Medrese-i Nuriye ve Vakıflara Zekât Verilir Mi?

Her yıl ramazan ayı rahmet ve bereketiyle geliyor. Bu sene de Rabbimizin kavuşmayı nasib ettiği bu rahmet ve mağfiret ayında, aynı zamanda malum zekât ve sadaka kapılarının açıldığı yardımlaşma mevsimini de beraberinde getirdi.

Öteden beri cehalet ve meseleye vukufiyetsizlik ile beraber maddi menfaatin beraberinde getirdiği menfi hissiyatların da te’siratıyla, Zekât ve sadaka mevzusunda maalesef bazı ihtilaflar ve dayanaksız itirazlar ile birlikte ulema-us sü’ kılıklı hocaların yorum denilen arzi içtihadları beşerin hayat-ı içtimaiyesinde hemen hemen her yerde konuşulur hale geliyor ve nihayetinde meseleyi mezheblerin esasa değil de teferruata ait ihtilaflarına havale edilerek mesele bir çözüme kavuşamadan kapatılıyor.

Ama diğer taraftan da kitabi olarak meseleye vakıf olup doğru İslamiyet’i öğrenmek ve öğretmek adına yapılmak istenen araştırmalarda görülüyor ki, maalesef ayet, hadis ve risale-i nurları mezc ettiren matbu kaynak bulmak pek te mümkün olmuyor.

Hal durum böyle olunca Cenab-ı Hakkın inayetiyle mezkûr mesail üzerine yaptığımız hususi çalışmayı, yakında müstakil bir eser olarak neşredeceğimiz “adab-ı muaşeret ve islam ilmihali” adlı eserimizde matbu olarak sizlerin istifade ve istifazalarına sunacağız yine yüce Rabbimizin avn ve inayetiyle..

Zekât ve sadaka mevzusu çok geniş olmakla birlikte, başta kur’an ve sünnette olmak üzere mesele tavazzuh etmiş olmakla birlikte, müçtehit İslam âlimleri ve mezheb imamlarımız tarafından bu mezkûr meseleye dair medar-ı ihtilaf olmuş ve olabilecek tüm mesail izah ve isbat edilmiştir.

Bununla birlikte asrımızın son müceddidi ve mehdi-yi azam hazret-i Bediüüzaman da 130 parçalık Kur’anın manevi tefsiri olan nurlu külliyatında “Namaz dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahî iki esastırlar. İşarat-ül İ’caz 43” şeklinde tarif ettiği zekât meselesine hususi bir ehemmiyet vermekle birlikte, zekât ve sadaka mevzusunun günümüze bakan yansımalarını da asrın idrakına uygun bitamamiha hall, şerh, izah ve isbat etmekle, şüpheye medar yahut ihtilaf-ı ümmet haline gelebilecek hiçbir mevzu bırakmayarak meseleye son noktayı koymuştur.

Zekât kimlere verilir?

Zekâtın kimlere verileceğini yüce Rabbimiz(c.c) Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan bu­yurmaktadır: “Sadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kal­mış yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/60)

Şüphesiz bu âyet-i kerîme sarihan zekâtın sekiz sınıfa dağıtılmasının gerekliliğine delâlet etmektedir. Hem zekâtın, hem de fıtır sadakasının bu sekiz sınıfa verilmesi gerekir. Zekât ve fıtır sadakası bu sekiz tabakadaki insanların hakkıdır; hepsi bu­na ortaktırlar.

Zekât ve sadakalarla ilgili verdiğimiz bu kısa açıklamadan sonra, beşerin hayat-ı içtimaiyesin de çokça medar-ı bahs olmakla birlikte lüzumsuz ve faydasız tartışmaların müsebbibi, zekât verilecek sekiz sınıftan birisi olan ve kur’anda “fisabilillah” şeklinde tarif edilen “Allah yolunda olanlar” sınıfını kur’an, sünnet ve risale-i nur başta olmak üzere diğer müçtehid ve islam âlimlerinin şerh, izah ve tarifleriyle isbat etmeye gayret edeceğiz.

Allah yolunda “Fi Sebilillah” : “Fî sebîlillâh  / Allah yolunda” manasına gelmektedir. En meşhur anlamları “Allah yolunda (harcamaya), Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, Allah yoluna, Allah uğruna girişilebilecek her türlü çaba, hac, ilim taleb etmek ve Allah’ın emrettiği her türlü hayır, hidayet yolu, Allah’a yaklaştırıcı her şey ve taat yahut salih amel” anlamlarına gelmektedir.(İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Beyrut, ts., II, 338, 339; el-Kâmûsü’l-Fıkhiyye, Dımaşk 1982, s. 209)

Âyette zekât verilecek yedinci grup için “fî sebîlillâh” terimi zikredilmektedir. Kelime anlamı “Allah yolunda” demek olan fî sebîlillâh tabirinin -biri dar diğeri geniş- olmak üzere iki anlamı vardır:

a.Geniş anlamda, Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’na yaklaşmak amacıyla yapılan her türlü hayırlı işte çalışan.

b.Dar anlamda ise, İslâm’ı yüceltmek uğruna bilfiil cihadda (sıcak harp) bulunan.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in bazı ehadis-i şerifelerin de “fî sebîlillah” kavramı yer almıştır. Yalın bir anlam ile Allah yolu diyebileceğimiz bu ifadeye, hadis şarihleri ve müfessirlerce daha geniş bir anlam içeriği kazandırılmıştır.

Tirmizî’de geçen bir hadiste: “Bir kimse ilim elde etmek için yola çıkarsa, dönünceye kadar Allah yolundadır.” denmektedir. Bu ifadeye göre Allah için samimi niyetlerle ilim elde etme ve insanlara faydalı olma düşüncesiyle yapılan ilim tahsili “fî sebîlillâh” ifadesinin kapsamı içerisindedir.

Resûlullâh (s.a.v),“Allah yolunda her kimin ayakları tozlanırsa, o ayaklar cehennem ateşine haramdır!” buyurmuştur. Hadisin şârihi Mübârekfûrî, “fî sebîlillâh”ı Allah’ın rızasının talep edileceği yol şeklinde açıklamıştır. (Tirmizî, İlim, 2, Fadâilü’l-Cihad, 7; Mübârekfûrî, V, 259)

Tirmizî’de aynı babda geçen başka hadiste de Allah Resûlü’nden şu rivayet nakledilmektedir: “İki göz vardır ki cehennem ateşi onlara dokunmaz; biri Allah korkusundan ağlayan göz, diğeri ise Allah yolunda nöbet bekleyen gözdür.”

Hadisteki Allah yolunu şârih; mücahitlerin ibadetteki mertebeleri, hac, ilim talebi, cihad veya ibadet anlamlarıyla açıklamıştır.

Tirmizî’de bir başka hadisin şerhinde ise “fî sebîlillah” kavramı, yol kesenlerle mücadele etmek, iyiliklerin emredilmesi ve kötülüklerin yasaklanması anlamlarına da kullanıldığı ifade edilmektedir. (Tirmizî, Fadâilü’l-Cihad, 12; Mübârekfûrî, V, 269, 298.)

“Allah yolunda” tabirinin, zekât gelirinden Allah yolunda cihad için de bir fon ayrılması gerektiğini bildirdiği açıktır. Ancak cihad kavramının İslâm kültüründe geniş bir anlam yelpazesine sahip olması sebebiyle, âyetin bu ifadesinin kimleri ve ne tür faaliyetleri kapsadığı hususu İslâm bilginleri arasında geniş mütalaalara konu olmuştur.

“Allah yolunda” tabirinin ilk planda “Allah yolunda savaşanlar (gaziler)” şeklinde anlaşılmış olması, âyetin ifade tarzından ziyade İslâm’ın yayılış dönemindeki sosyo-politik şartlarla ve uluslararası ilişkilerle ilgili olmalıdır. O dönemde cihadın en yaygın ve etkili yolu akınlar ve sıcak savaşlar olduğundan fakihler de din ve vatan yolunda savaşanlara zekât gelirinden fon ayrılmasını elzem görmüşler, bu yorum o dönemde âdeta bütün fakihlerce benimsenmiştir.

Bununla beraber bazı fakihler bu fondan hac ve umre yapanlara, ilim tahsil edenlere zekât verilebileceğini, hatta cami, okul, hastahane yapımı gibi işleri üstlenmiş her türlü hayır kurumuna da bu fondan ödenek ayrılabileceğini söylerler.

Çağımızda bazı âlimler “Allah yolunda” tabirine geniş bir anlam yükleyerek müslümanların yararına olan her türlü faaliyeti bu kapsamda görmektedir. Onlara göre günümüzde bütçe gelirlerinden büyük bir kısmın ülkelerin savunma giderlerine ayrılmakta olduğu bilinmektedir.

İslâm dini tebliği, yani kendisini duyurmayı ve tanıtmayı hem kendisine inananlara bir borç olarak yüklemiş, hem de bunu toplumun başta gelen görevlerinden saymıştır.

Ayrıca müslümanların dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması da devletin görevlerindendir. Öyle ise zekât gelirlerinden bir fonun İslâm’ın tebliğine ve ülke savunma giderlerine ayrılması yerindedir.  (Zekât, Diyanet İlmihali s:487)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî “Allah yolunda” sınıfı için, “Bu ifade Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.” demiştir.

“Fî sebîlillâh” ifadesi hakkında İbnü’l-Esîr; “Farzları, nafileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allah’a yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güden her ihlaslı amel Allah yolundadır. Ancak bu ifade kayıtsız, şartsız söylenince çok kere cihad anlaşılır. Bu anlamda çok kullanıldığı için cihada ait özel bir ifade halini almıştır.” demektedir.

İlim Tahsil Edenler ile Kamu Yararı Kurumları ve Diğer Yerler

Zekâtın sarf yerlerinden biri olarak ifade edilen “fî sebîlillah” kavramına bazı fıkıhçılar ilim tahsil edenler, bu uğurda emek harcayanlar anlamını vermişlerdir. İlme hizmet eden insanlara Allah yolunda çaba harcayanlar ve dinin ihyâsı için çalışanlar gözüyle bakılarak, her dönemde bu sınıf zekât kapsamına alınmıştır.

İnsanoğlunun her dönemde ihtiyaçları artmakta ve değişmektedir. Kamu yararına ait olan işlere toplumda daima hayır ve hasenat gözüyle bakılmış ve bunlar kişilerin genel menfaatlerini ilgilendirdikleri için sürekli teşvik edilmiştir.

İslâm toplumunda “sadaka-i câriye” yani devamlı olarak insana sevap kazandıracak olan iyilikler Allah yolunda yapılmış hayırlar olarak değerlendirilmiştir. İslâm toplumunun geçmiş ve günümüzdeki ihtiyaçları göz önüne alınıp karşılaştırılınca aradaki farkın günümüz itibariyle oldukça büyük ve çeşitli olduğu bir gerçektir. Fukahanın bazıları, içerisinde bulundukları zaman ve şartlar altında kamu yararına hizmet veren müesseselerin ihtiyaçlarının giderilmesinde zekât fonundan yararlanılabileceği görüşünü benimsemişlerdir.

Çünkü İslâm toplumu içerisinde zekâttan istifade edecek kişi ve gruplar o toplumun bir realitesidir. Hem kişilerin mali ibadetlerini yerine getirmedeki sorumlulukları hem de toplumdaki istikrarın korunması ve devamlılığı açısından yapılan yardımların karşılığı yine o topluma dönmektedir.

Hanefi mezhebinin en önemli imamlarından Ebu Yusuf, “fî sebîlillâh” kavramının içinde zekât verilecek yerlerden bahsederken, yolların yapımı ve tamir edilmesinin de dâhil olduğunu söyleyerek, bu yerlere zekât fonundan harcama yapılabileceği görüşündedir. (Ebû Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Kahire 1396, s.81)

Hanefî fakihlerinden Kâsânî ise “Allah yolunda” sınıfı için daha önce de zikredildiği gibi, bu ifadenin Allah’a yaklaştıran her şey olduğunu ve hatta ihtiyaç hâsıl olursa bu manaya Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yollarının gireceğini ifade etmiştir. Kâsânî’nin bu görüşü daha önce zikrettiğimiz gibi Hanefi hukukçularından İmam Muhammed’in görüşüne de muvafık düşmektedir. (Kâsânî,, II, 45)

Fakat bunu yaparken çok dikkatli olmak lazım. Zira bu kavramın kapsamının çok geniş tutulup her şeye teşmil edilmesi birçok suistimal kapısının açılmasına sebebiyet verebileceği gibi zekâtın verildiği diğer fonları da içine alacağından onların ayrıca zikredilmesini anlamsız kılabilir. Binaenaleyh, Allah yolunda yapılan eğitim ve öğretim faaliyetleri bu kavram çerçevesinde değerlendirilebilir.

Günümüzde Allah yolunda yapılan hizmetlerin çerçevesi çok genişlemiştir ve bu işin yapıldığı en önemli alan da İslâm’ı anlatan, İslâmî değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmek için yapılan eğitim faaliyetleri olsa gerektir. Ayrıca cihad, Allah ile kulları arasındaki engelleri bertaraf edip, insanlarla Allah’ı buluşturma ameliyesidir.

Kur’ân’ın zekât verilecek sekiz sınıfı bildirmesi, zekâtın sadece fakir ve yoksullara tahsis edilemeyeceğini, bunun dışında da mükellefler için değişik alternatifler olduğunu ifade etmesi önemlidir. Zira zekât farziyyetinin yerine getirilmesinde kişilerin bulundukları çevre ve şartlar itibariyle her zaman fakir insanlara ulaşma imkânları olmayabilir. Bu durum, sorumluluk duygusuyla hareket eden insanlar için problem haline getirilmemelidir.

İşte bu noktada, zekâtın verileceği sınıflar mükellefler için bu görevin yerine getirilmesinde değişik alternatifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle “fî sebîlillah” kavramına girebilecek her anlam zekâtın verilebileceği yer olarak karşımıza çıkabilmektedir.

Muasır ilim ehli, bu kavramın genelde tek bir anlama hasredilemeyip her türlü hayır işlerini kapsayacağını ifade ederek, özelde de Kur’ân ilimleri ve toplumun faydasına olan diğer ilimlerle iştigal eden kişilerin maişetleri, dul kadınlar ve yetimler lehine yapılan hayır işleri, ilim talebelerine, okullara, hastanelere yapılan harcamalar, İslâm’ın esaslarına davet etmek için medrese ve vakıf gibi merkezlerin kurulması, her dilde yayın yapabilecek dini yayın neşriyat kuruluşları tesis etmek gibi pek çok hayır hizmetlerinin de dâhil olduğunu ve bu gibi yerlere de zekât fonundan harcamanın yapılabileceğini ifade etmektedirler. (Şerbâsî, I, 149, 150; Seyyid Sâbık, I, 334; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Râzî, XVI, 113; Muhammed Mahluf, Feteva-ı Şeriyye, Kahire, 1971, 296; Hâzin, II, 240; Hamîdullah, İslâm Peygamberi (çev. Salih Tuğ), II, 978; Kardâvî, Fıkhu’z-Zekât, II, 635-669.)

Özellikle asrımızda inanan insanlara düşen sorumluluk açısından “fî sebîlillah” kavramı kişilere birçok alternatifler sunabilmektedir. Allah Resulü’nün (s.a.s.) Asr-ı saadette bu konudaki ufuk açıcı uygulamaları 21. yüzyıl ve hatta daha sonraki dönemlerde mesuliyet sahibi insanlar için ayrı bir önem arz etmektedir. Kanaatimizce zekât ve diğer maddi fonlarla yapılan eğitim faaliyetleri sayesinde insanlık yeniden İslâm’ın hayat veren soluklarını tanıma imkânı bulacak ve gönüller Allah’la buluşabilecektir. Bu yolda yapılacak infaklar da “fî sebîlillah” çerçevesinde olacaktır.

Zekât musluğu daha çok nerelere akıtılması gerekir?

Zekât musluğunun daha çok nerelere akıtılması gerektiği hususunu Bediüzzaman Hazretleri veciz bir şekilde anlatır. Üstad Bediüzzaman, kendisine tevcih edilen bir sual vesilesiyle zayıflamaya yüz tutan, İslâmî hissiyatın canlanması ve Müslümanların güç kazanması için zekâtı mühim bir çeşme olarak gösterir.

“Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar sû’-i istimal ile şûristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv ü nema verdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, mesaî-yi şer’iye ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalâtınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menba’dır.” (Münazarat 62)

Üstad hazretlerinin bu husustaki yukarıda tesbit ettiği fevkalade isabetli görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür: “Büyük bir çeşme var. Şimdiye kadar yanlış yerde kullanılarak verimsiz topraklara akıtılıp bazı dilenci ve acezenin gelişip yeşermesine sebep oldu. Bu çeşmeye güzel bir kanal yapınız. İslâmî hizmetlerinizle şu havuza dökünüz. Sonra da kemâlat bostanınıza su veriniz. Bu hiç tükenmez ve bitmez bir kaynaktır.”

Devam eden ifadelerde de İslam’ın yayılması ve milletin ilerlemesi ve diğer gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabilmesi için zekâtın millet menfaatine harcanmasını istemektedir: “Eğer ezkiya (zeki insanlar) zekâvetlerinin (zekâlarının) zekâtını ve ağniya (zenginler) velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir.” (Said Nursî, Münazarat, Sözler Yayınevi, 1977, s.52)

Osmanlı Devletinin son devrinde işlemez ve kendisinden arzu edilen hizmeti veremeyecek şekilde bozulmaya yüz tutan medreselerin maddi ihtiyaçlarının temininde zekâtı en büyük bir kaynak olarak gören Bediüzzaman Said Nursî, bu müesseselerin gelişmesi için zenginlerin zekâtlarının zekâtını buralara aktarmalarının kâfi geleceğini belirtmektedir. (bk. age. s, 74)

Evet, zekât gibi İslâmın en güçlü mâlî yardım müessesesini dinî hizmetlerin mesafe almasına harcamak bu zamanda âdeta vaz geçilmez bir vecibe haline gelmiştir.

Zekâtı bazı fakir ve yoksullara münhasır kılarak o geniş daireyi daraltmak, güç şartlarla dinî hizmette bulunan kişi ve kuruluşların hareket imkânını kısıtlamaz mı?

İslâmın kurduğu ve ihyasına çalıştığı bir müesseseyi yine onun gelişmesi için harcamak kadar tabiî ne olabilir?

Bunun için, Müslüman gençliğin eğitim hizmetlerine yardımcı olan, çeşitli faaliyetleriyle İslâmın sesini geniş kitlelere duyurmaya, İslâmî meselelerin müdafaa ve korunmasına gayret gösteren kuruluş ve vakıfları zekâtla güçlendirmeye çalışmak en güzelidir ve en isabetlisidir.

Medrese, vakıf, dernek vb. hayır kurumlarına zekât verilir mi?

Allah yolunda (fî sebîlillah): Zekâtın verildiği yerlerden biri olarak Kur”an’ da zikredilen “fî sebîlillah” terkibini İbn Esîr şöyle açıklamıştır: Farzları, nâfileleri ve her nevi hayırları yerine getirerek Allaha yaklaşma, O’nun rızasına erme maksadı güdülen her ihlâslı amel Allah yolundadır.”

Fahraddin Razî, mezkûr âyetin tefsirinde el-Kaffâl’den, bu mefhumu daha da genişleten ve bütün hayır müesseselerini buna dâhil eden bir görüş nakletmiştir. (Mısır, 1938, c. XVI. s. 113)

Bu görüşü Sıddık Hasen, (er-Ravzatü”n-nediyye, s. 206), Kâsimî, (Mehâsinu”t-te”vil, c. VII, s. 3181), Şeltût, (el-İslâm akideh ve şeri”ah, s. 97) gibi zâtlar da benimsemişlerdir.

Kardâvî, Kur’ân-ı Kerîm’de “fî sebîlillah” terkibinin kullanıldığı yerleri incelemiş ve haklı olarak cihâd mânâsını tercih etmiş, ancak cihadın yalnızca askerî savaşa mahsus bulunmadığını, fikrî, terbiyevî, içtimâî, siyasî çeşitleri bulunduğunu hadîslere dayanarak izah etmiştir. Nitekim hadîslerde zâlim sultanın karşısında hakkı söylemeye cihad denmiştir. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 18; Nesâî, Bey”at, 38).

Yine “Müşriklere karşı mal, can ve lisânınızla cihad edin” buyurulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. III, s. 13, 16; Ebû Dâvûd, Cihâd, 5, 38. Fiten, 13; Nesâî, Zekât, 49, Cihâd, 7)

Buna göre hedefi İslâm’ın yaşaması, yayılması ve korunması, İslâm yurdunun muhâfazası ve kurtarılması, İslâm’a yönelen her nevi tehlikenin önlenmesi olan askerî, fikrî, siyasî, iktisadî, mücâdele ve faaliyetler Allah yolundadır; bu faaliyetlerin zekât bütçesinde payı vardır. (Kardâvî, age., s. 655-669)

Muhtelif İslami Hizmetler:  Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebîlillâh” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillâh, ‘Allah yolunda’ demektir: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfını kapsar. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden tüm hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor.

Binaenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve ilân etmek, iman hakikatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak gibi alanlardan birini veya bir kaçını yürütmeyi vazife addetmiş hizmet birimlerinin arsa, bina, araç-gereç vs. ayırt etmeden zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlere, ihtiyaçları olan silah, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şafiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikamet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silah, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vasıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir.

Ayet-i kerimede geçen ve “Allah yolunda harcanma” olarak tercüme edilen “fi sebilillah” ifadesi, mutlak ve umumi olarak zikredilmiştir. Bu tabir bazı fıkıh kitaplarımızda her ne kadar silahla cihada katılan gazilere ve yolda kalan hacılara tahsis edilmişse de, cumhur-u ulema ve diğer tefsirler ile güvenilir fıkıh kitaplarımızın ekserisinde mesele daha geniş olarak ele alınmıştır.

Mesela: Hanefi mezhebi âlimlerinden İmam Kasani, Bedaiu’s-Sanai isimli meşhur eserinde mevzu ile ilgili olarak şöyle demiştir: “Allah yolunda olanlardan maksat, Allah’a yaklaştıran her şeydir. Eğer ihtiyaç varsa bu manaya, Allah’a itaat yolunda çalışan herkes ile bütün hayır yolları girer.”

“Fi sebilillah tabiri umumidir” diyen Fahreddin Razi ise, bu tabiri şöyle açıklar: “Fi sebilillah tabiri sadece gazilere mahsus değildir. Zekât bütün hayır yollarına verilebilir. Ölülerin teçhiz ve tekfini, kale ve cami yapımı da bu tabirin içine girer.” ( Tefsir-i Kebir, 16:113 )

Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem, teknolojik araçlar ve değişik hizmet donanımları almıştır.

Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silahla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı maddî cihad yerine manevî cihadın ön plana çıktığını, bunun da kitapla, kalemle, yayınla, neşriyatla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan islam âlimleri, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler.

Yusuf El-Kardavî cihadın sadece silahla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihadı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, imanı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî tebliğ merkezlerinin yaptıkları çalışmaların “cihad” manasından ayrı düşünülemeyeceğini; binaenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikle bulunduğunu kaydeder. (Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388)

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir. (Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81)

Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor; “Medresetü’z-Zehra”nın, yani Risâle-i Nur hizmetlerinin İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği yüksek yararlılıkla, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor. (Münâzarât, S.64 ve s.81)

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının içtimai hayatta yaşanması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatları güden hizmet birimlerinin her bir ihtiyacı için doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi millettir. Bunun için bir talebenin veya kişinin şekilden ibaret bir tezgâhla aracılık etmesine hiç gerek yoktur.

Hadis-i şerifte “İlim öğrenmekte olanın 40 yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir” buyuruldu. Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar yani işi, mesleği bu olanlar, zengin olsalar da, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler.

Sonuç olarak, zekât İslam’ın gönüllerde yayılması ve din düşmanlarının tahribatını önlemek için Allah yolunda faaliyet gösteren hizmet kuruluşlarına da verilir. Günümüzde böyle hizmet kuruluşlarına zekât vermek daha da ehemmiyet kesbetmiştir.

Kaldı ki bu zamanda en tesirli bir cihad çeşididir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hadislerinde “Müşriklere karşı malınızla, canınızla ve dilinizle cihat edin” ( Müsned, 3:13,16: Ebu Davud, Chad 5,38 ) buyurmuşlardır. Zira bugün din düşmanlarıyla yapılan umumi olmakla birlikte en tesirli cihad gazete, dergi, web, kitap, radyo ve televizyon vb. sosyal medya yoluyla yapılabildiği herkesin malumudur.

Gayesi İslama hizmet olmayan yahut böyle bir görüntü veren münafıkane kurum ve kuruluşlara yardımın her türlüsü yasaklanmış olmakla birlikte ayrıca zekât da verilemeyeceği gerçeğini hatırdan uzak tutmamak gerektir.

Bediüzzaman hazretleri mezkûr mevzu ile alakadar, nur külliyatının münazarat eserinde yaptığı bir açıklamaya binaen sorulan bir suale, nurun ilk talebesi Hulusi Yahyagil ağabeyin yaptığı şerh ve izahı aynen neşrediyoruz.

Sual: Münazarat’ın 88. Sahifesinde “İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz. Bir zamandan sonra o Medreset-üz Zehra İslâmiyete ve insaniyete göstereceği hizmetle, şübhesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bahusus zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.” denilmektedir.

a)“Biz hem Hanefî, hem Şafiîyiz.” demekle; her iki mezhebin hükümlerini tatbik edebiliriz mi, demektedir?

b)Bu duruma göre açılmış bulunan vakıf, medrese ve dershanelere zekât verebilir miyiz? Bu dershanelerde hali vakti yerinde olanlar olduğu gibi, fakir olanlar da vardır. Cevap: Suallerinizin cevabı metindeki sarahatte zikredilmiştir.

a)İki mezheb Ehli Sünnet vel cemaatindir. Mezheplerdeki ihtilaf, zekât gibi esas rükünlerde değil, belki teferruattadır.

Mesela: Mezheb-i Hanefi, zekâtı münhasıran fakir-i müslime verir; Şafii, ilim tahsili ile uğraşanlara tahsis eder. Hanefi de, ilim tahsili ile meşgul olanlara bu yardımı caiz görür. Buradan da anlaşılıyor ki, zekâtta ehliyet bakımından fakir-i müslim ile ilimle iştigal edenler iki mezhebce zekâta ehil olarak gösteriliyorlar.

b)İlim ikidir. Birisi bilinen dünyevi işlere medar ulum ve fünundur. Diğeri de, tefekkür-ü imaniye dayanan, her saati en az bir sene ibadet hükmüne getiren tefekkür-ü imaniye dersleridir. Bu derslerin yapıldığı yerlere de aramızda dershane/medrese diyoruz. Öyle ise dershanelerin devamına, inşasına, onarımına bu sadaka, zekât ve nüzur(nezirler, adaklar) gibi şeylerin verilmesinde hiçbir zarar yoktur. Hulusi Yahyagil (Rahmetullahi Aleyh) Haşiye: Bu mektup, 1995 yılında Merhum Bayram Yüksel Ağabeyin Adapazarını ziyaretinde kendisine sorulan suale (Medreseye zekât verilir mi?) mukabil, hususi defterinden açıp okuduğu bir mektubun bir parçasıdır.

Adab-ı Muaşeret ve İslam İlmihali, Hasan TAYFUR
17 Ramazan 1437

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: