‘Mealcilik’ Diye Yazılır, ‘Kolaycılık’ Diye Okunur

“(…) Zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa—hâşâ ve kellâ—Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’ân (‘Bu Kur’an’ın lisanı apaçık Arapçadır…’) fermanıyla, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten—hâşâ sümme hâşâ—Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.Mektubat‘tan.

Bu da ilginç birşey: Ne zaman Kur’an’ı anlamanın bir yetkinlik gerektirdiğini, bir ihtisas alanı olduğunu ve özellikle yolun saff-ı evvelleri olan selef-i salihîn büyüklerinin otoritesinin kabul edilmesinin zaruriyatını belirtseniz; Kur’an müslümanlığı(!) taifesi sizi şu gibi ayetlere aykırı hareket etmekle itham ediyorlar: Andolsun ki sana apaçık ayetler indirdik.” Şaşırmayın. Cidden böyle. Bu arkadaşların kafası bu kadarcık çalışıyor: Yeter ki içinde ‘apaçık’ ve ‘ayet’ ifadeleri geçsin, tamam, Ehl-i Sünnet’i çürütmek için kullanılabilir bu ifadeler. Hey yavrum hey. Sırf reçetede yazan ilaçların adlarını şöyle-böyle sökebilmekle tıp ilmini boşa çıkarabildiğini düşünen densiz hasta kadar da cüretkârlar bu hususta.

Soralım o zaman: Neden herhangi ilim/bilim için söylenmesi rahatlıkla mümkün birşeyi Kur’an gibi ‘tüm ilimlerin kaynağı’ bir kitap için söyleyemiyoruz? Neden sistemi çözülemeyen beyazeşya için bile servisi aranırken Kur’an bu kadar uzmanlığı haketmiyor? Cevapları şu: Çünkü Cenab-ı Hak kendisi ayetlerine ‘apaçık’ diyor. Apaçık olanı izah etmek için hiç ilim, eğitim, otorite veya yetkinlik aranır mı? Cık, cık, cık…

Tabii bu arkadaşlara ‘apaçık’ olmasıyla kendilerine şahane bir serbestî kazandırdığını sandıkları Kur’an’ın Arapça olduğunu ve dolayısıyla kendileri için (eğer Arapça bilmiyorlarsa) o kadar da ‘apaçık’ olmadığını anlatamıyorsunuz. Yani Kur’an ‘herkesin kolaylıkla hüküm çıkarabileceği metin’ anlamında kendisine ‘apaçık’ diyorsa Arap kardeşlerimiz dışındakileri, hâşâ, hesap etmemiş olacak. Onların anadili Arapça değil çünkü. İş sanki biraz ‘apaçık’lıktan uzaklaşıyor.

Sakın Kur’an’ın kendisini, “Anlayasınız diye, biz, onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik…” diye andığını hatırlatmayın, işe yaramaz, çünkü onlar arzularındaki ‘apaçık’a kapılmış gitmişlerdir. Zaten ihtarlarınızı umursamazlar da. Nihayetinde ‘eksik kalmaya mahkum kul sözlerinden’ oluşan mealler onlara yeter de artar bile. Edebiyat duayenlerinden birisinin, mesela Cemil Meriç’in, “Tercüme yeni bir teliftir…” cümlesini hatırlatsanız, mutlaka ona da bir cevapları olacaktır.

Lakin iş bu kadarla da kalmaz. İlk taşı yerinden oynatılınca gayrı din artık yerinde durur mu? Kaynamaya/kaymaya başlar herşey. Sarf ve nahiv ilminin de önemi azalır böylece. Dili bilmeye ihtiyaç duymayanlar, o dilin kaidelerine, dolayısıyla o dilde oluşabilecek anlam karmaşalarını gidermeye yarayacak bir ilme, neden ihtiyaç duysunlar artık? TDVİA’da sarf ve nahiv hakkında şöyle bir bölüm olduğunu nakletmenizin de bir anlamı yoktur:

“Kadîm râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8).

‘Apaçıktır’ ya! Sahabenin, hatta sahabenin en büyüklerinin, hatta Hz. Ömer’in veya Hz. Ali’nin (radyallahu anhum ecmain) gerekli gördükleri bir ilmin gerekli olmasına ne gerek vardır? Düpedüz boş işlerdir bunlar(!). Mealler her sorunu çözer. Ve bir de çılgın yorum gücümüz. Nurcu olsanız, hatta Senai Demirci olsanız, şöyle diyebilirsiniz: ‘(…) sarf-nahiv’in çetrefilli konusu ola ola hayattan uzaklaşmış Kur’ân dili…’ Bediüzzaman’ın ‘tefsir mukaddemesi’ olarak kaleme aldığı Muhakemat’ta kaç kere Arapça hakkında ‘lisan-ı nahvi’ dediğini hatırlamaz o da. Hatta şöyle demesi bile önemsizdir Bediüzzaman’ın artık: “Demek muhakkak oldu ki, âyâtın delâil-i i’câzının miftahı ve esrar-ı belâğatın keşşafı, yalnız belâğat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.

Ne kadar tuhaf değil mi? 1400 yıldan fazla bir zamandır, her nedense, ümmet ayet-i kerimelerdeki ‘apaçık’ ifadelerini anlayamamış ve Kur’an’ı anlamak için bazı ihtisas dallarına/ilimlere ihtiyaç duymuştur. Bu aynı zamanda ‘apaçık’ olanın, hâşâ, kendisiyle düşülen bir çelişkidir. Öyle ya: Eğer Kur’an apaçık ise, neden muhteşem(!) zekalardan mürekkep Kur’an müslümanları(!) ilim dünyamıza teşrif edene kadar bu apaçıklık anlaşılamamıştır?

Apaçık olanın ‘1400 yıldır yanlış anlaşıldığını’ iddia etmek de yine o apaçıkla düşülen bir tezat değil midir? (Hem de, ne acayip, dil ve sosyoloji olarak nüzulünün daha yakın olduğu dönemlerde yanlış anlaşılmıştır.) Demek ki iş başkadır. Hatta herhalde şöyledir: Kur’an müslümanlarının anladığı şekilde anlaşılmadığı sürece Kur’an ‘apaçık’ değildir. Yahut da bu apaçıklık yalnız bu zamanın Kur’an müslümanları(!) için geçerlidir. Eğer onların anladığı gibi anlarsanız artık apaçıktır. Bu da sözde Kur’an müslümanlarının size fikir özgürlüğü başlığı altında yutturdukları kendi şahane diktatöryalarıdır.

Yerseniz.

Yemezseniz, ki inşaallah yemezsiniz, Ehl-i Sünnet bahçesinde öten ne bülbüller var. Her zamanı sesleriyle renklendirmişler onlar. Hem hepsi de kulaklarını Andelib-i Zîşan aleyhissalatuvesselamın hoşsedasına bağlamışlar. Seslerini sesiyle akortlamışlar. Ahengiyle güzelleştirmişler. Ona uymuşlar. Cenab-ı Hak o müfessirîn-i kiramın seslerini kıyamete kadar kulağımızdan eksiltmesin. Âmin. Âmin. Âmin.

Ahmet AY – Risale Haber