Muharrem ve Kerbela

Uzun zamandır yazmak içimden gelmiyor. Zira mevsim hak sözün rağbet gördüğü mevsim değil. Kulakların sağır olduğu bir çağda dudak ile yapılan haykırışlar anlamsızdır. Bizim lisanımızda da kalplere tesir edecek esrar olmadığı için yazmamayı tercih ettim.

Bugün uyanır uyanmaz gönlüme Kerbela hüznü düştü. Onların başına gelen mukadderatı düşündüm. Rasulullah’ı (sav) düşündüm. Neden Rabbin en sevgili kulu iken her birimizin başına gelebilecek en ağır sınavların en büyükleri ona verilmişti? Anasız, babasız, kimsesiz bırakılmış, bir beşerin yaşayabileceği tüm acılar ve fitneler yaşatılmıştı. Düşününce içim yandı, gözlerim yaşardı ve sonra birdenbire haddimi aştığımı hissettim. Hâşâ farkına varmadan kendimi Allah’tan (c.c.) merhametli bir konuma koyuyordum. Çünkü o acıları ona yaşatan, onu ve torunlarını o sınavlardan geçiren, onlara o mukadderatı takdir eden Allah’tı  (c.c.) ve O kendisine “rahmet”i farz kılmıştı. O insanlar da öyle ağır bela ve musibetleri hak edecek bir şey de yapmış olamazlardı. Bu başa gelenlerin altında başka hak edişler olmalıydı.

Gerçi Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde “enfes” denilecek tahlillerle kalpleri yatıştıracak izahlar yapmıştı. Yine de nefsimi, o hadiselerin, onların başına gelmiş olmasını bahane edip kadere itiraz etme meylinden vaz geçiremedim.

Sonra telefonuma gelen mesajlara baktım. Bir arkadaşın gönderdiği mesaj tam da bu iç tefekkürüme bir cevaptı. Bir kudsi hadis metni gibi geldi bana. İçeriği hoşuma gitti. Sizinle de paylaşayım istedim: 

“Hani melekler sormuştu Rabbimize:

-Senin en sevdiğin kulun O iken neden onu bu kadar ıstırapla imtihan ediyorsun? Hem yetim, hem öksüz, hem de kimsesiz…

Rabbimizin cevabı;

-Kimseye güvenmesin. Yalnız benden istesin yalnız bana sığınsın, diye.”  olmuş.

İşte mesele bu!

‘İnsan’da var edilmek istenen nihayet kemal bu. İnsan bu kemale erdi mi ne kimseye minnet eder, ne kimseye tezellül eder, ne de kimseden korkar. Ama İslam toplumu maalesef asırlar boyunca korku kırbacıyla ve menfaat silahıyla boyun bükmeyi meşru kılmış. Bugün de korku, adaletsizliğe bile göz yumduruyor.

Kerbela’yı bu açıdan doğru okumak gerekir. Hz Hüseyin (r.a.), en ağır şartlarda bile Allah’tan (c.c.) başkasından korkmamanın, hak ve hakikat namına yalnızca Allah’ın (c.c.) rızasını gözetmenin bir numunesi oldu. Evet, canıyla ödedi ama neticede o biz zulme ve zalime dur demek için o yola çıktı…

Kaderin onu mağlup ettirmesinin sayısız hikmetleri var elbet. Allah (c.c.), gönüllere sultan kıldığı ehli Beyt’in evlatlarının, içi dışı zulüm ve yalan olan dünya saltanatına da el uzatmalarını istemedi. Onları, ona yönelmekten hep alıkoydu. Ta ki bu din onların omuzunda ebediyete kadar taşınabilsin diye. Sizi temin ederim, eğer Emevilerin karşısında Ehli Beyt muhalefeti olmasaydı, Emevi sultanları çamurdan tanrı yaparlardı Samiri gibi… Ve İslam daha ilk asırda boğulurdu. Kerbela’nın en büyük meyvesi budur. Hz. Hüseyin (r.a.), İslam’ın izzetini ve şerefini kanıyla korumuş ve o kan hâlâ İslam’ın izzetine bekçilik etmektedir! Bu, meselenin bir ciheti.

Bir diğer ciheti var ki o da fitnedir. O fitne hâlâ capcanlı bir şekilde ümmetin iç kanama geçirmesine hizmet ediyor.

Gururları, Araplar tarafından incitilen Pers ırkçılığı, Müslümanlardan intikamını almak için o hadiseyi hep diri tutmuş, 1400 sene önce yaşanan hadiseyi hep fitne çıkarmanın öznesi kılmıştır.

Güya bunu Âl-i Beyt muhabbetiyle yaparlar. Zira Resul (sav), “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessül etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah / Kur’an, biri Âl-i Beytim.”( Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26) buyuruyor.

İşte bu hadis, maalesef ciddi tartışmalara sebebiyet vermiş, Şia doğrudan Âli Beyt’in nesnesini anlamış, yani Hz. Ali’nin (r.a.) soyundan gelenleri, Ehl-i sünnet ise bunu, “Hz. Peygamberin (sav) yaşam tarzına uymak” (yani Sünnet’e uymak) diye anlamış. O yüzden de her sene kavga tazelenir ve taraflara yeni öfkeler ve gerekçeler yüklenir Müslümanların birbirinin kanını dökmeleri için!

Din adamları da bu yarayı sarmak yerine dil ve hüzün şehvetine kapılarak yarayı tazelerler. 

Mamafih İslam dünyasında, her iktidarda, Emevileşme eğilimi, her muhalefette, işi kan dökmeye vardıracak bir meyil hep olagelmiştir. İslam’da, iktidara meşru bir muhalefetin nasıl olacağına dair bir usul maalesef bulunamamıştır. Keşke ilk iki halife kendilerinden sonra kimin halife olmasını seçecek komisyonu belirlerken, halifeden hoşnutsuzluk arttığında onun nasıl tahttan indirileceği yolunda da bir usul koysalardı! Olmamış. Olmayacaktı sanırım Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamberin (sav), “Ümmetime fitne girmesin!” şeklindeki duasına icabet etmediği söylenir!

Va esefa! Tevhid ve vahdet, ittihad-ı ümmet Müslüman halkların yegâne çaresi iken biz o ankayı bir türlü avlayamıyoruz. Çünkü birileri de onun gerçekleşmemesi için çalışıp duruyorlar.

Hâlbuki mesele çok basit. Ama kimse birazcık düşünmüyor.

Bakın Şia, Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer’e (r.a.) , Hz. Ali’nin (r.a.) hakkını yedikleri ve ona zulmettikleri için küfredip dururlar. Hz. Aişe (r.a.) annemizi de Cemel Vakası yüzünden “Cehennem Ehli” sayarlar. Ve bunu Âli Beyt muhabbetiyle yaparlar. Çünkü onlara Hz. Aliye Al-i Beyte haksızlık etmişler. Öyle varsayarak Hz. Ebubekir, Ömer ve Aişe validemize hakaret etmeyi hak sayarlar. Peki, öyle mi. Eğer öyle olsaydı ehlibeyt onların adlarını çocuklarına verir miydi?

Şimdi iki dakika düşünelim, Hz. Ali (r.a.) o kadar nefret ettiği bu iki ismin adını çocuklarına verir mi? Hz. Hasan ve Hüseyin verir miydi? Geçelim onları; Cafer-i Sadık, Masa El-Kazım, Ali Rıza… Bunlar ki Şia’nın serrişte ettiği önde tuttuğu ve haksızlık yapıldı bunlara dediği zatlar. Bunların çocuklarının isimleri nasıl Ebubekir ve Ömer olmuş o zaman. Onlar bu isimleri çocuklarına vermekte bir sakınca görmemişler.

Onlardan bir sıkıntı görselerdi, bugünün Şiasının sandığı gibi o zatlar haksızlık etmiş olsalardı o isimleri çocuklarına koyarlar mıydı Hz. Ali?

Şimdi bir düşünün bakalım. Affınıza sığınarak bugün üzerinden bir misal vermek isterim. Bir CHP’li oğluna Recep Tayyip adını koyar mı? Bir Türkçü oğluna Apo ismini verir mi. Bir Kürt milliyetçisi çocuğuna Adsız veya Türkeş ismini verir mi?

Hayır. Beki öyleyse bu zatlar neden çocuklarına o isimleri verdiler? Demek ki sizin sandığınız gibi bir nefret, bir buğz bir kin yoktu. Bunlar sonradan uydurulmuş nefretlerdir.

Hz. Ali (r.a.), Hz. Fatıma (r.a.)  annemizden sonra birkaç evlilik daha yapar. O hanımlardan doğan çocuklarından birinin adı Ebubekir, birinin adı Ömer’dir. Onunla da kalmaz. Hz. Hasan’ın (r.a.) bir oğlunun adı Ömer’dir. Hz. Hüseyin’in (r.a.) de ve hatta Zeyenelabidin ve Musa El-Kazım’ın da birer oğlunun adı Ömer’dir…

Keza Hz. Ali’nin (r.a.) bir oğlunun adı Ebubekir’dir. Hz. Hasan ve Hüseyin (r.a.) efendilerimizin de Ebubekir adında birer çocuğu var. Ve tabi Musa El-Kazım’ın da (ra)!

Hz. Aişe(r.a.) validemize gelince… İnanın Hz. Ali’nin (r.a.) torunu Şia’nın en sağlam mesnedi ve en mevsuk dayanağı ve imamlarından olan Cafer-i Sadık’ın bir kızının adı Aişe’dir. Ve tabi yine en az onun kadar rehber edinilen Musa El-Kazım ve kayıp imamlardan Ali Rıza’nın bir kızının adı Aişe’dir.

Güya kavganın tarafı olan bu zatlar sizin zannınızca haksızlık ve zulüm yapmış bu insanların isimlerini neden çocuklarına versinler.

İnanın onlar öyle izzet ve azamet sahipleridirler ki Emevi zulmünün hışmına rağmen hak bildikleri davadan vaz geçmemişler. Korkuyu bunlara atfetmek züldür.

Peki, bu zatlar nefret ettikleri veya kin duydukları bir kimsenin adını neden çokluklarına verme zilletini göstersinler?

Çünkü böyle bir şey yok!

Bu tür nefretler sonradan üretilmiş ve İslam ümmetini birbirini düşürmekte kullanılan nifak aletleridir. Ey Şii dostlarım, Ehli Beyti sevmenin aynı zamanda sünnete uymayı da gerektirdiğini bir düşünün. Ey Sünni dostlarım, Resulü (sav) sevmenin ve sünnete uymanın aynı zamanda Ehli Beytin nesnesini ve evlatlarını da sevmeyi gerektiğini unutmayın.

Bugünün hürmetine İslam’ın izzetini zedeleyen şu nifaklardan kurtulmayı bir deneyin, deneyelim.

Sevgi için bunca gerekçe varken nefrete ve kine ne gerek var? Eğer bir fedailiğe ihtiyaç varsa o muhabbet fedailiği olmalı. İnsanlığın muhabbete ihtiyacı var. Bakınız şu dünyaya… Nasıl da acılar içinde kıvranıyor ve âlem yanıyor. İslam’ın sevgisi, âlemlere rahmete olarak gönderilen Resulün (sav) muhabbeti bu yaraları sarmak ve acıları dindirmek için en iyi çare iken biz ona bizatihi acıların kaynağı yapmaktan vaz geçelim.

Aşura gününüz mübarek olsun. Allah Kerbela’nın manasını anlamayı, zulme rıza göstermeme anlayışını ve duruşunu hepimize nasip etsin!

Selam ve dua ile…

Mehmet Ali BULUT 

20.09.2018 / sonnethaber.com

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: