‘Müsbet Hareket’ nedir, ne değildir? (3)

—Karşılaştırmalı bir analiz

Bu esaslar dahilinde, ‘müsbet hareket’in tazammunları ise şöyle özetlenebilir:

1. Risale-i Nur’da yegâne hedef iman hizmetidir. Bu hizmet, başka bir hedefin öncülü veya basamağı değildir. Önce imanı anlatıp, sonra kadrolaşmak, oradan bürokrasiye-siyasete nüfuz etmek gibi bir stratejiye Risale-i Nur’un iman hizmetindeki ihlas ölçüleri asla müsaade etmemektedir. Kim bu iman hizmetine böyle bir stratejiyi dahil etmeye kalkışırsa, Risale-i Nur mesleğinin dışına çıkmış olur.

Konuşan Yalnız Hakikattır:

“Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin. Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahi­linde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edil­mediğini bilmekle husule gelebilir.

Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsi­yet‑i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulun­sa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen mu­an­nidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kan­dırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittiha­mı altında, kader-i İlâhî, ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor; “Sa­kın” diyor, “iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma-tâ ki, imana muhtaç olan­lar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desise­leri kal­masın, sussun.”

İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, baş­ka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlim­ler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı dur­du­ramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risa­le-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Sa­id’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imani­ye­dir.”

2. İman hizmetinin gayesi ve neticesi ve ödülü, iman hizmetinin kendisidir. Bundan başka maddî veya manevî bir ödül aranamaz ve istenemez. İman hizmetinden umulan rıza-yı ilâhîdir; uhrevî sevap hırsı bile hoş görülmez. Risale-i Nur’dan dünyevî bir hedef ve menfaat gözetilemez.

Ondördüncü Şua:

Nurcular cemiyet memiyet, hususan siyasî ve dünyevî ve menfî ve şahsî ve cemaatî menfaat için teşekkül eden cemiyet ve ko­mite değiller ve olamazlar.” (Şualar, 14. Şua)

Dolayısıyla, hiçbir kişi veya grup Risale-i Nur adına bir siyasî parti kuramaz. Bürokratik veya iktisadî güç temerküzüyle, siyasetle vesayet veya ortaklık ilişkisine veya pazarlığına giremez. ‘Şirket-i maneviye-i uhreviye’ olan şu iman hizmetini, ‘şirket-i maddiye-i dünyeviye’lere, meselâ holdinglere dönüştüremez. Kim bunları yaparsa, ‘müsbet hareket’ ilkesini çiğnemiş, Risale-i Nur mesleğinin dışına çıkmış olur.

3. Müsbet hareket, hareketsizlik değildir. Bediüzzaman hiçbir zaman zulme ve küfre teslim olmamış, ama onların öfke ve nefreti harekete geçererek iç dünyasını yönetmelerine de müsaade etmemiştir. Onun da takipçisi olduğu Ehl-i Sünnet’in sabır çizgisi, eylemsizlik ve teslimiyet değildir; bilakis, hem dıştan gelen tazyike, hem nefsin iç dünyada ürettiği negatif duygulara karşı çift-kutuplu, güçlü ve aktif bir direniştir.

Emirdağ Lâhikası, I, 21. Mektup:

“Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölü­me karşı nur-u Kur’ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi—muvakkat ol­duğu için—bizim meselemizin en küçüğüne—bekaya baktığı için—mukabil gel­miyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenez­zül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsî vazifemizin zararına onların küçük me­sele­lerini merakla takip ediyoruz?

Bu ayet [1] لَا يَضُرُّكُــمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ ve usul-ü İslâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاض۪ى بِالضَّرَرِ لَايُنْظَرُ لَهُ yani, “Başkasının dalâleti sizin hida­yetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalâletleriyle meşgul olmayası­nız”; düsturun mânâsı: “Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.”

Madem bu âyet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edil­se, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.

Son ders:

“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâ­hî­ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Biz­ler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkın­tıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. (…)

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdise­lerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile kar­şıladım.”

4. Müsbet hareket, tadlîl değil, tadil edici olmayı ve tekfirci bir dilden mutlak surette kaçınmayı gerektirir.

Sünuhat:

“Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş.

Meselâ, demiş, “Bu şey küfürdür.” Yani, o sıfat imandan neş’et etmemiş; o sı­fat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka ev­sa­fa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et etti­ği, yakînen biline… Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tek­fire çabuk cüret edenler düşünsünler!

Hata-Savab Cetveli:

“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün ol­duğu kadar tekfirden çeki­nir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır, onu tekfir etmez.”

5. Müsbet hareket, manevî/dinî hizmetlerdeki farklılığı organizmadaki farklılık gibi, işlev farklarını da bir manevî işbölümü olarak okumayı içerir. Kendisini veya aidiyetini ümmetin üstünde görmek; diğer mü’minlere karşı hegemonik bir dil ve ilişki biçimi inşa etmek, asla kabul edilemez.

Sünuhat:

“Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neş’et eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur’ân’ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür.

Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İs­lâmda lâzım olan tesanüd-ü ervâh, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Hâlbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz.”

6. Müsbet hareket, nefsini geri çekmeyi, tabiiyeti metbuiyete tercih etmeyi gerektirir.

Birinci İhlas Risalesi:

“Evet, dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında aşağı, kalbsiz nefisperestler samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Ehl-i hidayet, âhirete ait ve ileriye müteallik semerât-ı uhreviyeye ve kemâlâta, kalb ve aklın yüksek düsturlarıyla mütevec­cih oldukları için, esaslı bir istikamet ve tam bir ihlâs ve gayet fedakârâne bir it­tihad ve ittifak olabilirken, enâniyetten tecerrüd edemedikleri için, ifrat ve tefrit yüzünden, ulvî bir menba-ı kuvvet olan ittifakı kaybedip, ihlâs da kırılır. Ve va­zife-i uhreviye de zedelenir. Kolayca rıza-yı İlâhî de elde edilmez.

Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, “El-hubbu fillâh” sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini on­lara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi ol­du­ğu­­nun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dir­hem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti da­hi, sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kur­tu­lur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir.”

7. Müsbet hareket, sonuçtan değil, süreçten sorumlu olduğumuz bilmeyi, neticenin Cenab-ı Hakka ait olduğu idrakiyle hareket etmeyi, dolayısıyla ‘sayı’ ve ‘başarı’ üzerinden bir değerlendirmeden uzak durmayı gerektirir.

Birinci İhlas Risalesi:

“Ehl-i hidayeti, ulüvv-ü himmetten sû-i istimale ve dolayısıyla ihtilâfa ve reka­bete sevk eden, âhiret nokta-i nazarında bir haslet-i memdûha sayılan hırs-ı se­vap ve vazife-i uhreviyede kanaatsizlik cihetinden ileri geliyor. Yani, “Bu seva­bı ben kazanayım, bu insanları ben irşad edeyim, benim sözümü dinlesinler” di­ye, karşısındaki hakikî kardeşi ve cidden muhabbet ve muavenetine ve uhuv­ve­­tine ve yardımına muhtaç bir zâta karşı rekabetkârâne vaziyet alır. “Şakirtle­rim niçin onun yanına gidiyorlar? Niçin onun kadar şakirtlerim bulunmuyor?” di­ye, enâniyeti oradan fırsat bulup, mezmûm bir haslet olan hubb-u câha te­ma­yül etti­rir, ihlâsı kaçırır, riyâ kapısını açar.

İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müthiş maraz-ı ruhanînin ilâcı şudur ki:

Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ ile ve fazla muvaffaki­yet­le değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki ba­zan verilir. Evet, bazan birtek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Ke­mmi­yetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazan bir tek ada­mın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur.

Hem ihlâs ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa ol­sun istifadelerine taraftar olmaktır. Yoksa, “Benden ders alıp sevap kazandır­sın­lar” düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.

Ey sevaba hırslı ve a’mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kes­ret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı İlâhîyi kazanmakladır.

Son ders:

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâ­hî­ye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Biz­ler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkın­tıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek için­dir. (…) Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düstu­ruyla va­zifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir ol­muştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâ­ne­vi­ye­nin en bü­yük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hiz­mettir; netice Ce­nâb-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mü­kel­lefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; mu­vaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.”

Müsbet hareketin bu esas ve tazammunları şunu net biçimde gösteriyor:

Risale-i Nur hareketi, bir siyasî hareket değildir, iktidara değil talip olmak, teklif dahi edilse kabul edemez. Siyasî zeminde adalet ve hikmet ölçüleri dahilinde bir tavrı ve tercihi olur; ama bizatihi siyasete dahil ve müdahil olamaz.

Aynı şekilde, Risale-i Nur hareketi, DAEŞ ve el-Kâide gibi hareketlerin şiddet eğilimine de, en net biçimde onlarda görülen tekfirci yaklaşıma da kesinlikle mesafelidir.

Buna karşılık, şartlara göre, bazan Risale-i Nur hareketi ile ilgileri olmadığına dair beyanda bulunan, bazan da açtığı çığır ve oluşturduğu çizginin Risale-i Nur’un ölçüleriyle izahı gayrıkâbil de olsa Risale-i Nur’a referansla kendisine meşruiyet arayan bir yapıyla da yüz yüzeyiz.

Dilerdim ki, bu sunum Said Nursî’nin “Değil mübareze, belki başkaları düşünmeye de mesleğimiz müsaade etmiyor” ve “Biz, kudsî hizmetimizde daima müsbet hareket ediyoruz” sözleri çerçevesinde neticelensin.

Bu son sözünün devamında, “Fakat, maatteessüf, her bir emr-i hayırda bulunan mânileri def etmek vazifesi, bizi bazan menfi harekete sevk ediyor. İşte, bunun içindir ki, ehl-i nifakın hilekârâne propagandasına kar­şı, kardeşlerimi sabık üç nokta ile ikaz ediyorum, onlara gelen hücumu def’e ça­lışıyorum” sözlerine dayanarak, yine onun ifadesiyle ‘tedafüî’ bir surette (EL-I, 63: “Biz, müsbet hareket ettiğimiz için, mecburiyet olduğu zaman tedâfüî vaziyetinde idik”), Risale-i Nur mesleğinin hukukunu, izzetini ve ölçülerini savunmak ve muhafaza etmek adına, bir ayrıştırmayla bitirmek istiyorum.

Fetullah Gülen’in kişi kültü etrafında oluşan ve kendisini Gülen grubu, Hizmet hareketi, Gönüllüler gibi farklı isimlerle tarif eden oluşumun, gerek duyduğu yerde kendisini Risale-i Nur’a üzerinden tarif ediyor da olsa, yukarıda zikrettiğimiz ölçülere aykırı ayrı bir yol, farklı ve problemli bir çığır olduğunu ifade etmem gerekiyor.

Kur’ân ve hadis karşısında DAEŞ, Risale-i Nur karşısında Fetullahçılık gibi tecrübeler bize şu gerçeği öğretiyor:

Kaynağın sahihliği kadar, kaynakla kendisi üzerinden temas kurduğumuz ‘metodoloji’nin ve bizi harekete geçiren ‘niyet’in de sıhhatli olması gerekir. Aksi durumda yaşanacak olan şey, Bediüzzaman’ın Tuluat’ta dile getirdiği şu gerçektir: “Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir döker.”

[1] Mâide Sûresi, 5:105.

Metin KARABAŞOĞLU

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: