Mısır, Kahire’den Hatice En-Nebravi’nin Üstad’a Hitaben Yazdığı Mektup

    Sevgili efendim;

    Seni mü’min bir topluluğun diyârına hediye olarak sunan Allah’ın rahmeti, bereketi, en temiz ve en mübarek selâmı üzerine olsun. Senin muhabbetinle çarpan, sana olan vefâ hislerimin gayretiyle yanıp tutuşan kalbimin, tâ derinliklerinden seslenmekteyim. Ki, sen o kalbin Allah’ı nasıl bir sadakatle sevdiğini, kendisini hak nurlarının tecelli ettiği parlak bir âyine haline nasıl getirdiğini daha iyi bilirsin. Öyle ki, artık bu kalp o nurlarla çarpıp durmaktadır. Seyyid-i Ebrâr olan Mustafa-i Muhtâr’a, Onun tertemiz Âline, Sahâbe-i Kirâmına ve diğer bütün büyük zâtlara muhabbet ve vefâ duygusuyla ma’mur olmuştur. Onun yolunu yol edinmiş, onun hidâyet çizgisini tâkip etmiş ve inşâallah hep tâkip edecektir.

    Sen, ey efendim, Allah’ın fazl u ikrâmı olarak Resûl-ü Ekrem’in yolundan ayrılmayan, adımlarını hep sağlam esâslar üzere atan âlem şahsiyetlerden birisin. Bizler için en güzel üstâd, en güzel muallim, en güzel ve sâlih bir önder oldun. Peşinden gelenleri muhabbet ve îmân kaynağına ulaştıran en mükemmel imâm oldun. İşte bu yüzdendir ki, biz seni bütün kalbimizle sevdik. Sana sımsıkı bağlandık. Çünkü; Allah bizimle seni en sağlam, en derin ve en devamlı bağlarla bağladı. Çünkü bunlar, muhabbet bağlarıydı. Bizler üzerimize düşeni hakkıyla yerine getirsek de, senin hakkını asla ödeyemeyiz. Yapabileceğimiz tek şey, seni en güzel ve en hayırlı bir şekilde mükâfatlandırması için dâima Allah’a duâ etmektir. Zirâ, Allah’ın her şeye gücü yeter ve gayretlerin karşılığını en iyi veren de O’dur.

    Efendim;

    Bu mektubu, sana İstanbul’da, gayet ihlâslı talebelerinin gayretleriyle düzenlenen sempozyumdan döndükten sonra yazıyorum. Türkiye seyâhatim esnâsında yaşadıklarımı mütevâzi kalemim anlatmaktan âcizdir. Çünkü gördüklerim, kalbimin en derin köşelerinde mâ’kes buldu. İlâhî muhabbeti en hârika bir surette, orada müşâhede ettim. Vefâ ve ihlası en asîl mâ nâ larıyla orada anladım. Toplum içinde nefsin fenâ bulmasını, insanlar arasındaki ruhî bütünlüğü orada gördüm. Tıpkı denizin dalgaları gibi coşan, başlangıcı ve sonu olmayan, sana âşık kalplerinden taşarak bir umman hâline gelen bu nur halkalarını kalemimle nasıl anlatabilirim, ey İmâm-ı Celîl? Ne kadar anlatmak istesem de kalemim âciz kalıp duruyor. Dilim ifâde etmekte zorlanıyor.

    Efendim;

    Şu kısa aklımla, o sevgili beldeni ziyâretim esnâsında sana olan şevk ve düşkünlüğümün biraz dineceğini veya sizin hakkınızdaki rûhî bilgilerimin artacağını zannetmekteydim. Ziyâretimden döndükten sonra, senin büyüklüğünü yeterince bilme konusunda cehâletimin daha da arttığını gördüm. Çünkü, hemen her mekânda gördüğüm o göz kamaştırıcı nurlar, benim şaşkınlığımı daha da artırdı. Aynı zamanda, kalbimin bu nurlara ne kadar çok hasret kaldığını da anladım. Çünkü kalbim, alabildiği kadar o nurları toplama, gücü yettiği kadar feyzini artırma gayretindeydi. Bu kalb, muhabbet nurlarıyla doldu. Tâ ki sonunda o nurlar, bütün benliğimi tamamen kapladı. O kısa zaman diliminde, kendimi rahmet feyizlerine kaptırmış vaziyetteydim. Âdeta zaman ve mekândan sıyrılmıştım.

