Meşveret Esası

 Risale-i Nur Külliyatında

 

 

Meşveret Esası

 

  

Bediüzzaman Said Nursi

 

*: Sayfalar Envar Neşriyat’a göredir!

 

indirHer­ şeyde meşveret hü­küm­fermâdır.[1]

 

 

Maksad-ül makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder.

 

Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterek-ün fîh bir cüzdür. [2]

 

Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir.

 

وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ âyet-i kerimesi, şûrayı esas olarak emrediyor. Evet, nasılki nev’-i beşerdeki “telahuk-u efkâr” ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt’a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.

 

Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.[3]

 

Eğer denilse: Neden şûraya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyet’in hayatı ve terakkisi nasıl o şûra ile olabilir?

 

Elcevab: Nur’un Yirmi birinci Lem’a-i İhlasında izah edildiği gibi; haklı şûra ihlas ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlas ve tesanüd-ü hakikî ile üç adam yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlas ve tesanüd ve meşveretin sırrı ile, bin adam kadar iş gördüklerini çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.

 

Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla elbette ve elbette o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hacetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikından gelen şûra-yı şer’î ile yaşıyabilir. O düşmanları durdurur, o hacetlerin teminine yol açar.[4]

 

«Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat ol­malıdır. Bil­hassa bu zaman­larda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir he­yetin tesanüdüyle ve o he­yetin telâhuk-u efkâ­rından ve ruhlarının tenasü­büyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassubların­dan âzâde olarak tam ihlâsla­rından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulu­nur[5]

«Saltanat-ı efkârın icrâa-yı hasenesindendir ki: Hakaik-i İslâmiyetin güneşi, evham ve hayalât bulutla­rın­dan kurtulmuş, her yeri tenvire başla­mıştır. Hattâ dinsiz­lik bataklığında taaffün eden adamlar dahi o zi­ya ile isti­fa­deye başlamıştırlar.

Hem de meşveret-i efkârın mehasinindendir ki: Makasıd ve mesalik, bürhan-ı kàtı’ üzerine teessüs ve her kemale mümidd olan hakk-ı sabitle hakaikı rab­tey­lemesi­dir. Bunun neticesi: Batıl, hak suretini giy­mekle efkârı al­datmaz.» [6]

Meşveret-i şer’iyenin idare sistemine ve efkâr-ı milli­yeye bakan hikmet­leri:

«Meşrutiyet-i meşrua denilen dünyada beşer sa­adetinin bir sebebi ve hâkimiyet-i milliyeyi temin ile makine-yi hayatın buharı olan hürri­yet­teki irade-i cüz’i­yeyi istibdat ve tahakkümün be­lâsından kur­taran meşve­ret-i şer’iyenin maya­sıyla mayalandıran meşrutiyet-i meş­rua sizi her­kes gibi imtihana davet ediyor ki, sinn-i rüşde bülû­ğu­nuzu ve vasîye adem-i ihtiyacınızı görmek istiyor. İmtihana hazırlanınız. Mev­cudiyetinizi ittihadla göste­riniz ve hamiyet-i diniye-i millî ile fikir ve vicdan-ı şahsiyenizi milletin kalb ve akl-ı müştereki gibi gösteri­niz. Yoksa, sıfır çe­kecek ve şehadetnâme-i hürriyeti eli­nize vermeyecektir.» [7]

7- «S – Âlem-i İslâm ülemasının ortalarındaki müt­hiş ihti­lâfata ne dersin? Reyin nedir?

C – Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya inti­zamı bozul­muş bir meclis-i meb’usan ve bir encü­men-i şûrâ nazarıyla bakıyo­rum. Şeriattan işitiyoruz ki, rey-i cum­hur budur, fetvâ bu­nun üzerinedir.» [8]

«S – Acaba kâinatta, şu meclis-i âli-i İslâmî, şu ser­gerdan küre şeh­rinde bir intizamı daha bulamayacak mı­dır?

C – İman ederim ki, umum âlem-i İslâm, mil­let-i insa­niyede ve Âdem kavminde bir mec­lis‑i meb’usan-ı mu­kaddese hükmüne geçe­cek­tir. Selef ve halef, asırlar üzerinde birbirine bakıp ma­beynle­rinde bir encümen-i şûra teşkil edecek­lerdir. Fakat, birinci kısım olan ihtiyar ba­balar, sâki­tane ve si­tayişkârane dinleyeceklerdir.» [9]

Bediüzzaman Hazretleri hem Osmanlı Devletine hem gele­cekteki  ce­mahir-i müttefika-i İslâmiyyenin si­yaset eh­line, şûrâ’­nın ehemmiyet ve lüzû­munu beyan eden yazı­sının bir kısmında şu hususa dikkat çeker:

«Sadaret üç mühim şûraya bizzat istinad ediyor, yine kifa­yet etmi­yor. Halbuki böyle inceleşmiş ve ço­ğal­mış münasebat içinde, içtihadattaki müthiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fâsid medeni­yetin tedahülüyle ah­lâktaki müthiş te­denniyle be­ra­ber, meşihat cenahı bir şahsın içtihadına terk edil­miş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı harici­yeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.

Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki intizamsız olsun, yine Meşihat bir şû­raya, lâakal Kazdıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl ki­fayet eder?

Zaman gösterdi ki, hilâfeti temsil eden şu Me­şihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şâmil bir mües­se­se-i celiledir. Bu sönük va­ziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yal­nız İs­tanbul’un irşadına da kâfi gel­miyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad ede­bilsin. Hem menba, hem mâkes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i di­niyesini hakkıyla ifa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u ce­maat­ten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûra­lar o ruhu temsil eder.

Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şûrâ-yı âliye-i ilmiyeden tevellüd eden bir şahs‑ı mânevî olmak gerek­tir. Tâ ki, sözünü ona işitti­rebilsin.  Dine taal­lûk eden noktalardan, sırat‑ı müstak­îme sevk edebilsin. Yoksa, ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i ma­nevîsine karşı siv­risi­nek kadar kalır. Şu mü­him mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i ha­yatiyesini teh­likeye maruz bı­rakıyor.

Hattâ diyebiliriz, şimdiki zaaf-ı diyanet ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihadattaki fevzâ, Meşihatın zaafından ve sönük ol­masın­dan meydan almıştır. Çünkü, hariçte bir adam reyini, ferdi­yete istinad eden Me­şihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir şû­raya istinad eden bir Şeyhülislâmın sözü, en büyük bir dâhiyi de, ya içtihadından vazgeçi­rir, ya o içtihadı ona münhasır bıra­kır.

Her müstaid, çendan içtihad edebilir. Lâkin içti­hadı o vakit düsturü’l-amel olur ki, bir nevi icmâ veya cumhurun tasdikine ik­tiran ede. Böyle bir Şeyhülislâm mânen bu sırra mazhar olur. Şeriat-ı Garrâda daima icma’ ve rey-i cumhur medâr-ı fetva olduğu gibi, şimdi de fevzâ-i ârâ için, böyle bir faysala lü­zum-u kat’î vardır.»[10]

«Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve mu­habbe­timin se­bebi şu­dur ki: Asya’nın ve âlem-i İslâmın istik­balde terakkisinin birinci kapısı meşruti­yet-i meş­rua ve şeriat dairesindeki hürriyet­tir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da meşruti­yetteki şûrâdır[11]

«Eski Said de, eski zamanda böyle acib bir is­tib­dadı his­setmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istib­dâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meş­ru­ayı bir vasıta-i necat görü­yordu.

Ve hürriyet-i şer’iye, Kur’ân’ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalış­mış.»[12]

Selam ve Dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

Mehazler

[1] Muhakemat ( 22 )

[2] Muhakemat ( 104 )

[3] Hutbe-i Şamiye ( 60 )

[4] Hutbe-i Şamiye ( 62 )

[5] İşarat-ül İ’caz ( 8 )

[6] Muhakemat ( 37 )

[7] (Divan-ı Harbî Örfî ( 52 )

[8] Münazarat ( 78 )

[9] Münazarat ( 80 )

[10] Sünuhat Tuluat İşarat ( 37 )

[11] Divan-ı Harbî Örfî ( 48 )

[12] Kastamonu Lâhikası ( 78 )

 

 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: