Kur’ân’ı “anlamak için” okumak: her mü’minin önündeki görev (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-7)

Willow Wilson, ateist bir ailede hayata gözünü açmış ve tamamen ateist bir atmosferde yetişmiş Amerikalı bir hanım yazar idi. Yirmili yaşlarına doğru inançsızlığını sorgulamaya başladığında, Budizmi, Musevîliği ve Hıristiyanlığı tek tek inceledi. Bunlardan kendisine en yakın bulduğu Musevîlik idi, ancak belirli bir millete göre düzenlenmiş olduğu için onu eledi. Hıristiyanlıktaki tanrı tasavvuru ise almış olduğu ateist eğitimin argümanları karşısında hemen göçüveriyordu.

Buna karşılık, İslâm Wilson’un bayağı ilgisini çekmeye başlamıştı. Ancak bu arada 11 Eylül hadisesi vuku bulunca, Wilson kendisini İslâma karşı bir direniş içinde buldu. Öyle ki, daha önce âdeti olmadığı halde, Ramazan günlerinde özellikle Müslüman arkadaşlarının karşısında yiyip içmeye başladı. Bu arada, içindeki din arayışını – kendi tabiriyle – “tedavi eder” ümidiyle Salman Ruşdi’nin Şeytan Ayetleri’ne sarıldıysa da kitap ona pek tatsız geldi. Okuduğu hiçbir şey, Kur’ân’da buldukları kadar doğru görünmüyordu. Kelime-i Şehadeti telâffuz etmemek için gösterdiği çabalar günlük bir egzersiz halini almıştı. Ama o Kur’ân’ı okudukça onda aradığı şeyi buluyor, ateizmin diğer dinleri çürüten delillerinin Kur’ân karşısında hiçbir işe yaramadığını görüyordu. Daha da ötesi, “Sanki evvelden beri Müslümanmışım gibi hissediyordum,” diyordu  Wilson. “Çünkü Kur’ân’da zaten inanmakta olduğum şeyi buluyordum.”

Willow Wilson, İslâmı seçmesiyle sonuçlanan macerasını kitaplaştırdı ve the Butterfly Mosque adıyla yayınladı.[1]

Prof. Dr. Ali Köse’nin 1994 tarihli doktora tezine dayanan Neden İslâmı Seçiyorlar adlı kitabında da Batılı mühtedilerin İslâmı seçmeleriyle sonuçlanan arayışlarında Kur’ân’ın oynadığı rolü tasvir eden birçok vak’a yer alıyor. Bu vak’alardan birisinde, İngiliz din dersi öğretmeni John, Kur’ân ile macerasını şöyle anlatıyor:

“Öğretmenliğimin ilk yıllarıydı. Yeni bir öğretim dönemi başlamış ve üniversite imtihanına hazırlanan öğrencilerin din dersinde okuyacağı bölümler öğretmenlere paylaştırılmış, bana da Luka İncili ile İslâm düşmüştü. Üniversitede iken İslâmla ilgili bir ders görmemiştim. Dolayısıyla İslâmı öğretmek için hiçbir hazırlığım yoktu. . . . Dersin İslâmla ilgili bölümünü hazırlamak için bir Kur’ân tercümesi aldım. Öncelikle İsa ile ilgili âyetleri görmek istedim. Okuduklarım beni şok etti. Bu âyetler İsa’nın ‘Allah’ın kelâmı’ olduğunu, onun İlâhî mahiyetinin bulunmadığını ve çarmıha gerilmediğini söylüyordu. Kendi kendime düşünmeye başladım. Çok ilginçti. Benim Luka İncilinden yola çıkarak bulduğum şeyleri bu kitap da söylüyordu. Muhammed Kur’ân’ın yazarı olsaydı bunu nasıl bilebilirdi? Bugün ben biliyorum, çünkü eski kaynaklara ulaşma imkânım var. Oysa o bu imkândan mahrumdu. Üstelik Muhammed okuma yazma da bilmiyordu.