    Gerçekten o anlar, benim için benzersiz anlardı. Belki bir asra bedeldi. İnsan ruhunun ancak uzun ömürler yaşayarak tadabileceği manevi hazlarla doluydu. Bu hazların ne hadd u hesabı, ne de sınırı vardı. O anda kendi kendime dedim ki: O kısacık zamanda alabildiğim mânevî nurlar böyleyse, Enbiyâ ve Resûllerin, Melâike-i Mukarrabînin ulaştığı nurlar nicedir? Âlemlerin Rabbi olan Allâh’ın nûru nasıldır?

    İşte böyle ey İmâm-ı Celîl; kendi nefsimi bir yandan böyle bir heyecan, bir yandan da geçen ömrümü hebâ etmişliğin hüsrânı içinde buldum.

    “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn!.”..

    Allah’tan uzaklaştığım ölçüde nefsime zulmettim… Allah’ın rızâsı dışında atmış olduğum her adım için nefsime zulmettim… Nefsimin bitmek tükenmek bilmeyen istekleri ve heveslerini gerçekleştirdiğim ölçüde nefsime zulmettim…

    Şimdi ey efendim; Aslâ geri dönmeksizin ben bu nefsime harp ilân ediyorum. Çünkü o, benim nur sefînesine zamanında kavuşmamı engellediği için, düşmanlarımın en büyüğüdür. En sonunda senin Nur Risâlelerinin nuruyla basîretim aralandı. O eserlerini senin vefâlı ahbâbının kalplerinde gayet diri bir vaziyette gördüm. Ama, nefsimin karanlıkları arasında o nur perdelerini aralamaktan hâlâ âcizim. Rahmet nurları ile insan nefsinin karanlıkları birbirinden ne kadar ve ne kadar uzak değil mi?

    Sevgili efendim;

    Eğer benden Türkiye yolculuğum ve burada katıldığım nûrânî sempozyumun neticelerini gayet kapsamlı bir ifâde ile vasfetmem istenseydi, ben hâl ve kàl lisâniyle şöyle derdim; “Yakîn Yolculuğu”…

    Bu kısa ifadeyi biraz açmam gerekirse:

  •     Kur’ân-ı Kerim ve Resûl-ü Habîb’in sözlerindeki azameti yakîn bir bilgiyle bu yolculukta öğrendim. Rabbimin kelimelerini eğer denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsalardı dahi yazmaktan nasıl aciz kalacakları; Resûlüllâh’a (s.a.v.) cevâmiü’1-kelîm (kısa ifâdelerle çok derin mânâlar ifâde edebilme) özelliğinin nasıl verildiğini gerçek mânâda öğrendim.

 

  •     Bu yakînin derinliklerinden çıkan mânâ şuydu: Kur’ân hakikatlerinin mükemmel bir yorumu olan Risâle-i Nur üzerinde araştırmalar yapan zâtların alanları farklı, bilim dalları farklıydı. Bununla birlikte Risâle-i Nur, henüz temas edilmemiş, henüz keşfedilmemiş bir kaynaktı. Sayısız Kur’ân hakikatlerini elde edebilmek ve öğrenebilmek iştiyâkında olan talebelere ve araştırmacılara yol göstermek, rehberlik yapmak için beklemekteydi. Öyle Kur’ân hakikatleri ki, ilimler ilerlese de, asırlar geçse de kendisini bütün insanlığa ilân ederek göstermekteydi. Yeter ki insanlık, ondaki mu’cizelikleri, incelikleri, zenginliği ve hikmetleri araştırsın.

 

  •     Yakînen gördüm ki üstâdım; sen gayb perdelerinin ardından, gelmektesin. Senin talebelerini, Allâh-u Teâlâ tâ ezelden seçmiş. Çünkü senin ilim mihrâbına giren her bir taleben, gerçekte, kaderde belirlenmiş randevusuna icâbet etmektedir. Böylelikle talebelerinin seninle olan bağlantısı, seni takdir ederek etrafında halkalanmaları, beşeri müdâhelelerin veya çeşitli propaganda ve gayretlerin tamamen dışındadır. Bilakis bu hâl, Hakîm ve Habîr (her şeyi hikmetle yapan ve her şeyden haberdâr olan) bir Zât’ın ta’yininden; bütün denge ve ölçüleri aşan tasarrufundan başkası değildir. Ne mutlu sâna efendim! Ne mutlu bize, Allâh-u Teâlâ senin gibi bir imâm, derin ve kıymetli bilgileri bize öğreten bir muallim, hayatımızdaki karanlıkları parçalayıp aydınlatan, Rabbimizin katına yükselme yolunda bize yardım eden, sohbet-i Nebî şerefine ulaştıran bir örnek nasib etmiş!

 

  •    Yakînen anladım ki, sen sıradan bir şahıs değil, bil’akis Rabbânî bir rahmetsin. Allah, seni nice ulvî nurlarla bezedikten sonra bizi nimetlendirmiş. Senin risâlelerin, hareketlerin, tasarrufların, velhasıl bütün özelliklerin sıradan değil. Her bir halinde, hatta talebelerinle yaptığın mulâtefelerinde dahi sıradan bir insan olma özelliği değil, mevhibe-i ledünnî, yani İlâhî bir ihsan olma özelliği bulunmakta. Hiç birisinde ne bir abes, ne de bir tesâdüf yok. O hallerinde hevânın hükmü değil, Rabbânî bir keşfin yönlendirmesi var. Yakîn yolunda emniyetle ilerleyebilmede bizlere bürhân olman için, o özellikleri Allâh sana hîbe etmiş.

 

  •     Ey efendim; senin yaşadığın mekânları gezerken, hayâtın boyunca senin inâyet-i İlâhiye ile korunduğuna olan yakînim daha da ziyâdeleşti. Bunun da temel sebebi, elbette risâlelerini yazman ve böylece Allâh’ın seni yaratmasındaki gayenin gerçekleşmesidir. Allah senin için öyle mekânlar seçmiş ki, her ne açıdan bakılırsa bakılsın ibretlerle dolu. Bir yandan büyüleyici ve tatlı tabiat manzaraları ile eşsiz mekânlarda yaşamışsın. Bir yandan da benzersiz yalnızlıklar, elemler ve acılarla dolu zindanlara atılmışsın. Birbirine zıt her iki halde de îmânî şahsiyetin daha da cilalanmış. İnsanî gayelerin en yücelerinin gerçekleşmesi ve nefsanî afetlerle mücahede etmeyi sağlayan ledünnî ilimlerin hazineleri önünde açılmış.

 

  •     Bir konuda daha yakînim oldu ki; Rabbine ibâdet için mekân edindiğin, yerle göğün sükûnet ve itmi’nân ile omuz omuza verdiği Çam dağının en zirvesindeki şu mübârek ağacın yanında, ey efendim, senin pâk ruhundan gelen esintiler hâlâ devam etmekte. Geçen zaman boyunca ziyâret eden nice nesillere konuşmakta, nice yüksek mânâları anlatmakta, azamet-i Deyyân’ı dile getirmekte, kâinattaki nice sırları hâlâ nakış nakış kalplerimize işlemekte…

    Senin ruhunun bu konuşmaları bana sınırsız bir yakîn ile şu gerçeği gösterdi ki; Ruh ölümsüzdür ve hakikaten Rabbimin emirlerindendir. Yoksa bu hâli aklımızla nasıl tefsir edebilirdik? Bir insan ki, onlarca sene evvel âlem-i bekâya göçmesine rağmen hâlen ruhu bizimle birliktedir. Bütün bu mânâları bize anlatmakta, muhabbet ve vefâ mânâlarıyla oradaki her mekânda bizi karşılamakta, îmânın en zirve noktalarını bize öğretmektedir. Her ne kadar şu fâni dünyadan çok zaman önce göç etmiş olsa da, Nur Risâlelerinde söylediği her sözünü, her cümlesini kalbimizin tâ derinliklerine yerleştirmektedir.

    Hakikaten ey efendim, senin eşsiz ruhunun dile gelmesi yoluyla çok ama çok miktarda bilgi edindiğimiz bu hitâp bir ömre bedeldir. O seslenişten kaynaklanan nurlar bütün benliğimize işlemiş, bütün her yanımızı göz kamaştırıcı ışıltılarla aydınlatmıştır. Bu hâlet bizlere Rabbimizin azametini yakîn olarak bilmemizi sağlamış, bizleri ulvî ufuklarda dolaştırmıştır. Böylesi mübârek bir sohbetle, böylesi yüce feyizlerle ve böylesi Rabbânî esintilerle bizi nimetlendirdiği için Allâh’a şükür secdesine kapanmaktayız.

  •     Bu yüksek dağda (Çam Dağı) üzerimize doğan yakîn nurlarını hayatım boyunca asla unutmayacağım, ey efendim. Özellikle bana hatırlattığı şu fikirler ve hâtıraları: Senin ibâdet ve tefekkür kasdıyla zirvesine çıktığın bu dağda da ne bir abesiyet, ne de bir tesâdüf yoktur. Bil’akis Cenâb-ı Hakîm ve Habîr’in özellikle belirlemesi söz konusudur. Tıpkı Habibi Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) Mekke’deki Sevr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı Musâ’ya (a.s.) Tûr Dağını seçmesi gibi… Tıpkı bizler için Hacc’ın en önemli şartı olarak Arafât Dağını seçmesi gibi…

    Hangi sırdandır ki, Allah-u Teâlâ bu dağları yeryüzüne birer direk, bulutların gelip geçecekleri birer geçit, rızıklar için birer anbar eylemiştir?.. Resûlleri ve evliyâsı için birer ma’bed kılmıştır?.. Esmâ-i Hüsnâsının en görkemli ve şa’şaalı birer tecelligâhı yapmıştır?..

    İşte bu sorulara cevap ararken, en sonunda bu meseleleri gerçek mânâda anlamakta ne kadar âciz kaldığımızı, bize verilen ilimle bu hakikatlerin çok az bir kısmını anlayabileceğimizi yakînen gördüm.

        Saygıdeğer Üstadım;

    Bütün bunları gördükten, sonra kalbim gayet mutmain olarak gördüm ki, Allah’ın va’di haktır. Bu yakinin tahkikine dâir en parıltılı alâmet ise, sana âşık ihlaslı talebelerindir. Buradan da anladım ki, Allah insanların kalblerini muhabbet nurundan oluşan bağlarla bağladığı zaman, Allah’ın inâyeti ve fazlıyla bu bağlar kudsî bir hüviyet kazanır. Ve asla düşmanları tarafından parçalanamaz bir hal alır. İşte bu tabloyu görünce, göğsüme bir rahatlama geldi; kalbimde sebat ve yakin hâsıl oldu.

        Sevgili Üstâdım;

    İstanbul’daki sempozyum boyunca yaşadığım bu duyguları ve edindiğim izlenimleri asla unutmayacağım. Kendimi senin de aramızda bulunduğun muhteşem bir törende hissettim. Bizi sen dâvet etmiş, her bir misafiri sen karşılamış, kendini onun ruhuna tanıtmış gibiydin.

    Aynı şekilde, ey efendim, oradaki Allah’a, Resûlüne ve Said Nursî’ye âşık kalpleri asla unutmayacağım. Öyle ki bu aşk, onların yüzlerinde bir nur, sürûr ve sabır şeklinde aksetmekteydi. Bu kalplerdeki muhabbet her tarafımızı sarmış gibiydi. Bütün dünyayı âdeta mânevî küçük bir Cennet gibi görür haldeydik. Tıpkı Cennetlikleri tasvir eden “İhvânen alâ sürurin mütekâbilîn” “Karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturan kardeşler” âyetinde olduğu gibi. Kendi kendime dedim ki: Keşke benim milletim de bunu bilseydi. İnsanlar arasında îmân, sevgi ve hoşgörü hâkim olduğunda, daha dünyadayken yeryüzü bir Cennet olmaz mıydı? Ancak bu şekilde beşeriyyetin bütün emniyet ve barış hayalleri gerçekleşme imkânı bulmaz mıydı?.

    Orada yaşadığım mübarek îmân sohbeti sayesinde tattığım saâdeti artıran bir diğer husus da, Allah’ın ve Resûlünün şu vaadine olan yakînimdir: “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” İşte bu gerçekten hareketle kendimi gayet ulvî ve nûrânî bir halkanın içinde hissetmekteyim. Allâh-u Teâlâ’dan duam odur ki, bu nûrânî halkaya ebedi Cennet hayatında da bizi dâhil eylesin.

    Sonuç olarak, îmân ve İslâm nimetiyle bizi nimetlendirdiği için AIlah’a sonsuz hamd ü senâ eyleriz. İmân menbaından ve İslâm nurundan fışkıran îmân kardeşliğini, bize nasip ettiği için O’na şükrederiz. Dâr-ı âhirette ebedî nimetlerle bizleri nimetlendirmesini dileriz.

        Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.

Nur Talebesi Hatice en-Nebrâvî

Kahire-MISIR

———————————

 Not: Isparta, Barla ve Çamdağı’nda ziyaretlerinde, beraberlerinde olan ağabeylere dualar temenni eden bu mektubdaki bazı kısımlar, hususiyet arzettiğinden neşredilmedi.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: