Müdhiş marazın merhemi, ilacı ihlastır

YARDIMIMIZ ALLAH YOLUNDA OLANLARA OLSUN
“İşte bu müdhiş marazın merhemi, ilâcı ihlastır. Yani hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galib gelmekle İN ECRİYE İLLÂ A’LELLAH sırrına mazhar olup, nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle (Haşiye) sırrına mazhar olup.. hüsn-ü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dâhil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlasa muvaffak olur. Yoksa ihlası kaçırır.

(Haşiye): Sahabelerin sena-i Kur’aniyeye mazhar olan “îsar” hasletini kendine rehber etmek. Yani: Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünki hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan hakları var ki, ümmet onların maişetlerini temin etsin. Hem zekata da müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez, belki verilir. Verildiği vakitte, hizmetimin ücretidir denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârane başka ehil ve daha müstehak olanların nefsini kendi nefsine tercih etmek……….
sırrına mazhariyetle, bu müdhiş tehlikeden kurtulup ihlası kazanabilir.” (L:149)

Aşağıdaki parçada da yine “menfaat istenilmez, belki verilir.” Ve “Belki ummadığı bir halde verilir.” diyerek bizi emsalsiz bir teslimiyetle istiğnaya dâvet etmektedir. Evet, verilir, veriliyor ve verilecektir; fakat bu, başkalarının yaptığı gibi istemek yoluyla değil, Üstadımızın talimi veçhile “Lisan-ı hal ile dahi istememek” şeklinde olacaktır!

İANELER TOPLAMAMAK, MALÎ YARDIMLARINI İSTEMEMEK, “VER” DEMEMEK …

“Aziz Kardeşlerim ! Kahraman Nazif’in beşbin nüsha kadar teksir fikrine şimdilik iştirak etmediğimin üç sebebi var: Birincisi: Risale-i Nur’un meşrebi izhar-ı hâcet etmemek ve ehl-i dünyanın cemaatlerindeki o sû-i istimal edilen ianeler toplamak gibi, başkaların malî yardımlarını istememek ve dünya menfaatı için mukaddesatı âlet edenlerin nazarlarında ihlâs zararına “ver” dememek, belki istemeden verilse ve kabulü rica edilmek şartıyla alınmaktır. Yoksa bu kadar rakibler karşısında, Nurların hâlis ve sâfi mesleğini muhafazası müşkil olur.” (Emirdağ Gayr-ı Münteşir: 53-511)

HİZMET-İ İMANİYEMİ HİÇ BİR ŞEYE ÂLET ETMEYECEĞİM

“Bediüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. … Bediüzzaman küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur. Neden hediye kabul etmediğinin sebeblerinden birisi olarak der ki: “Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebebler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imana hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim” der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse; mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.” (Sözler:760)

UBUDİYETİN SIRR-I ESASI: NİYAZ, ŞÜKÜR, TAZARRU’, HUŞU’, ACZ VE HALKTAN İSTİĞNA …

“Yedincisi: Bir kısım ehl-i zevk ve şevk, sülûkünde fahrı, nazı, şatahatı, teveccüh-ü nâsı ve merciiyeti; şükre, niyaza, tazarruata ve nâstan istiğnaya tercih etmekle vartaya düşer. Halbuki en yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, “Mahbubiyet” ünvanıyla tabir edilir. Ubudiyetin ise sırr-ı esası; niyaz, şükür, tazarru’, huşu’, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemaline mazhar olur. Bazı evliya-yı azîme, fahr ve naz ve şatahata muvakkaten, ihtiyarsız girmişler; fakat o noktada, ihtiyaren onlara iktida edilmez; hâdîdirler, mühdî değillerdir; arkalarından gidilmez!” (M:455)

Paylaşan: Abdülkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: