Mü’min Ve Kısmet

kismetHakikî mutluluk ve saadetin vesilesi kadere teslim ve kısmete rızadır. Mutsuzluğun vesilesi de sıkıntı ve memnuniyetsizliktir. İlâhî takdire boyun eğmek, kader ve kısmetine razı olmak, imanın mühim bir esası ve mü’minin üstün bir vasfıdır.

İman sahibi bir mü’minde düşünce şudur: Kendisini, kendisinden önce düşünen birisi var. Onun için doğmadan ve doğduktan sonra nimetler hazırlayan ve ebedî saadetin yollarını gösteren Rabb-i Rahimi var.

İnsana bu kadar önem veren, bütün kâinatı onun emrine veren bir Yaratıcıya karşı insanın vazifesi şükür, rıza ve kanaattir. Zira insanın şikâyete de, verilen nimetlere sahip çıkmaya da hakkı yoktur. Bize ihsan edilen nimetlerin hiçbirine kendi imkânımız ve gücümüzle kavuşmadık. Bir an bize ihsan edilen bu nimetlerin vazifelerini bıraktığını düşünelim. Onları çalıştıracak, vazifelerini yaptıracak gücümüz var mı?

En büyük varlığımız olan aklımıza sahip olmak için özel bir mesaimiz var mı? Hiçbir şeyle değişemeyeceğimiz mükemmel duyularımız ve organlarımız bize verilirken herhangi bir müdahalemiz oldu mu? Hayır. Aksine, hepsini hazır bulduk. Onlar en münasip şekilde yerli yerine konurken bize sorulmadı.

Bütün bu verilen paha biçilmez âletlerin karşılıkları olan nimetler de verilmiş ki, bir işe yarasın. İşte verilen bu nimetlerin fiyatı ve karşılığı ise, bunları verene şükretmek ve teşekkürde bulunmaktır. Bunun haricindeki tavır ve şikâyetler, yâni itirazlar, bütün bunlara hakkı varmış gibi, Yaratıcıyı itham eder tarzda itiraz ve kısmete razı olmamak, insanı hakikî kulluktan çıkardığı gibi, İlâhi rahmetten de uzaklaşmasına sebep olur.

Resulullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah tarafından kendisine takdir edilene razı olması insanoğlunun saadetindendir. Allah tarafından hayırlı şeyi istemeyi terk etmesi ve Rabbinin kendisine takdir ettiğine (kısmetine) kırgın olması, âdemoğlunun bedbahtlığındandır.’’ (Tirmizî, Kader: 15)

Bediüzzaman Hazretleri de rıza ile alâkalı olarak şunları söylemektedir: “Madem O’nun Rububiyetine razıyız, O Rububiyeti noktasında verdiği şeye de rıza lâzım. Kaza ve kaderine itirazı işmam eden (hissettiren) bir tarzda, ’ah, of’ edip şekvâ (şikâyet) etmek bir nevî kaderi tenkittir. Rahimiyeti ittihamdır. Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.’’ (Lem’alar, s. 10)

Sadece dünyaya bağlanıp onun için çalışan kimsenin dini işleri de nifaka döner. Allah’ın kendisine takdir ettiği malı elde eden ve dünyadan kazandıklarıyla mânevî hayatını rahatça devam ettirme niyetinde olan kimse gerçek yolu bulmuş demektir. Burada asıl olan, Allah’ın takdirine rıza göstermektir. Resûlullah Efendimiz (asm) kısmetine razı olan, Allah’ın kendisine lâyık gördüklerine kanaat eden mü’minleri dostları arasında saymıştır:

Dostlarımın içinde en çok imrendiklerim: Hâli hafif olan (bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri az), namazın mânevî zevkinden hissesi olan, Rabbine halisâne ibadette bulunan, ona gizlilik halinde de itaat eden, insanlar içinde gizli kalan, parmakla gösterilecek kadar tanınmayan, kendisine değer verilmeyip iltifat edilmeyen mü’min. Kendisine yetecek kadar rızkı olan ve buna sabreden mü’min. Ölümü çabuk, ardından ağlayanları az ve mirası da cüz’î olan mü’min.” (İbn-i Mâce, Zühd: 4; Tirmizî, Zühd:35)

Hırs göstermeden çalışıp kanaat gösteren ve elinden geldiği kadar şükrünü edâ eden bir mü’min Allah ve Resûlü’nün (asm) dostudur. Kanaat etmeyip devamlı şekvada bulunan ve hırsa kapılan ise, nifaka düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yâni dinde riya durumuna düşmektir.

Şu şükür ölçüsünü mezcedersek Allah ve Resûlü’nün (asm) dostluğunu kazanırız: “Şükrün mikyası, kanaattır ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı, hırstır ve israftır, hürmetsizliktir; haram ve helâl demeyip rastgeleni yemektir.’’ (Mektubat, Bediüzzaman Said Nursî, s. 341)

Kasım Ferşadoğlu / Nur Postası