Kur’an Kıssalarında “Aile” Örnekleri

İnsanlık “ilk baba” ile adım atmış hayata. O da cennette. Allah, evvela “Âdem Baba”yı yaratmış insan olarak; ondan da eşi Havva Anamızı…

Cennet çile, ıstırap, dert yeri değil, ama “Âdem Baba”nın çilesi cennette başlamış. İşe şeytan karışınca “yasak meyveden” yiyivermiş. Asıl vatanından gurbete çıkmışlar. Dünyaya gel­mişler. Yıllarca tek başlarına dolaşmışlar yeryüzünde. Kendisi dünyanın bir köşesinde, eşi dünyanın öbür köşesinde. Sonunda Arafat’ta buluşmuşlar. İlk çocukları Habil ile Kabil, “bir kız yüzünden” birbirine düşmüşler, Kabil Habil’i öldürmüş.

Garip bir tecelli. Düşünebiliyor musunuz, Peygamber ba­ba­nın, ilk iki çocuğundan birisi katil, diğeri maktul oluyor. Kur’an bu olayı anlatırken, Kabil’in öldürdüğü kardeşini nasıl defnedeceğini bilemediğini, defin işlemini bir kargadan öğrendiğini anlatıyor.

“Âdem Baba”nın çilesi bin küsur sene sürmüş. Cennette ya­ratılmış, sonra dünyaya gönderilmiş. Cennete her şey önün­de, bolca, sonsuz bir şekilde bulunurken, burada çiftçilik yaparak rızkını temin ediyor.

Kur’an bu kıssayı, herhalde çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için gece gündüz ter döken, çocuklarıyla imtihan olan veya müreffeh bir hayat içindeyken sonradan feleğin çarkları içinde kıvranan babalara bir örnek olması için su­nuyor. Hiçbir baba “Âdem Baba” kadar zorluk yaşamamıştır, yaşayamaz da zaten…

Oğlu tarafından reddedilen baba

İkinci “baba peygamber” Nuh Aleyhisselam. Tufan öncesi Hz. Nuh gemiyi inşa etti. Kendisine inananlar gemiye bindi. İnanmayıp gemiye binmeyenler arasında hanımı ile oğlu Ke­nan vardı. Gemi, dev dalgalar arasında seyre başladı, fakat Ke­nan gemiye yanaşmıyordu. Baba şefkati dile gel­di: “Oğulcağızım, gel bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerden olma” diye yalvarıp yakardıysa da, oğul oralı olmadı.

Kenan düşman safında yer almasına, Allah’a âsi olmasına, babasını tanımamasına rağmen, Hz. Nuh yine nezaket ve şefkati ihmal etmedi, “Yavrum, oğulcağızım, evladım” an­lamında “Yâ büneyye!” diyerek sürekli ona elini uzattı.

Kenan bütün teklifleri reddetti. Ama “Nuh Baba”, müşfik halini Rabbine arz etmekten geri durmadı, “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” dediyse de, Yüce Allah, “Ey Nuh, o senin ailenden değildir. O kötü bir iş yaptı” buyurarak hükmünü verdi. Çünkü din bağı, kan bağının önüne geçiyordu. Verilen hükme boyun eğdi, Rabbinden bağışlanmasını diledi.

Evladı ve babasıyla imtihan yaşayan baba

“Ulü’l-azm” peygamberlerin başında yer alan, Rabbinden “peygamber evlat” istediği için yüzlerce peygamberin atası ve babası olan İbrahim Aleyhisselam baba-evlat, evlat-ba­ba ilişkisinde mükemmel bir örnek ve müstesna bir önderdir.

Hz. İbrahim’in eşleri ve çocukları uğrunda çekmediği çile, görmediği eza kalmamıştı. O gerçek bir babaydı. Allah’­tan salih bir evlat istedi, Cenab-ı Hak da kendisine ileri yaş­larında “yumuşak huylu bir oğul müjdesi verdi.” Fakat onu da kurban etme emri aldı. Konuyu anneden önce oğluna açtı: “Oğulcuğum, rüyamda seni kurban ederken gördüm. Buna ne dersin?” Hayatının baharında bulunan “salih oğul”, “Baba­­cığım, sana emredileni yap!” sözleriyle tevekkü­­lünü dile getirdi.

Baba “alttan” alıyor, “oğulcuğum” diyor, evlat boyun eği­yor, “babacığım” karşılığını veriyordu. Edebin, inceliğin ve saygının kelimelere dökülüşü mest ediyor insanı…

Acaba hangi baba, biricik oğlunu kurban etme emrini alacak olsa, tereddütsüz eline bıçağı alır, hangi evlat babasının “seni kurban edeceğim” teklifine boynunu uzatır. İşte öyle babaya böyle bir oğul, böyle bir oğla da öyle bir baba…

İbrahim Aleyhisselamın evladıyla sınavı olduğu gibi, baba­sıyla da sınavı vardır. Kendisi “tevhit” sembolü bir peygam­ber, babası da Nemrud’un putçusu bir putperest. Sert, tavizsiz, kaba kuvvetten başka bir şey tanımayan bir adam.

Her seferinde eline ayağına düşerek, peşpeşe “Yâ ebeti” yani, “Babacığım, babacığım, ne olursun!” diye yalvar yakar babasını tevhide davet ederken, baba olanca hıncıyla, “İbra­him, yoksa sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vazgeçmezsen seni taşlarım” tehditlerini savuruyordu.

Ama oğul İbrahim, “Sana selam olsun” diyor, görevine de­v­am ediyordu: “Senin için Rabbimden af diliyorum.” Ancak Cenab-ı Hak af dileğini kabul etmedi. Babasının Allah düş­manı olduğunu Rabbinden öğrenince o da ısrarından vazgeçti. Kulluk, evlatlığın önüne geçmiş, iman isyana galip gelmişti.

Gözlerini yitiren baba

Hz. İbrahim’in torunu ulu bir peygamber var. Gözü yaşlı, kalbi hüzünlü, iliklerine kadar evlat acısını çekmiş, hasret ateşine yanmış, “Yusuf! Yusuf!” diye bağrına taş basmış, ama derdini Allah’tan başka kimseye açmamış baba-evlat gü­zellemesini bütün incelikleriyle yaşamış bir insan: Yakub Aleyhisselam.

Bir rüya ile başlar “Yusuf’un macerası”, “Babacığım, ben rüyamda gördüm ki,” cümlesiyle başlar ve “Babacığım, işte bu rüyamın yorumudur” sözleriyle biter.

Kenan illerinde yaşayan “Baba Yakub” oğlunun kardeşleri yüzünden kayboluşunun ardından ıstırabından gözlerini kay­­beder. Ta Mısır’da ortaya çıkan Yusuf da, kardeşlerine, “Şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün de gözleri açılsın” diyerek gömleğini gönderir. Daha gömlek şehre ulaş­ma­dan, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” sözleriyle ba­ba­lı­ğın zirvesini yaşayan Hz. Yakub, gömleği yüzüne sürer sürmez gözlerinin içi parlar.

Yusuf’u kuyuya atarak ortadan kaldırdıklarını sanan ve babalarına dünyanın her türlü çilesini çektiren “Yusuf’unu kardeşleri”, babalarından özür dileyerek aflarını isterler. Çocuklarının bütün isyanlarını, tersliklerini ve huysuzluklarını anlayışla karşılayan “Yakub Baba”, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim” diyerek baba büyüklüğünü gösterir ve hepsini bağışlar.

Babalar ve kızları

“Babalar ve oğulları” olur da, “babalar ve kızları” olmaz mı? Kur’an bize bu konudaki örnekleri de verir. Kur’an zaten en çarpıcı insan örneklerini peygamberlerin şahsında anlatır.

Şuayb Aleyhisselamın hiç oğlu yoktu. Sadece iki kızı vardı. Koyunları onlar güder, onlar sular, onlar sağardı.

Birgün Şuayb Peygamber’in kızlarını kuyu başında melül, mahzun, çekingen ve korkak bir şekilde gören, haksızlığa hiç tahammülü olmayan mert bir delikanlı görür. Yolu Medyen’e kadar uzamıştır. Hak hukuk tanımayan çobanlar tarafından sarılan kuyuya yanaşır, bu iki kızın koyunlarını sulayarak yar­dım eder. Kızlara, “Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sorar. Kızlar da, “Çobanlar çekilmeden biz hayvan­larımızı sulamayız, babamız ise çok yaşlı birisi” derler

Kızlar eve döner, az sonra kızın birisi mahcup adımlarla gelir, “Babam seni çağırıyor. Hayvanları sulamanın ücretini vermek istiyor” der. Delikanlıyı babasıyla tanıştırır, kalbi deli­kanlıya yönelmiştir zaten. Kız, bir teklif sunar babasına:

“Babacığım” der, “Onu ücretli olarak tut, tutacağın adam­ların en iyisi, bu güçlü, güvenilir kimsedir.”

Delikanlı, karşısında Hz. Şuayb’i görür görmez, aradığını bulmanın sevincini yaşar. Kızının teklifini makul karşılayan Hz. Şuayb, on yıl çobanlık yapma karşılığında kızlarından birisini kendisiyle nikâhlamaya söz verir. O da kabul eder.

Bu delikanlı, geleceğin Musa’sıdır. On senelik bir “çobanlık”­tan ve bir peygamberin dizi dibinde geçen eğitimden son­ra Hz. Şuayb’ın damadı olur ve ardından da “Peygamber­lik Musa’ya yakışır” lütfuna mazhar olur.

Hz. Şuayb’ın kızı, babasına hizmetinin ve iffetli hayatının karşılığını koca bir peygambere eş olarak alır.

Namus sınavı yaşayan baba peygamber

Bir “baba peygamber” daha var ki, çilekeş mi çilekeş, dertli mi dertli. Bir baba ancak bu kadar zor durumda kalır.

Sodom ve Gomore halkı eşcinsel bir sapkınlık içindedir. Ka­dınları bırakmışlar, erkeklere yönelmişlerdi. Yoldan geçen genç birisini görür görmez, peşine takılırlar, ondan vazgeçmezlerdi. Artık iş iyice ayyuka çıkmıştı. Bıçak kemiğe dayan­mıştı. Belalarını arıyorlardı. O sırada Cenab-ı Hak o şehre iki yakışıklı delikanlı kılığında Hz. Cebrail ile Mikail’i gönderdi. Bu iki melek Hz. Lut’a misafir oldular. Hz. Lut’un evine iki civanın girdiğini haber alan halk kapının önüne yığıldılar. Hz. Lut’tan misafirleri kendilerine teslim etmesini istediler.

Hz. Lut, o kadar zor durumda kaldı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemez duruma geldi. Çaresiz kalmıştı. Misafirleri teslim etmesi mümkün değildi. Teslim etmese de, kapıda bekleşen gözü dönmüşleri susturamıyordu.

Sonunda gücü kendine ve ailesine yetti. Onlara kendi kız­larını teklif etti: “Ey kavmim, işte kızlarım. Onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun, beni misafirlerime rezil etmeyin” dedi. Bu sözleriyle kızlarını onlara nikahlamak istemiş­ti, yahut onların verecekleri cevabı bildiği için böyle konuşmuştu. Zaten bu söze hiç kulak asmadılar. “Sen de biliyorsun ki, senin kızlarınla bizim bir işimiz yok” karşılığını verdiler.

Misafirler Hz. Lut’u daha fazla zor durumda bırakmamak için kimliklerini açıkladılar ve bu azgın kavmin beldesinin altını üstüne getirdiler.

İffet ve namus imtihanı ile karşı karşıya kalan babalar için Lut Aleyhisselamın bu durumu çok ibretlidir.

“Cennet Güzeli”nin Babası

Ama bir baba var ki, gerçek “kız babası” odur. Kur’an “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değil­dir” diyerek onun sadece Fatıma gibi bir “Cennet Güzeli”nin babası olduğunu ima eder. Yeryüzünde iki “Âl” (aile) vardır: Birisi “İbrahim’in âl”i, diğeri de “Muhammed’in (a.s.m.) âl”i. Zaten onlara her namazda dua ediyoruz.

Onun hayatını adımız gibi bilmemiz gerektiğinden o güzel babayı sizin havsalanıza havale ediyorum.

(Bahsedilen hadiseler Kur’an’ın birçok suresinde geçtiği için tek tek sure ve ayet numaralarını vermeye ihtiyaç duymadık.)

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi