yapabilmek (yani bir esmadan diğerini görebilmek) de bu bütünlüğün bir parçasıdır. Varlığı ‘isimlerin yansımalarından müteşekkil bir bütün’ isimleri ise ‘aynı Zat’ın isimleri olmakla bir bütün’ olarak gördükçe insan hem fikren, hem ruhen, hem yaşayış olarak rahatlar. Elhamdülillah.

Rahatlar çünkü uyum bütündedir. Daralmalarımız tamamı öncelikle ve öncelikle nazar ve iman daralmasıdır. Ene Risalesi’nin ahirine dönersek yine: Üç yoldan ikisinde ilerlemenin zorluk ifade ediyor oluşu da yine bunun bir sembolü sayılmaz mıdır? İnsan, Kur’an’ın ve Kur’an’ın bir nevi özeti olan esmaü’l-hüsnanın bakış açısına sahip olmazsa, hayat ona nasıl da zor gelir! Ayrılıklar üzerine üzerine yürümekle veya ayağına ayağına dolanmakla ilerlemesini nasıl da engeller! İntiharı isyan gibi düşünüyoruz çoğu zaman ama bence öyle değil. Hayat sizin için tünelde taşları parçalayarak ilerlemek veya türlü engellerle mücadele edilerek alınan bir zorlu mesafe gibiyse elbette yaşamak çileli gelir. İşte Kur’an asansörü bizi parçanın sarsıntılarından kurtulmaya ve bütünün tedavi ediciliğine çağırıyor.

Ahmet AY – risalehaber.com