“Luka İnciline yazdığım gibi Kur’ân’a da bir yorum yazmaya karar verdim. Kur’ân’a meydan okuyacaktım. Zaten Kur’ân meydan okumaya çağırıyor, ‘Samimî iseniz bunun bir benzerini de siz yapın!’ diyordu. Büyük bir dikkatle Kur’ân’ı baştan sona okudum. Birkaç sayfa yorum da yazdım, fakat beceremedim (bu sayfaları hâlâ saklıyorum, ama bugüne kadar kimseye gösteremedim; çünkü utanılacak, tutarsız yorumlarla dolu). Bu arada fark ettiğim bir şey oldu. Kur’ân’da bir problemle karşılaştığınız zaman daha sonra onun karşılığını buluyordunuz. Fakat aynı tekniği Luka İnciline yorum yazarken kullandığımda, yani bir problemle karşılaşıp onun cevabını aradığımda, daha başka problemlerle karşılaşıyordum. Kur’ân üzerinde daha fazla çalıştıkça sıradan bir metinle değil, İlâhî bir kitapla karşı karşıya olduğumu, onun Tanrı kelâmı olduğunu anladım. Bana düşen artık ona inanmaktan başka birşey değildi. Hiçbir Müslümanla tanışmadan, sadece Kur’ân’ı okuyarak Müslüman olmuştum.”[2]

***

Batı dünyasında her yıl on binlerce kişi İslâmı seçiyor. Bunlardan bir kısmı doğrudan doğruya Kur’ân’ı okuyarak – yukarıdaki John örneğinde olduğu gibi – Müslüman olmaya karar verirken, diğerleri de başka bir vesile ile İslâma ilgi duymuş olsa bile Müslüman olma kararı vermeden önce Kur’ân’ı inceliyor. Bir başka deyişle, Sahabenin “Önce iman, sonra Kur’ân” formülündeki “önce iman” şıkkını onlar bizzat Kur’ân okumak suretiyle yerine getiriyorlar, sonra Kur’ân okuyarak kazandıkları imanla donanmış bir şekilde, bu defa Müslüman sıfatıyla tekrar Kur’ân’ın başına oturuyor ve dinlerini ondan öğreniyorlar. Kendisine yeni bir din seçecek olan insanın yapacağı şey o dinin kitabını okuyup incelemekten başka ne olabilir?

Burada, Kur’ân derken, insanların ekseriyeti açısından Kur’ân’ın kendisini değil, tercümelerini, daha doğru bir tabirle meallerini anlamamız kaçınılmazdır. “Biz her peygamberi, onlara dinlerini açıklasın diye, kendi milletinin lisanıyla gönderdik”[3] meâlindeki âyetten de anlaşılacağı gibi, Kitaba muhatap olacak kimselerin sorumlu tutulabilmeleri için tebliğ ve açıklamaların onlara kendi dillerinde ulaşması gerekir. Bu da dünya ahalisinin büyük çoğunluğu için Kur’ân’ın Arapçadan başka dillerle onlara ulaşması demektir.

Dikkate alınması gereken bir başka nokta da şudur: Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde hayata yansıtılabilmesi için mutlaka Sünnetle beraber alınması icap eder. Zira Kur’ân’ı bize gönderen, onu açıklamak ve uygulamakla görevli bir peygamberle birlikte göndermiştir. Bu bakımdan, Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlamak ve doğru şekilde uygulamak için sahih Sünnetin yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Zaten Kur’ân da bunu mükerrer âyetleriyle açıkça ve vurgulu bir şekilde bize bildirir; onun için, Kur’ân’ı okumaya başlayan bir kimse, peşin olarak zihninde böyle bir fikir yoksa bile, onu okudukça Kitabın kendisini Sünnetin rehberliğine yönlendirdiğini görecektir.[4]

Ne var ki, sonraları ortaya çıkan ve dünyada “Kur’âniyyun,” bizde de “Mealciler” adı altında yayılan ve Sünneti devre dışı bırakarak Kur’ân’ı dinin yegâne kaynağı kabul eden bir anlayış, bütün dünyada olmasa bile, en azından bizim ülkemizde Kur’ân-ı Kerim meâline karşı soğuk bakılmasına sebep teşkil etmiştir.

Son derece basit bir iki tedbirle bu akımın ve benzeri anlayışların tehlikesinden korunmak mümkün iken, her nasılsa bizde bu durum Kur’ân’ın meâlini okumaya yönelik her türlü faaliyeti suç haline getiren bir bahaneye dönüşmüş bulunuyor.

Fakat hazindir ki bu tür tehditler Mealcileri hiçbir zaman Kur’ân meâli okumaktan vazgeçirmiyor; onlar yine gönüllerince okuyup gönüllerince yorumluyorlar, keyiflerince içtihadlar yapmaya devam ediyorlar. Ama halis bir niyetle Kur’ân’a yönelmek isteyen nice kimseler, sırf bu tehditlerin etkisiyle bir Kur’ân meâlinin kapağını açmaktan korkar hale geliyor. Bir başka deyişle, Kur’ân-ı Azîmüşşânın mealleri bütün dünyada insanlara hidayet dağıtırken bizim memleketimizde dalâlet sebebi olarak telâkki ediliyor. Bunda bir terslik yok mu?

***

Burada “Meal okumanın hiç tehlikesi yok mu?” sorusu akla gelebilir. Bu yerinde bir sorudur ve cevabı da “Evet, var” şeklindedir. Ama bu riskin mealden mi, okuyandan mı, yoksa Kur’ân’ın kendisinden mi kaynaklandığını ayırt etmek gerekir. Çünkü her üçünün de – evet, üçünün de – “saptırma” özelliği vardır.

Kur’ân’ın bu özelliği, onun “Furkan” oluşunun bir sonucu ve hak ile bâtılı birbirinden ayırt edişinin bir yöntemidir. Güneş de böyledir; onun ışığı isabet ettiği şeyin içyüzünü ortaya çıkarır: Bir tarafta rengârenk çiçekler açarken, onun yanında da çürümeye elverişli şeyler aynı güneş ışığıyla bozulur ve kokuşur. Furkan-ı Hakîmin âyetleri de hidayete susamış gönüllerde her türden ve her renkten iman ve amel-i salih çiçekleri açtırırken, bozuk niyetler ve çürümüş vicdanlarla onlara yaklaşanları saptırdıkça saptırır. Bu gerçeği dile getiren âyetler vardır:

Yeni bir sûre indirildiğinde, onlardan “Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?” diyenler olur. İman edenlere gelince, bu sûre gerçekten onların imanını arttırmıştır; onlar bununla sevinç duyarlar. İndirilen sûre, kalplerinde hastalık bulunanların da pisliğine pislik katar; sonunda onlar kâfir olarak ölürler.[5]

Allah, sivrisinekle yahut ondan daha küçüğüyle misal vermekten çekinmez.  İman edenler bilirler ki, o, Rablerinden gelen hakkın tâ kendisidir. İnkâr edenler de “Allah bu misalle ne demek istedi?” deyiverirler. Allah, bu misalle nicelerini saptırır, nicelerini de doğru yola ulaştırır. Aslında, Allah’ın saptırdıkları, zaten yoldan çıkmış olanlardır.[6]

Öğüt alsınlar diye, Biz bu Kur’ân’da hakikatleri çeşitli şekillerde açıkladık. Fakat bu onların ancak nefretini arttırıyor.[7]

İşte, meal okuyup da yolunu şaşırmış görünen kimselerin de bir çoğu, muhtemeldir ki, peşin hükümlerini bir yana atarak Kur’ân’a tam bir teslimiyetle yaklaşmadığı için böyle bir tuzağa düşmüş olsun.

İkinci olarak, belirli bir görüşün etkisi altında kaleme alınan ve okuyucuyu bu görüşe doğru yönlendirme ihtimali bulunan mealler de mevcuttur; dolayısıyla bu gruba giren meallerin de okuyucu için bir risk teşkil ettiği düşünülebilir. Ancak bu konuda güvenilir kişi veya kurumlardan görüş ve tavsiye isteyerek muhtemel risklerden korunmak hiç kimse için zor bir iş olmasa gerektir.

