Muallim-i Ekber’in Yetiştirdiği Yıldız İsanlar

Hatem’ül Enbiya’ın (s.a.v) en büyük mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim’in feyzine mazhar olan ve O’nun sünnetini harfiyen yaşayıp, her meselede O’nu kendilerine rehber ederek O’ndan ziyadesiyle istifade eden sahabeler, bütün dünyaya muallim ve üstad olmuşlardır.

Muallim-i Ekber olan Hz. Peygamber (s.a.v) bir nesim-i hidayet olan o mukaddes nefesiyle, Mekke’nin afakını kaplayan dalalet ve zulümat bulutlarını tarumar etti. İnsaniyet âlemi o hidayet nuruyla gitgide bir safvet ve nuraniyet kazanarak berraklaştı.

Nûr-u irfan ve feyiz, onların üzerinde her an lemean etmeye başladı. Hz. Peygamber’in ashabı, hakikat nurunu Mişkât-ı Muhammediye’den tamamıyla aldılar ve insaniyetin en âli şerefine ve en yüksek mertebesine yükseldiler. Aziz ve Celil olan Allah-ü Azimüşşân, lütuf ve merhametiyle onları rahmetinin deryasında yüzdürdü. Feyiz, lütuf, kerem ve rahmet çeşmesinden içirdi. Dostluk ve muhabbet libasını giydirdi. Kalblerinden kin, haset ve adaveti, kasavet ve vahşeti attı. İç âlemlerini ferah ve sürura kavuşturdu. O berrak kalpleri muhabbet, fazilet ve irfan gibi ulvî hasletlerle doldurarak bu fani dünyadan göçüp ebedî saadete kavuşturdu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v):

“Benim sahabelerim yıldızlar gibidir. Onlara uyarsanız hidayete erersiniz.”

buyurmuş ve ashabından her birinin birer yıldız mesabesinde olduğunu belirtmiştir.

Elbette ki, bu hidayet yıldızlarının da kendi aralarında derece farklılığı vardır. Onların en başında, Hz. Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere dört halife gelir. Hz. Ebu Bekir (r.a.) nebîlerden sonra insanların en hayırlısıdır. Hz. Peygamber’in ifadesiyle

“Peygamberler müstesna, güneş ondan daha üstün bir baş üzerine ışığını saçmamıştır.”

Zira o, Allah ve İslâm yolunda maddî ve manevî bütün varlığını, hatta hayatını feda eden, kendi nefsine hiçbir şey bırakmayan, eşsiz sadakat, sonsuz merhamet ve deryalar gibi zengin anlayışıyla temeyyüz etmiş bir ali-i irfandır. Allah Resûlü’nün en yakın dostu, en sevgili yar-ı vefadarı olan insan. “Teslimiyet sırrının en büyük dehası”. İslâm’dan önceki cahiliyet zamanında, Kureyş içinde büyümüş olduğu halde, putlara secde etmeyen insan. Daima Allah yanında makbul bir din olması gerektiğini düşünen ve bu bakımdan Habib-i Ekrem İslâm dinine davete başlar başlamaz herkesten önce delil ve mucize istemeden iman eden ve daha sonra güvendiği kimseleri gizlice İslâm dinine çağırmaya başlayan müstesna insan. Sadakat, rikkat, rahmet ve ilâhi sırlara vukufiyette en ileri kişi.

Hz. Ömer’de ise celâdet, adalet ve heybet hakim. Hz. Osman ise yumuşaklık, hayâ ve edep numunesi. Hz. Ali ise akıl, hikmet, şecaat ve ulvîyette benzersiz. Bunlar İslâm binasının dört büyük sütûnu ve o nuru etrafa yayan birer yıldızdır. Zira İslâm’ın intişarına, maddî ve manevî fütuhatına en büyük vesile onlardır.

Mürşid-i Ekber (s.a.v), başta dört büyük halife olmak üzere yirmi dört bin sahabiyi terbiye edip, maddî ve manevî terakkinin zirvesine çıkardı ve medeni ümmetlere üstad eyledi. Hz. Peygamber (s.a.v) sahabelerinin ruhlarını ve mizaçlarını onlardan daha iyi biliyordu.

Hz. Ömer, Hz. Ali, ve Hz. Hamza gibi cengaverlerinin savaşlarda göstermiş oldukları celadet ve şecaatleri Zat-ı Ahmediye’den (s.a.v) inikas etmiştir. Hem, Hz. Ebubekir’in (r.a) eşsiz sehaveti, hadiseleri kavramadaki favkalede seri intikali ve vahye muhatap olmadaki zekaveti elbette ki, Resul-i Kibriyanın sayesindedir ve O’nun meyvesidir. Hz. Ömer’in şecaatindeki şiddet, adaletindeki ulvîyet, acaba O’nun kendi mahareti miydi? Hayır ve asla! Fahr-i Kâinat (s.a.v) onun ruh, kalb ve vicdanını tenvir ve teshir etmeseydi, eğer o nübüvvet mektebinde terbiye görmeseydi, ondaki bu ali hususiyetler ve üstün meziyetler O Halife-i Sania böyle bir adalet ve celadet sahibi olabilir miydi?

Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi;

“Bâzı olur bir nazar, fahm i elmas ediyor. Bâzı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber, birden bire kalbeder bir bedevî cahil, bir ârif-i münevver.”

“Eğer mîzan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer.”

“Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Cezîretü’l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalbetti elmaslara, birden bire serâser, Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.”1

Evet, İki Cihan Güneşi’nden nur alan o insanlar, o kadar muazzez ve erişilmez insanlardır ki, o nurdan aldıkları seciyeyle aşk ve teslimiyetin, bağlılık ve fedakârlığın eşsiz timsali olmuşlardır. Onlar, fazilette, ibadette, haşyette, şecaatte, alicenaplıkta, teslimiyette birbiriyle yarış halinde oldular. Birbirleriyle öyle ülfet ettiler ki, aralarında en küçük bir geçimsizlik, haset ve kıskançlık olmadı.

Kendilerinden sonra gelen hiçbir evliyanın onlara yetişememesinin sırrı, işte bu azîm farkta aran­malıdır. Onlar vahyin gelişine bizzat şahit oldular. Dıhye suretinde, defalarca Cebrail’i (A.S.) gördüler. Allah Resûlü’nün ayı ikiye yarması, parmaklarından su akması gibi binlerce mucizesine şahit oldular. Bütün insanlık âle­mini nura, hidâyet ve saadete eriştirmek için gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’i ilk defa onlar dinlediler. Onlar Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ilk talebeleri olma şerefine nail oldular ve O’ndaki ulvî hakikatları Peygamber Efendimizden (s.a.v) ders aldılar. Kur’ân-ı Hakîm’i bütün kalblere, akıllara, vicdanlara ve dolayısıyla hayata hâkim kıldılar. Kendilerinden sonra gelen hiçbir kim­senin ulaşamadığı feyz ve berekete, ilim ve irfana, ihlâs ve sadakata, feragat ve fedakârlığa nail oldular. Bakışları ibretle, fikirleri ilim ve hikmetle, kalbleri ilâhî muhabbetle doldu. Onlar daima tefekkür halinde ve tam bir uyanıklık içinde oldular. Her şeyi yerli ye­rine koydular. Her fazilet ve şeref sahibini kendi ma­kam ve mevkiine oturttular; hukuklarına riayet etti­ler. Allah’ın rızasından başka her şeyin tahakkümünden âzâde oldular. Onları ne dünya esir edebildi, ne de Cennet’in letafet ve şa’şaası kayd altına alabildi. Onlar dünya ve âhiret nimetlerine değil, o nimetleri verene tâlib oldu­lar ve O’nu sevdiler. Ne dünya metaını, ne âhiret saa­detini, Allah’ın rızasına denk tutmadılar. Sadece ve sadece Allah’a kul olmanın âli şeref ve izzetiyle yaşadılar. Kin, hased, adavet, nifak ve şikak gibi ahlâk-ı seyyieden saf ve tâhir olarak Allah’a rücû ettiler.

O aziz ve alicenap zatlar, yoksullara ve yardıma muhtaç olanlara ihsanda bulunur ve onlara merhamet ve şefkatle davranırlardı. Zira onlar, nur-u nübüvvet ile ziyalanmışlardı. Marifet ve fazilette yarışarak zirve-i kemalata erdiler; hikmetin aşıkı ve en münevver meyvesi oldular.

Sahabeler, İslâm’ın izzet şerefi ve ulvîyeti uğrunda işkencelere maruz kalmayı ve kanlarının son damlalarına kadar harp etmeyi göze almışlardır. Zira, İslâm’ın ulvî güzelliği aşıklarına her cefayı unutturmuştur. Bütün mihnetler, meşakkatler, eza ve cefalar, İslâmiyet’i aşk ve şevk ile kabul eden bu kalpleri zerre kadar müteessir etmemiştir.

Sahabeler, o yüce Zatın (s.a.v) imanından feyiz almış ve ahlâk-ı aliyesinden kemaliyle istifade etmişlerdir. O’nun (s.a.v) etrafında adeta bir pervane gibi dolaşarak, ondaki manevî güzelliklere ayna olmaya çalışmışlardır.

O aziz ve alicenap insanlar, Allah ve Resulü yolunda canlarını, mallarını, vatanlarını, evlatlarını ve akrabalarını seve seve terk edip, akılların almayacağı bir fedakarlık ile Medine’ye hicret ettiler. Hz. Peygamberi mesrur ve hoşnut ettiler. Böylece mertebe-yi kemalata kavuştular, menzil-i maksuda erdiler.

Kavilerin güçlerine boyun eğmediler. Akıl almaz zulüm ve işkenceler onların Allah’a ve Hazret-i Peygambere (s.a.v) olan imanlarını asla sarsamadı. Sahabeler, dağları yerinden kaldıracak, saçları ağartacak olan o korkunç günlerde zulüm dalgalarına karşı koydular, İslâm binasını böylece inşa ettiler.

O metin kalpli, parlak fikirli, fesih lisanlı ve kavi bilekli sahabeler, mütekebbirlerin burnunu, cebbarların belini kırdılar ve müşriklerin ve yalancıların dilini susturdular.

Onlar küffara karşı şiddetli, kendi aralarında gayet mülayim idiler. Onlar hiçbir zaman acımayan ve bozulmayan tatlı bir su gibi idiler. Onlara uymayanlar yolunu şaşırır, hak ve hakikatten uzaklaşır.

Sahabelerin her biri ayrı bir fazilet, meziyet ve güzellikle mümtaz idi. Her biri kendi istidadına göre bir vazifeyi omuzuna almış, ciddî bir gayret ve fekârlıkla çalışmışlardır. Bir kısmı iman hakikatlerinin, bir kısmı Kur’an ahkâmının ve bir kısmı da hadislerin muhafazasına çalışarak, İslâm âleminde muhtelif renklerde çiçeklerin açılmasına vesile olmuşlardır. Her biri başka bir memlekete hicret ederek, insanları irşat edip, İslâm’a girmelerine vesile olmuşlardır.

Necaşi gibi dünyanın en büyük imparatorları onların karşısında el bağlayıp buz gibi eridiler. Onlar, o iman sayesinde Allah’ın en sevgili ve bahtiyar kulları ve Hz. Peygamberin de en sadık dostları oldular.

Sahabiler, züht ve takva itibariyle en ileri derecede idiler. Buna rağmen dünyayı da ihmal etmediler. Onlar ahiret ile dünyayı muvazeneli bir şekilde götürdüler. O kadar meşguliyetlerine rağmen ibadetlerine öyle düşkündüler ki namaz vakti gelince bütün işlerini bırakır huşu içerisinde namazlarını eda ederlerdi. Gecelerini ibadetle geçirirlerdi. Dünyada yaşamakla beraber sanki bu dünyanın insanları değillerdi. Tac ve taht endişesi, saray ve köşk edinme sevdası, servet ve şöhret cazibesi, onlardan çok uzak idi. Onların tek gayesi ve hedefi Allah’ın birliğini ve sevgisini kalplere yerleştirmek; yasaklarından sakındırmaktı. Bunun içindir ki, Sahabîler, Cenâb-ı Hak tarafından çizilen mukaddes sınırların kuş uçurtmaz bekçileri oldular.

“Sahabelerin kurbiyet-i İlahiye noktasındaki makamlarına velayet ayağıyla yetişilmez.”2

Bundan dolayıdır ki, en büyük bir veli olan Muhyiddin-i Arabî ve Celaleddin-i Süyûtî gibi zatlar bile, sahabelerin en küçüğünün derecesine çıkamamışlardır.

İşte daire-i nübüvvet, daire-i velayetten ne kadar yüksek ise, daire-i nübüvvetin hademeleri ve o güneşin yıldızları olan sahabeler dahi, daire-i velayetteki sulehaya o derece tefevvuku olmak lâzım geliyor. Hatta velayet-i kübra olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet ki, sahabelerin velayetidir; bir veli kazansa, yine saff-ı evvel olan sahabelerin makamına yetişmez.”3

Kış mevsiminde bir bahçeye giren kişi, soğuk çehreli, donuk ve bakıldığında insana hoş görünmeyen ağaçlarla karşılaşır. O kişi, bu ağaçlardan birinin gölgesinde dinlenmek isterse, derhal soğuk alır ve rahatsızlanır. Çünkü bu ağaçların kendileri gibi gölgeleri de menfaatsiz, hatta zararlıdır. O kişi, aynı bahçeye yaz mevsiminde uğradığında çok farklı bir manzara ile karşılaşır. Zira, bahçe aynı bahçe, ağaçlar aynı olduğu halde, gördüğü manzara kıştaki ile taban tabana zıttır ve onunla kıyas kabul etmez. Yemyeşil yaprakları, muhtelif ve leziz meyveleri, serinlik ve ferahlık veren gölgeleriyle her bir ağaç her cihetiyle faydalı ve hoş bir sûret almıştır. Çünkü, kıştaki donuk ağaçların üzerinden bir bahar mevsimi geçmiş; bahar güneşine yüzlerini çeviren bu ağaçlarda ilk tebeddülat, üzerilerindeki karların erimesi ve içlerine kadar nüfûz eden donukluğun çözülmesi olmuştur. Daha sonra, bahar yağmuruyla sulanan ve bahar havasından fevkalade istifade eden bu ağaçlar, kısa zamanda inanılmaz derecede terakki etmişler, yeşil yapraklarla, çiçeklerle ve meyvelerle bezenmişlerdir.

İşte sahabe-i kirâmın İslâmiyet’ten önceki ve sonraki halleri bu misâle benzer. Cenâb-ı Hak tarafından insanlara doğru yolu göstermek, onları irşad etmek ve onların üzerilerindeki küfür ve isyan buzlarını çözmekle vazifelendirilen Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) mânevi güneşi, bütün haşmetiyle Asr-ı Saadet’te tezahür etmiş ve küllî feyzini o asrın bahçesine akıtmıştır. Buzları çözülenlere Kur’an’ın âb-ı hayatını emzirmeye başlayan o Zat-ı Mübârek, kısa zamanda o bahçeye meyve verdirmiş ve o asrın insanlarını, peygamberlerden sonra, kimsenin yetişemeyeceği bir yüksekliğe ve bir taravete eriştirmiştir.

Hz. Peygamber’i (s.a.v) görmeden iman eden müminler de o güneşten istifade etmektedir. Lakin onlar dağın kuzey yüzündedirler; sahabeler ise daima güneş alan güney yüzünde idiler. Onlar derslerini o güneşin zatından aldıkları halde, bizler o feyzi sadece ziyâsından almaktayız. Bu bakımdan bir mümin ne kadar terakki ederse etsin onların manevî derecesine yetişmesi mümkün değildir. Ona düşen vazife, onların yolundan gitmek ve şefaatlerine nail olmaya gayret etmektir.

Evet, enbiyalardan sonra, derece bakımından insanların en faziletlileri sahabelerdir. Fazilet noktasında onlara yetişilmez. Çünkü sahabeler bütün kalpleriyle “Rabbimizin bizden istediği nedir?” diye merak ederek, Allah’ın rızasına mazhar olmak için azamî gayret göstermişlerdir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakk’ın yanında kıymetleri çok yüksek olan, başta dört halife olmak üzere, sahabe-i kiram efendilerimize muhabbet etmek imanın gereğidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) sahabeleri hakkında şöyle buyurmuştur:

“Her kim sahabelerimi mesrur ederse, beni mesrur etmiş olur. Her kim beni mesrur ederse, Allah’ı mesrur etmiş olur. AllahTeâla da kendisini mesrur eden kulunu mesrur eder ve cennetine koyması O’nun üzerine hak olur.”

“Allah beni, bütün enbiyadan üstün, sahabelerimi de peygamberlerden sonra bütün insanlardan üstün kıldı.”

Bu hadislerden de anlaşılacağı gibi, sahabe-i kiram efendilerimizin Allah-ü Teâla’nın ve Peygamber Efendimizin (s.a.v) yanında kıymetleri çok âlidir. Çünkü onlar Peygamber Efendimizin (s.a.v) risâlet cenahına bir nevi ortak olup, O’nunla el ele, omuz omuza vererek bu din-i mübîni dünyanın her tarafına yaymaya gayret göstermişlerdir. Harcına kanlarını kattıkları İslâm binasına kemiklerini de temel taşı yapmışlardır.

Sahabelerin en büyük özelliklerinden birisi de isâr hasletletidir. İsâr, kendi ihtiyacı olduğu halde başkalarını kendine tercih ederek ikramda bulunmaktır. Bu ise, Resul-ü Ekrem (s.a.v) ve ashabının takip ettiği bir yoldur, cömertliğin en üstün derecesi ve en zirve noktasıdır. Bir ayette mealen şöyle buyrulmuştur:

“Bunlardan önce Medine’yi yurt edinip imana sarılanlar ise, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi besler, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde bir kıskanma veya istek duymazlar. Hatta kendileri ihtiyaç duysalar bile o kardeşlerine öncelik verir, onlara verilmesini tercih ederler.”5

Hazret-i Huzeyfe şöyle anlatıyor:

“Yermük gazvesinde amcazademi yaralılar arasında aramaya çıktım. Yanımda bir miktar da suyum vardı. Amcazademi buldum. ‘Su!..’ diye seslendi. Tam suyu vereceğim sırada öteden biri ‘Ah su!..’ diye inledi. Amcazadem ona gitmemi ve suyu ona vermemi işaret etti. Gittim baktım ki, As’ın oğlu Hişam. Tam su vereceğim sırada öteden biri ‘Su!.. Su!..’ diye seslendi. Hişam da beni ona gönderdi. Ona gidinceye kadar o ölmüştü. Hişam’a döndüm, o da ölmüştü. Amcazademe geldiğimde o da vefat etmişti. Velhasıl su elimde kaldı. Allah hepsine rahmet etsin.”

Hz. Peygamber’den sonra da O’nun nurundan istifade edip izinden giden İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir Geylanî, Beyazıd-ı Bistamî, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazal”i, Şazeli ve Bediüzzaman Hazretleri gibi iman, marifet, irfan ve ahlâk abidesi nice müçtehitler, müceddidler, mürşit ve alimler, yapmış oldukları ulvî hizmetleri ile tarih sahnesinde şan ve şerefle ebedî olarak yad edileceklerdir.

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

1 Sözler.
2 Sözler, s, 492.
3 Sözler, s, 491.
4 Sözler, s, 493.
5 Haşir Suresi, 59/9.