Meyve Risalesi’yle uçak düşürülür mü?

Mürşidimin metinlerini külliyattaki sırasıyla değil de telif sırasına göre okumak ilginç farkındalıklar yaşatabiliyor arkadaşım. Mesela? Hemen misallendireyim: Kastamonu eserlerinden olan Münacaat Risalesi ve Ayetü’l-Kübra’yı peşpeşe okumak aralarındaki benzerlikleri farketmeyi sağlayabiliyor. (Bende sağladı.) Tabii Bediüzzaman’ın Kastamonu’da önceleri çok yalnızlık çektiğini öğrendiğinizde ilk telifinin bir ‘yakarış’ olması garibinize gitmiyor.

Düşünsenize: Hapisten yeni çıkmışsınız. Yalnızsınız. Gurbettesiniz. Akrabalarınız sizden uzakta. Talebeleriniz sizden uzakta. Haberleşemiyorsunuz. Yanınıza gelemiyorlar. Yanlarına gidemiyorsunuz. Eserleriniz dahi uzağınızda kalmış. Onlara da ulaşamıyorsunuz. Bu yalnızlık içinde ne yapılır? Allah’a ‘hâzırane bir şekilde’ yakarmak… Zaten yine kendisi bir metninde şöyle demiyor mu: Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. Demek Bediüzzaman’ın bu ‘en tatlı meyveyi’ yemesidir Münacaat Risalesi.

Ayetü’l-Kübra’nın telifi daha sonra. Hatta yıllar var aralarında. Denizli Mahkemesi’ni netice veren de zaten Ayetü’l-Kübra’nın neşri oluyor. Orada Bediüzzaman’ı daha bir ‘gaibane tefekkür’ içinde görüyoruz. Münacaat’ta yaşananların âdeta üçüncü bir kişinin gözünden aktarımı gibi. Bu iki eserin böylesi bir kardeşliği olduğunu görmek güzel. Bunu Risale-i Nur’u az-çok okumakla geçmiş bunca seneden sonra farketmekse hazin. Demek, çok şükür, bitmeyecek bu yolculuk. Bitmeyen, yani ki sonu olmayan, sonlu olandan güzel.

Bir diğer lütuf da Meyve Risalesi’ne dair oldu. Nicedir sorduğum bir sorunun cevabı bu acize bulduruldu zannederim. Onu da arzetmeye çalışayım arkadaşım: Denizli Mahkemesi ile ilgili mektupları/savunmaları (yani 14. Şua’yı) okuyanlar bilirler. Mürşidimin hapiste telif edilen Meyve Risalesi hakkında en çok altını çizdiği şey: Onun bir ‘savunma metni’ oluşudur. Mesela der ki bir yerde Bediüzzaman: Ben tahmin ediyordum ki, hakikî ve en son müdafaanamemiz, Denizli hapsinin meyvesi olan risalecik olacak. Ve yine mesela der ki:

Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti, âsâyişi, hürriyeti, adaleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdafaanamesi hükmündeki Meyve Risalesidir.

Zaten bilenler benim bu cahilliğimi hoşgörsünler. Ben Meyve Risalesi’ne baktığımda imanî meseleleri (yargı süreciyle ilgisiz bir şekilde) anlatan yapısından dolayı ‘nasıl bir savunma’ içerdiğini anlayamazdım. Yani kendi kendime derdim ki: “Savunma dediğin kendi üslûbuyla yazılır. ‘Savcı şunu diyor. O aslında öyle değil böyledir…’ falan. Meyve Risalesi’nin böyle bir içeriği yok. Bu nasıl savunma?” Ancak işte son okumalarımda Meyve Risalesi’nin 6. Meselesi’ne şu mektubun ardından rastlamam onun ‘savunma’ mahiyetini anlamamı sağladı:

Hem medeniyetin seyyiatını ve kusurlarını tenkit etmesinden, hatır ve hayâlime gelmeyen bir şeyi zabıtnamelerde isnat ediyor: Güya ben radyo, tayyare ve şimendiferin kullanılmasını kabul etmiyorum diye, terakkiyat-ı hâzıra aleyhinde bulunduğumla mes’ul ediyor!

Peki, Meyve Risalesi’nin 6. Meselesi bize ne anlatıyor? Okuyalım: Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz...”

Yani Meyve Risalesi esasında Denizli Mahkemesi’nde suçlama olarak ilerisürülen şeylere Bediüzzaman’ın dolaylı yoldan cevap vermesi. Duruşunu netlikle ortaya koyması ve hakkındaki iddialara ‘savunma psikolojisine girmeden’ karşı durması. Bir nevi S-400’leri kurup beklemesi. 6. Mesele bunun yalnızca bir nümunesi. Daha birçok detay var suçlamalarla uyuşan. Ellerini boşa çıkaran. Bunu farketmem de benim için bir zenginlik oldu. Allah’a hamdolsun.

Eh, evet, dilenci dediğiniz eline ne sıkıştırılsa altın bilir. Belki de bunlar size ‘basit farkındalıklar’ veya ‘zaten bilinenler’ gibi gelmiştir. Doğrudur. Ne yapayım? Ben de böyle böyle öğreniyorum işte. Küçük-büyük ne sezsem seviniyorum. Heyecanlanıp paylaşıyorum. Zaten bilenleriniz varsa vakitlerini israf ettiğim için haklarını helal etsinler. Bu kardeşlerinin akıbeti için hayır duada bulunsunlar.

Ahmet AY – risalehaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: