Mü’minler nasıl kardeş olur?

‘SOSYAL HAYAT’ denildiğinde aklıma ilk gelen sure, tereddütsüz, ‘˜Hucurat’tır. Bu kısa sure, yalnızca ikibuçuk sayfa ve onsekiz âyetten ibaret olmakla birlikte, sosyal hayatta yüzyüze gelinen en temel problemlere temelli çözüm getiren ölçüler içermektedir; ve bu bakımdan, mü’minâne bir sosyal hayatın belkemiği hükmündedir. Gıybet, suizan, alaycılık, tecessüs, milliyetçilik, yargısız infaz.. gibi sosyal hayatı zehirleyen bir dizi probleme çözüm getiren surenin, hepimizin ezberine kazınmış ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ mealindeki âyeti de içermesi, elbette bir rastlantı değildir. ‘˜Mü’minlerin ancak kardeş olduğunu’ bildiren bu sure, getirdiği emirler ile, mü’minler arasında kardeşliğin nasıl tesis olunacağını da bilfiil gösterir.

Kendi hayatımızda bizatihî tecrübe ettiğimiz üzere, bir kardeşlik ikliminin canlanması ve de canlı kalması, gıybetin, suizannın, birbirimizin özel hayatına tecessüs yoluyla müdahalenin uzağında durmayı gerektirir. Keza, ait olduğumuz alt-kimliklere üstünlük atfetmek suretiyle üretilmiş her türden milliyetçiliğin, yahut söylentilere kapılıp insanlar hakkında olumsuz ve haksız yargılar verme gibi tavırların da uzağında olmayı iktiza eder. Bu açıdan, ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran bu surenin diğer bütün âyetlerini, ‘˜mü’minlerin nasıl kardeş olacağının’ yolunu gösteren âyetler olarak okumak mümkündür, hatta gereklidir.

Bu noktada Kur’ân’daki her bir âyetin birbiri ardısıra gelişinde bir hikmet, bir anlam, bir ‘nazm-ı mâânî’ olduğunu gözönünde tuttuğumuzda ise, bu surenin ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran 10. âyetinden bir önceki âyet, özel bir anlam taşımaktadır. Bu dokuzuncu âyet, mü’minlere, mü’minlerden iki topluluk ihtilafa düştüğünde ‘hemen aralarını bulup onları barıştırma’yı emretmektedir. Dahası, eğer ‘aralarını bulmak’ mümkün olmuyor ve haksız olan taraf hakkı sahibine iade etmemekte ısrar ediyorsa, âyet, hakkı teslim edinceye kadar bu tarafla mücadele emrini vermektedir. Bir ihtilaf vuku bulduğunda mü’minlerin arasını bulmayı ve hakkı sahibine iade edilmesini sağlamayı mü’minler topluluğunun boynunun borcu kılan bu âyetin, mü’minlerin ‘ancak kardeş olduğunu’ bildiren âyetten hemen önce gelmesi, elbette, derin bir hikmeti barındırır. Ki insan bizatihî kendi yaşadıklarına veya hayat seyri içinde gözlemlediği olaylara bakarak bu hikmeti bir ucundan kavrayabilir.

En başta, âyetin sözünü ettiği ‘ihtilâf‘ hâli, bir duygusal-zihinsel kilitlenme durumuna işaret eder. Bir tarafta haksızlığa uğradığını düşünen bir mü’min veya mü’minler topluluğu vardır, öte yanda yapılanın haksızlık olmadığını düşünen bir mü’min veya mü’minler topluluğu. Bir taraf, uğradığı haksızlığın giderilmesi konusunda ısrarlıdır, öte taraf ortada haksızlık diye bir durumun olmadığı konusunda. Âyet, böyle bir durumda, olayın doğrudan tarafı olmayan diğer mü’minleri ˜bizi ilgilendirmez, kendileri halletsinler, ne halleri varsa görsünler’ gibi bir tavırdan uzak durup ‘taraf olmaya’ çağırmaktadır. Olayın doğrudan tarafı olmayan mü’minler, ille de o tarafa veya bu tarafa meyledecek değillerdir; ama ‘çözümden taraf’ olacaklardır: ‘Hemen aralarını bulun, barıştırın.’

Ara bulup barıştırma deyince akla gelen en kolay çözüm ise, kendi hayatımızda defalarca tecrübe ettiğimiz üzere, bellidir. Böyle bir durumda, olayın doğrudan tarafı olmayan üçüncü kişiler, arabuluculuk gibi bir görev üstlenseler bile, maalesef bunu daha ziyade ‘güçlü’den yana kullanırlar. Genelde, haksız da olsa güçlüye karşı pek ses yükseltilmez ve haklı da olsa zayıftan olanları ‘sineye çekmesi’ rica edilir. Âyetin istediği ‘ara bulup barıştırma’ hâli ise bu değildir. Zira bu, hakikat-ı halde, bir ‘barış hâli‘ değildir. Böyle bir durumda, haklı olduğu halde uğradığı haksızlık telafi edilmeyen mü’min, içten içe tepkisini ve rahatsızlığını sürdürecektir. Üstelik, yalnız doğrudan kendisini haksızlığa maruz bırakanlara karşı değil, uğradığı haksızlığı sineye çeken ve ona da sineye çekmesini öneren üçüncü kişilere karşı da bu tepkisi genişleyecektir.

Öte yandan, böyle bir durum, haksız tarafta ‘yapılanın yapanın yanına kâr kaldığı’ duygusu uyandırarak, yeni haksızlıklara, yeni mağduriyetlere, ve bir bütün olarak toplum içinde adalet-eksenli yeni incinmelere zemin ihzar edecektir. Mağdurun haksızlığa uğradığı ama buna seyirci kalındığı duygusuyla yaşadığı, haksızın yaptığının yanına kâr kaldığı duygusu edindiği ve yeni haksızlıklara yeltenebildiği, böylece ‘haksızlığa talip’ olanların cesaret bulduğu ve yeni mağduriyetlerin zuhur ettiği bir ortamda ‘kardeşliğin’ tesisi ve tahakkuku ise kesinlikle mümkün değildir. İşte bu bakımdan, ‘Mü’minler ancak kardeştirler’ buyuran Rabb-ı Rahîm, bir önceki âyette, bu kardeşliğin gerçekten tezahür ve tahakkuk etmesi için, mü’minlere ara bulma ve haksızlığı giderme emrini vermektedir.

İki mü’min veya iki mü’minler topluluğu arasında bir çatışma varsa, mü’minler arabulucu olacaklardır. Ve eğer gerilim taraflardan birinin diğerine karşı haksızlığından kaynaklanıyorsa, hak yerini buluncaya kadar, haksız tarafa karşı mücadele edecek ve ancak haksız taraf haksızlıktan rücu ettiğinde yine adaletle aralarını bulacaklardır. Ve bütün bunları yaparken ‘kıst’ı, yani hak olanı, makul olanı, insaf ve adaletin gereğini gözeteceklerdir.

Rabb-ı Rahîm’in meselâ ‘Haksızlığa uğrayandan anlayış göstermesini rica edin, tahammül tavsiye edin, durumu idare etmesini isteyin’ demeyip, ‘haksızlık çözülünceye kadar’ haklı tarafla birlikte ve onun lehine mücadeleyi niye emrettiğini ise, âyetin devamından son cümlesi bildirmektedir: ‘Çünkü Allah muksıt’ları [adaleti gözetip zulmü giderenleri] sever.’ ‘Mü’minler ancak kardeştirler ‘hükmü, işte bu âyetten sonra gelmektedir: ‘Mü’minler ancak kardeştirler. Onun için, iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmet olunasınız.’

Velhasıl, kardeşliğin aramızda kök salmasını istiyorsak, adaleti aramızda bir esas yapmamız; ve gördüğümüz bir haksızlığı suskunlukla karşılamamamız gerekiyor. Gerçekten ‘˜kardeşler’ olmak istiyorsak, öncelikle ‘˜adaletle işgörüp zulmü giderenler’den olmamız gerekiyor. Haksızlık karşısında suskunluk ise, hem mağdurun suskunlara karşı incinmesi, hem de haksızın haksızlığa devamına imkân vermesi suretinde, kardeşâne bir hayat-ı içtimaiyeyi yıpratıyor ve zedeliyor.

Metin Karabaşoğlu / Zafer Dergisi