Üçüncü ihtimal ise, meal okuyan kimsenin niyeti ve yöntemi ile ilgilidir. İster bizzat Kur’ân’ın kendisine, isterse onun tercüme ve tefsirlerine olsun, kişi hangi niyetle yanaşırsa, orada niyetine uygun malzeme bulur. Niyetlere müdahale kimsenin elinden gelmediğine göre, bu konuda ancak yöntem ile ilgili olarak bazı uyarılar yapılabilir. Yoksa, peşin peşin herkesi birden kötü niyetli farz ederek Kur’ân’dan ve meallerinden uzak tutmanın geçerli bir mantığı yoktur. Bu konuda yapılabilecek uyarıların en önemlisini ise, bu yazı serisinin en başında ele aldığımız “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı yazısında Bediüzzaman beş kelimelik bir cümle ile formülleştirmiştir:

“Bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramak.”

Yani, bütün Kur’ân’a ve Kur’ân’ın açıklayıcısı olan Sünnete, ayrıca usul ilimleri başta olmak üzere daha başka bilgi ve metodlara tam bir yetkinlikle hakim olmayı gerektiren “ahkâm çıkarma” işine hiç karışmaksızın, Kur’ân’ı Âlemlerin Rabbinden gelen bir öğüt olarak okumak. O kadar!

Bunu “Ahkâm çıkarmak için değil, öğüt almak için okumak” şeklinde formülleştirdiğimiz zaman, Kur’ân-ı Kerim meâli okumak için başka hiçbir şarta ihtiyaç kalmadığını görebiliriz. Bu mesele bu kadar basittir; ancak bazılarımız “Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaba muhatap olmak bu kadar basit ve herkesin harcı olmamalı” diye düşündükleri için Allah’ın lütfunu daraltmak mecburiyetini hissediyorlar ve neredeyse bir müçtehid âlimde aranacak şartları meal okuyucusunda aramaya kalkıyorlar. Böylelerinin iddialarına mesnet olarak gösterdikleri vak’aları yukarıda saydığımız üç şıkkın ışığında incelediğimiz zaman şu ihtimallerden biriyle karşılaşırız:

Meal okuyucusu farklı bir maksatla meâle eğilmiş olabilir.

Yahut okuduğu meal farklı bir maksatla kaleme alınmış olabilir.

Veya hem yazarın, hem de okuyucunun niyetinde böyle bir farklılık bulunabilir.

Ne var ki, hiçbir şekilde “meal okuma” eyleminin kendisine mal edilemeyecek olan bu sebeplerin ürünü olan sonuç meal karşıtlarının görüş alanına girdiği anda “Meal okudu şöyle oldu, böyle oldu” diye şehir efsaneleri birbiri ardınca üretilmeye başlar. Böyle büyük iddialar karşısında kalıp da tereddüde düşecek olursanız, bu bölümün başında sözünü ettiğimiz mühtediler Wilson ile John’u hatırlayabilirsiniz. Onlar niye meal okuyunca Müslüman oluyorlar da bizimkiler meal okuyunca şucu-bucu oluyorlar? Bütün dünyada her sene on binlerce insan Kur’ân’ın çeşitli dillerdeki tercümelerini okuyarak hidayeti bulurken “meal okuyup sapıtanların” hep bizde ortaya çıkması garip değil mi?

Şunu da ayrıca belirtelim ki, Kur’ân’ı okumak ve anlamaya çalışmak bir izin meselesi değil, bizim tercihimize bırakılmış bir iş de değil, bir görev meselesidir. Bu iddia fazla mübalâğalı görünüyorsa, buyurun bir sonraki bölüme.

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com


[1] Willow Wilson’un The Butterfly Mosque: a Young Woman’s Journey to Love and Islam (e-book: Atlantic Books, 2010) adlı kitabından özetlenmiştir.

[2] Prof. Dr. Ali Köse, Neden İslâmı Seçiyorlar: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme (İstanbul: İz Yayıncılık, 2019).

[3] İbrahim sûresi, 14:4.

[4] Örnek olarak bkz. Nahl, 16:44, 64; Nisâ, 4:59, 65; Cuma, 62:2.

[5] Tevbe, 9:124-125.

[6] Bakara, 2:26.

[7] İsrâ, 17:41.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: