Kur’an’ın Vazifesi

 “Kur’an’ın vazife-i asliyyesi, daire-i rububiyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubûdiyetin vezâif ve ahvâlini talim etmektir.” Sözler

“Rahmetim gadabımı geçti.” buyuran Rabb-ül âlemin, bu varlık âlemini yokluk karanlığından kurtardı. Altı devrede bu kâinatı şu hazır hâle yine rahmet ve keremiyle getirdi. O devrelerdeki İlâhî icraat sonsuz bir hikmetle yürürken değil insanın, ona ileride mesken olacak şu yer küremizin bile âlemde esamesi okunmuyordu.

“Semâ ve arz bitişik idiler, biz onu fetk ettik (birbirinden ayırdık)” âyetiyle haber verilen bir rahmet tecellisiyle arz semâdan ayrıldı, müstakil bir varlık hâline geldi. O gün arza yapılan bu lütuf bize ve bizim içindi…

Kâinatın bu uzun yürüyüşü, Âdem (A.S.) durağında maksuduna erdi… Âdem peygamber ile başlayan peygamberlik seferi de bu İlâhî müessesenin en ileri sahibini Âhirzaman Peygamberinde (a.s.m.) buldu. Âlemlerin kemâli Âdem’de (A.S.), peygamberlerin kemâli de Hz. Muhammed’de (a.s.m.) tahakkuk etti. O Zât (a.s.m.) rahmetin kemâline mazhar olmuş ve İlâhî kitapların sonuncusuna hakkıyla muhatap olabilme mükemmelliğine erişmişti.

Bu İlâhî rahmet Rahman Sûresinde şöyle ifade buyrulur:

“Rahman, Kur’an’ı tâlim buyurdu. İnsanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”

Âyette Resûlûllah (a.s.m.) için “insan” buyurulması, bizlere O Zâtın (a.s.m.) bir kul ve resul olduğu dersi yanında, “İnsan denilince o hatıra gelmeli” mesajını da veriyordu. Ayrıca, bütün bir insanlık âlemine ihsan edilen beyan nimetindeki birinci gayenin, İlâhî fermanı okumak olduğu da ihtar ediliyordu. Diğer kitap ve suhuflar yerine sadece Kur’an’ın zikredilmesi ise, halkı Hakk’a davet vazifesinde diğer semâvî kitapların, yerlerini Kur’an’a bıraktıklarını bildirmedeydi… Böylece Allah, en ileri kuluyla, O Ekmel-ür Rüsulle (a.s.m.) konuşuyor ve onu insanlık âlemi için bir mürebbi, bir rehber, bir müjdeleyici ve korkutucu kılıyordu.

Kur’an-ı Kerim, Hz.Muhammed’in (a.s.m.) dilinden insanlık âlemine feyz akıtmağa başladı asr-ı saadette, yirmi üç sene zarfında yüz yirmi dört bin sahabe yetiştirdi. Herbiri bir hidayet yıldızı olan bu müstesna insanlar hep O’nun meyveleriydi.

Kur’an’ın bu nurlu meyvelerini nazara almayıp, asrımızın yaralı Müslümanlarına bakanların değerlendirmeleri noksan, hükümleri geçersiz kalır. Meseleyi hissiyatın dar kalıplarını aşarak ele alan her ilim adamı, insanlığa doğru yolu ancak Kur’an’ın gösterdiğine büyük bir gönül rahatlığıyla karar veriyor.

Dikkate alınması zaruri olan bir nokta var. Kur’an niçin nâzil olmuştur? Bunu doğru tesbit edemeyenlerin değerlendirmeleri, bu asrın madde, menfaat ve benlikten teşekkül eden bozuk atmosferinden kendini kurtaramaz ve yanlış olur.

Bunu Risale-i Nur Külliyatındaki şu veciz ifadelerden okuyalım:

“Kur’an’ın vazife-i asliyyesi, daire-i rububiyetin kemâlât ve şuunatını ve daire-i ubudiyyetin vezâif ve ahvâlini tâlim etmektir.”

Daire-i rububiyet: Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, şuunatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri. Allah, kendini insanlara, en büyük lütuf olarak, en mükemmel mânâda Kur’an ile anlatmıştır.

“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” âyetindeki “ibadet” lâfzını, müfessirlerimiz “mârifet” olarak izah buyurmuşlardır. Mârifet, yâni Allahı tanıma, O’na hakkıyla iman etme ve bu iman şuuruyla ömür sürme…

İlâhî mârifet dersini en ileri seviyesiyle Kur’an vermiştir. Bu mücerret bir dâvâ değildir. İlk nâzil oluşundaki tazelik ve berraklığıyla Kur’an da ortadadır, beşer nefsinin müdahalesiyle tahrif olmuş diğer semâvî kitaplar da. Aradaki sonsuz farkı görebilmek için ince bir basiret gerekmiyor. Sadece insaflı bir bakış kâfi…

İnsanoğlu bir kulübeyi bile gayesiz, faydasız inşa etmezken, elbette bu âlemlerin Rabbi şu muhteşem kâinatı mânâsız halketmemiştir.Kur’an-ı Kerim’de bize bu hakikatı mûcizâne ders veren şu âyeti  beraberce dinleyelim:

“O kimseler ki, ayakta iken, otururken, yatarken Allah’ı hatırlar ve semâvat ve arzın yaratılışı üzerinde tefekkür ederler de (şöyle derler:) Rabbimiz sen bunları bâtıl yaratmadın, seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizi nârın azabından koru.” (Âl-i İmran Sûresi, 191)

Bu âyette birbiri içinde nice mesajlar saklı. Öncelikle, varlık âlemi üzerinde düşünmemiz, tefekkür etmemiz ve bunu da bütün mevcudatı Allah’ın yarattığını nazara alarak yapmamız emrediliyor. Bu tarz bir düşünce bizi bu varlık âleminin bâtıl, yâni mânâsız, gayesiz olamayacağı fikrine götürür ve bu kâinatın bir başka hayatı netice vermemesi hâlinde herşeyin abes olacağı hakikatına ulaştırır.

Böyle hikmetsiz bir yaratılışı Allah’a izafe etmenin büyük bir hata olacağı kalp ve vicdanımıza ihtar edilerek onlar namına dilimiz, Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih eder.

Sonunda da ancak âhiret hayatının tahakkukuyla bu hikmetsizliğin ortadan kalkabileceği akla telkin edilir ve o âlemde azaba düçar olmamamız için de Rabbimize sığınmamız gerektiği ders verilir.

Şimdi iyice bir düşünelim. Allah’ı nasıl tanımalıyız ki sonumuz nâra, yâni ateşe çıkmasın. Bu sorunun cevabını Kur’an’dan başka nerede bulabiliriz?

Bâtıl dinler bize bu noktada tek kelime söyleyemezler. Tahrif olmuş İncil ve Zebur’da da bu mârifeti bulamayız.

Gelelim Kur’an’ın ikinci maksadına:

“Daire-i ubudiyyetin vezaif ve ahvâlini tâlim…”

İnsan, Rabbine nasıl kulluk edecektir? Ona nasıl ve ne şekilde ibadet edecek ve bir kul olarak hayatını nasıl düzenleyecektir?

Kur’an-ı Kerim’de ve Allah Resûlünün (a.s.m.)sünnetinde hayatın her safhasına ait düsturlar mevcut…

Resûlûllah Efendimizin (a.s.m.) her sözü, her hâli ve her fiili zaptedilmiş… Bir başka peygamber için bunu söylemek mümkün değil. Peygamberler tarihi ve bütün hadis kitapları bize bu hakikatı ders vermekte ve ispat etmekte.

Gücüm yetse bütün insanlığa şöyle seslenmek isterim:

Biz başıboş olamayacağımıza ve önümüzde ya ebedî saadet, ya da sonsuz azap bulunduğuna göre, geliniz elele verelim de, uyacağımız ve tahrif  olmamış bir İlâhî ferman ve yine her hâlini taklid edebileceğimiz bir resul arayalım. Bu arayışımızı önyargısız yaptığımız takdirde, Kur’an’ı bulacak ve Hz.Muhammed’e (a.s.m.) kavuşacağız.

Bugün İslâm âleminin fen ve teknikte batı dünyasından geri olması birçok insanın Kur’an’a kavuşmasında en büyük bir engel…

Bu noktada bir yanılmaya düşmemek için Kur’an’a ve İncil’e bir göz atalım. İncil’in sadece ibadet ve ahlâka ait hükümler taşıdığını, ferdi muhatap aldığını, ekonomi ve devlet yönetimiyle ilgili hükümlere yer vermediğini iyice bir tesbit edelim ve bugün kiliselerin kapanma yarışına girdiği, üniversite gencinin tamamına yakınının ateist olduğu batı dünyasında, fen ve teknik sahasında kaydedilen gelişmelerin Hristiyanlıkla bir ilgisi bulunmadığını lütfen gözardı etmeyelim. Yine, egoizmin hüküm sürdüğü, şefkat ve merhamet gibi insanî seciyelerin rafa kaldırıldığı, edep, ahlâk, namus mefhumlarının nerdeyse unutulduğu batı toplumlarındaki bu feci çöküşün de Hristiyan dinine bağlılığın gevşemesi ve kopmaya yaklaşmasının bir sonucu olduğunu da insafla tesbit edelim.

Sonra bir zamanlar Kur’an’ın, Endülüs’te cihana medeniyet dersi verdiğini, Osmanlının altıyüz sene o İlâhî fermanın bütün hükümlerini tavizsiz tatbik sonunda cihana hâkim olduğunu ve dinde lâkaytlığın baş göstermesiyle birlikte maddî kalkınmanın da gerilediğini ve nihayet o koca imparatorluğun yıkıldığını ibretle hatırlayalım.

 

“Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm, ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salâbeti terketmişse, tedenni etmiş, Hristiyanlık ise bilâkistir. Bu da mühim bir fark-ı esâsîden neş’et etmiş.” Mektûbat

Ve kararımızı verelim:

Bugünün Müslümanı Kur’ân’a lâyıkıyla talebe olamadığı, onu hayatına mâl edemediği için kendini sefil ve perişan etmekle kalmıyor, sergilediği bu acı tabloyla, Hristiyan âleminin de İslâm’a kavuşmasına, âdetâ engel oluyor. Halbuki, batılılar ve bizdeki batı hayranları, Kur’an’ı inceleseler ve bugünün İslâmî yaşayıştan uzaklaşmış Müslümanına değil de, İslâm’ın asr-ı saâdetten beri yetiştirdiği Gazalilere, Geylânilere, Mevlânalara baksalar gerçeği bulacak ve kurtuluşa erecekler. Ama gel gör ki, önlerinde taassup, siyaset, madde ve menfaatten örülen kalın bir duvar var. Onlara gerçeği gösterme vazifesi, Kur’an ahlâkı ve ahkâmını hayatına mâl eden şuurlu Müslümanlara düşüyor.

Bu vazife çok ağır, ama çok üstün ve çok şerefli…

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: